BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’yı kapsayan gezisi Türkiye’nin Arap dünyası ile ilişkileri, bölgedeki konumu ve bu düzlemdeki gelişmelerin Batı ile ilişkilerine dönük yansımaları bakımından bir dizi önemli sonuç taşıyor.
Gezinin genel bir muhasebesini yaptığımızda dikkatimizi çeken yönelişleri şu şekilde özetleyebiliriz:
ARAP DÜNYASIYLA EZBERLER BOZULUYOR
Neresinden bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin Arap âlemi ile ilişkileri açısından bütün yerleşik düşünce kalıplarının tersyüz olduğuna tanıklık ediyoruz. Türkiye ve Arap dünyası, 20’nci yüzyılın uzunca bir bölümünde anlaşılabilir nedenlerle birbirine mesafeli kalmıştı. Ardından Türkiye, 1960’ların ortalarından itibaren Araplarla ilişkilerini geliştirme yönünde yavaş ama istikrarlı bir şekilde yol aldı. Ancak bugün Arap dünyası ile ilişkilerde niteliksel bir sıçramanın yaşandığını söyleyebiliriz. 20’nci yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde yaşanan olayların tortusunun Türk-Arap ilişkileri üzerinden büyük ölçüde kalktığını ve bu ilişkilerde yepyeni bir döneme doğru girilmekte olduğunu belirtmek hata olmaz. Değişim yalnızca tortuların gitmesiyle sınırlı değil. Onun ötesinde bütün ezberleri de bozacak şekilde Arap dünyasında eşine rastlanmamış ölçüde popüler olan bir Türk lideri profili ile karşı karşıyayız. Erdoğan’ın Davos’tan itibaren İsrail’e kafa tutan, meydan okuyan bir politika izlemesi, ayrıca bölgedeki değişim sürecine kuvvetli bir destek vermesi Arap kamuoylarının kendisine muazzam bir hayranlık beslemesine yol açıyor. Son gezi, Başbakan’ın bu coğrafyada gördüğü ilginin çarpıcı görüntülerine sahne oldu.
LAİKLİĞİ TELAFFUZ ETMENİN ÖNEMİ
Erdoğan, değişim talebini kuvvetli bir dille seslendirmiş olmasının kendisine sağladığı manevi söz hakkını bölgede azami bir şekilde değerlendiriyor. Bu noktada demokrasi, hukuk ve laiklik temalarını vurgulaması çok önemlidir. Laiklik, Arap âleminde sıkça telaffuz edilen bir sözcük değil. Aksine, hatta olumsuz çağrışımlarla yüklü yabancı bir kavram. Bu kavramın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından Araplara bir mesaj olarak telaffuz edilmiş olması bile tek başına önemli bir ilktir. Erdoğan’ın laiklik anlayışı Türkiye’de tartışma yaratan bir konu olsa da, bu sözlerin Arap coğrafyasında kendisinin ağzından çıkmış olmasının önemi azımsanmamalıdır. Başbakan’ın bu çıkışının Arap entelektüel çevrelerinde ve siyaset kulvarlarında canlı tartışmalara kaynaklık etmesi kaçınılmazdır. Geçen yüzyılı büyük ölçüde yerinde sayarak geçiren, ekonomik ve siyasal gelişmeyi ıskalayan Arap dünyası, 21’inci yüzyılın başında bir değişim sancısı yaşıyor. Bunun Araplar açısından kolay bir süreç olmayacağı aşikâr. Görülmüştür ki, bu süreç içinde Türkiye pekâlâ temsil ettiği modernite çizgisi ve üzerinde durduğu değerler sentezi ile Araplar, özellikle de bölgede dönüşümü yüklenen yeni kuşaklar için ilgiyle izlenen bir ilham kaynağıdır. Sonuçta Ortadoğu ile ilgili bütün bu gelişmelerde Türkiye’nin belirleyici bir etken olarak denklemin içine yerleştirilmesi gerekiyor. Türkiye’nin bu değişim süreci üzerinde icra ettiği etki ve bu aşamada bölgenin başat aktörü olarak sivrilmesi kuşkusuz Batı dünyası karşısındaki konumunu da yükseltecektir. Erdoğan, bu geziden aldığı güçle Batılı muhataplarının karşısına daha kuvvetli bir zeminde çıkacak, özellikle kendisiyle ilgili kararsızlık yaşayan AB karşısında daha sıkı pazarlık kartlarına sahip olacaktır.
ÖGÜT VERDİĞİN KONUDA ELEŞTİRİ ALMAK
Tam burada işin püf noktasına geliyoruz. Türkiye, Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırırken, Batı dünyasıyla ilişkilerini de aynı ölçüde geliştirdiği ve bu iki eksen birbirini tamamladığı, iç içe geçtiği oranda uluslararası politikadaki konumunu güçlendirebilir. Bu hassas dengeyi kuramadığı takdirde Türkiye, Ortadoğu eksenine doğru savrulabilir. Ancak NATO’nun füze savunma sistemine katılmak yönünde atılan adım, kurumsal düzeyde Batı dünyasıyla ilgili temel tercihlerde bir sapma olmadığını gösteriyor. Tabii, gezinin içe dönük sonuçları da var. Arap dünyasına özellikle hukuk, demokrasi gibi konularda dostane bir şekilde öğütler veren Erdoğan, şu çelişkiye bakın ki, son dönemde bu gibi başlıklarda Avrupa ölçülerinden uzaklaştığı gerekçesiyle Batı dünyasının acıtıcı eleştirilerine hedef olan bir ülkenin başbakanıdır. Bu çelişkinin de bir parçası olarak, Kürt sorununa çözüm perspektifinin belirsizleşerek, yeniden çatışma kültürünün ortalığı kaplaması, Türkiye’nin bölgenin başat aktörü, rol modeli olma iddiasını da ciddi derecede sekteye uğratacaktır. Türkiye’nin Ortadoğu’da hak ettiği büyük rollere soyunabilmesi, içeride hukuk ve demokrasi alanındaki aksaklıkları giderecek bir yumuşama döneminin adımlarının atılmasıyla ancak mümkündür.