İstanbul Sözleşmesi kadınlar için ne anlama geliyordu?

Kısaca “İstanbul Sözleşmesi” diye adlandırdığımız “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin metni, daha önce bu başlıkları da kapsayan ya da bağlantılı olan temel haklar ve insan haklarına ilişkin kendisinden önceki bütün uluslararası sözleşmelerin bir dökümünü yaparak başlıyor.

Haberin Devamı

Tabii, 1950 tarihli “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”ni en başa koyuyor, daha sonra kadına şiddet konusunda önemli standartlar getiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) giderek genişleyen içtihat hukukuna da kuvvetli bir göndermede bulunuyor.

Bu arada, Birleşmiş Milletler çerçevesindeki sözleşmelere de atıf yapıyor. “Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” (1966) ve “Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin BM Sözleşmesi” (1979) bunlar arasında sıralanabilir.

Bununla birlikte, İstanbul Sözleşmesi, kendisinden önceki sözleşmelere atıf yaptıktan sonra içeriği, getirdiği düzenlemeler, özellikle de kadına bakışla ilgili çizdiği kavramsal çerçeve anlamında bütün bu metinlerin hepsinin üstüne çıkıyor.

Bu yönüyle, kadınların eşitliğinin tanımlanması ve şiddetten korunmaları anlamında hukuksal zeminde bugüne dek ortaya konmuş olan en ileri uluslararası sözleşme olarak nitelendirmek hata olmaz. Zaten bu nedenle uluslararası alandaki “altın standart” olarak nitelendiriliyor.

Haberin Devamı

UYGULAMADA BAŞAT ROLÜ TÜRKİYE ÜSTLENDİ

Sözleşme, Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin dışişleri bakanlarının 2011 yılında İstanbul’da yaptıkları toplantıda imzaya açıldığı için Türkiye’nin en büyük kentinin adını taşıyor. Böyle bir uluslararası insan hakları hukuku metnine adını vermesi, İstanbul’un marka kimliğine bir artı değer olarak eklenmiş bulunuyor.

Türkiye, ilk imzayı atan, parlamentosunda ilk onaylayan ülke olmasının ötesinde de her bakımdan tuğrasını vurmuştur bu sürece. Sözleşme taslağını müzakere edip kaleme alan heyette Türkiye’yi temsil eden ve metnin yazımında aktif bir rol oynayan ODTÜ öğretim üyesi Prof. Feride Acar, daha sonra Avrupa Konseyi bünyesinde sözleşmenin uygulamasını izlemek üzere oluşturulan komitenin –en yüksek oyu alıp seçilerek- başkanlığını da yapmıştı 2015-2018 yılları arasında.

Keza, Sözleşme’ye taraf ülkelerin oluşturduğu “Taraf Devletler Komitesi”nin 2014’te faaliyete geçmesinden sonra dört yıl süreyle başkanlığını yapan diplomat da Türkiye’nin o dönemde Strasbourg’da Avrupa Konseyi’ndeki Daimi Temsilcisi olan Büyükelçi Erdoğan İşcan’dan başkası değildi.

Haberin Devamı

TEMEL BAKIŞ KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ

Şimdi içeriğe geçelim. Sözleşmenin en önemli yönü, kadının toplumda erkek karşısındaki konumuyla ilgili olarak esas aldığı evrensel eşitlikçi bakıştır. Bu bakış, “Giriş” bölümünden başlamak üzere Sözleşme’nin her köşesinde, metnin ruhuna ve lafzına yerleşmiş temel felsefe olarak karşımıza çıkıyor.

Sözleşme, zaten bu alandaki eşitsizliği şiddetin ana nedeni olarak görüyor. Dolayısıyla, kadına karşı şiddetin önlenmesi açısından temel unsuru “Kadınlarla erkekler arasında yasal ve fiili eşitliğin gerçekleştirilmesihedefi üzerinden tanımlıyor.

Alıntı yapacağımız şu ifade, bu bağlamda Sözleşme’nin ruhunu yansıtması bakımından önemlidir: “Kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunun ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellemesine yol açtığının bilincinde olarak...”

Haberin Devamı

Özetle, diyor ki sözleşme, tarih boyunca kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler eşit olmayan bir zeminde yürümüş, bu durum erkeklerin üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılığa yol açmış, onların ilerlemesinin önüne set çekmiştir.

Sözleşme, “Amaçlar” bölümünde de bu duruma son vermek üzere şu hedefi gösteriyor taraf ülkelere: “Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak...” (Madde 1)

Görüleceği gibi, “eşitlikçi” bakış her şeyin üstüne çıkıyor. “Politikalar” başlığı altında da eşitliği amaçlayan politikaları geliştirme ve uygulama, taraf olan ülkeler için bağlayıcı bir yükümlülük haline getiriliyor. (Madde 6)

Haberin Devamı

Bu açıdan bakıldığında, kadın ile erkek arasındaki sorunlu güç ilişkisini eşitlik zemininde yeniden tanımlayarak, tarihi bir adım atmış oluyor İstanbul Sözleşmesi.

KADINLAR AST KONUMA ZORLANIYOR

Bunu yaparken dayandığı önemli bir kavram var Sözleşme’nin: Toplumsal Cinsiyet... Bu kavram şöyle tanımlanıyor: “Herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler...”

Bu çerçevede kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin de “Toplumsal cinsiyete dayandığı” vurgulanıyor. Sözleşme’ye göre, “Kadına karşı şiddet, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biridir.”

Haberin Devamı

SORUNLU TÖRE VE GELENEKLERLE MÜCADELE YÜKÜMLÜLÜĞÜ

Sözleşme’nin kanaatimizce en can alıcı ifadelerinden biri de Önlemebaşlığı altında kayda geçirilen şu hedefte karşımıza çıkıyor:

“Taraflar, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine ya da kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargılarının, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır.” (Madde 12)

Burada da görüleceği gibi, kadını ikinci planda tutan törelerle, geleneklerle de mücadele yükümlülüğü altına giriyor taraf ülkeler.

EŞİTLİK HEDEFİ ZEMİN KAYBEDECEK

Sözleşme, aynı zamanda şiddeti önlemek, kadınları korumak anlamında çok geniş düzenlemeler öngörüyor, problemli durumlara yönelik olarak somut sorumluluklar ve yükümlülükler tanımlıyor.

Sözleşme’nin onaylanmasından sonra 2012 yılında 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” çıkartılmış, Sözleşme’nin özellikle şiddet gören kadınların korunmasına dönük düzenlemeleri belli ölçülerde ulusal mevzuatın bir parçası haline gelmiştir. Ancak Sözleşme’deki düzenlemelerin tümünün ulusal mevzuata eklemlendiğini söyleyebilmek mümkün değildir.

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesiyle birlikte, ulusal mevzuatta getirilmiş olan Sözleşme içeriğine kıyasla daha sınırlı kalan düzenlemelerin kadınları koruyabilmek bakımından ne kadar yeterli olacağı çok tartışmaya açıktır. Bu alanda ciddi riskler doğmuştur.

Şu nedenle ki, hem Sözleşme hem de çıkartılan yasaya rağmen kadınlara dönük şiddetin sıkça ölümle sonuçlanan vakalarla devam etmekte oluşu, zaten Türkiye’nin bu alanda kat etmesi gereken daha çok uzun bir yol olduğunu gösteriyordu.

Bu zorlu, engebeli yolda gidilirken, her şeyden önce kadına şiddet konusunda etkili bir caydırıcılığın korunması zorunluydu. Sözleşme ile elde edilen hayati kazanımlardan geri adım anlamına gelecek her hareket, bu caydırıcılığı zayıflatacaktır. Bu yöndeki bir gelişmenin toplumda yaratacağı olumsuz atmosfer ve psikolojinin, erkek egemen kültürün fazlasıyla baskın olduğu ülkemizde kadınların aleyhine sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.

En önemli kayıp, kadınlar açısından Sözleşme’de kuvvetli bir çerçevede tanımlanmış olan eşitlikçi bakışın ciddi bir şekilde zemin kaybedecek olmasıdır.

Yazarın Tüm Yazıları