ÖNCE Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila'nın geçen hafta yayınladığı, 1 Mart tarihli tezkere onaylansaydı yürürlüğe girecek olan Türk-ABD askeri mutabakat belgesiyle başlayalım.
Türk ve ABD'li müzakereciler arasında sonuçlandırılan bu metin uygulama şansı bulsaydı, yalnızca Türk Ordusu'nun Kuzey Irak'a girmesine çerçeve oluşturmayacak, aynı zamanda Kuzey Irak'ı büyük ölçüde Türkiye'nin vesayeti altına sokacaktı.
Tezkere kabul edilmiş olsaydı, hem bu muhtıra yürürlüğe girecek, hem de imzalanacak ikinci bir anlaşmayla yaklaşık 26 milyar dolar tutarında bir kredi de Türkiye'nin kullanımına açılacaktı.
Tezkerenin reddedilmesinin Türkiye'nin çıkarları açısından isabetli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
Ancak 1 Mart tarihi itibarıyla Türk-Amerikan pazarlığının sonuçlandığı nokta ana hatlarıyla bu şekilde özetlenebilir.
TÜRKİYE NEREDEN NEREYE GELDİ?
Şimdi AKP hükümetinin 1 Mart oylamasından yaklaşık 7 ay sonra ABD ile imzaladığı 8.5 milyar dolarlık kredi anlaşmasının içeriğine bakalım.
Miktar, 1 Mart'a kıyasla 18 milyar kadar düşüktür. Ayrıca, Cumhuriyet'ten Işık Kansu ile Ebru Toktar'ın gün ışığına çıkarttıkları belgenin içeriğine göre, Türkiye krediyi alabilmek için tek taraflı olarak Kuzey Irak'a girmeme taahhüdünü üstlenmiştir.
Yani 1 Mart'ta Kuzey Irak'ı neredeyse kendi nüfuz bölgesi haline getirmiş olan Türkiye, 7 ay sonra kredi alabilmek için Kuzey Irak'a girmemek konusunda ABD'ye yazılı taahhüt vermek zorunda kalıyor.
Üstelik, tek koşul Kuzey Irak'a girmemek değildir. Anlaşma metnine bakılırsa, ‘‘insani yardım dahil olmak üzere Irak'ta ABD ile işbirliği yapmadığı’’ ve ‘‘Irak'ın yeniden inşası ve istikrarının sağlanmasında ABD'yi desteklemediğinin belirlenmesi’’ hallerinde de anlaşma askıya alınabilecektir.
CUMHURİYET TARİHİNDE BİR İLK
CHP Milletvekili ve Dışişleri Bakanlığı Eski Müsteşarı Büyükelçi Onur Öymen'e göre, bu anlaşma, Cumhuriyet tarihinde Türkiye'nin alacağı bir kredi için siyasi koşul kabul etmek zorunda kaldığı ilk anlaşma metnidir.
Bu haliyle Cumhuriyet tarihinde herhalde ‘‘özel’’ bir yeri olacaktır.
AKP hükümetinin böyle bir metne imza atmayı nasıl içine sindirebildiği herhalde önümüzdeki dönemde Türk kamuoyunda da ciddi bir tartışma konusu olacaktır.
Pek çok vatandaş, bu tür koşulların kabul edilmesini haysiyet kırıcı bulacaktır.
İmza töreninin zamanlaması da dikkat çekicidir. Anlaşma, TBMM'nin 20 Mart tarihinde Türk hava sahasını ABD'ye açan, aynı zamanda Türkiye'nin Kuzey Irak'a asker göndermesine yetki veren altı aylık tezkerenin bitiminden iki gün sonra (22 Eylül) imzalanmıştır.
Belli ki, TBMM'nin iradesine aykırı bir durumun oluşmaması için tezkerenin geçerlik süresinin sona ermesi beklenmiştir.
Anlaşmanın sakıncaları konusunda uzun bir liste yapılabilir. Örneğin, Kuzey Irak'ta hiç beklenmedik durumlar ortaya çıktığında Türkiye elini kolunu bağlayıp seyirci mi kalacaktır?
BABACAN SORUMLULUĞU DIŞİŞLERİ'NE ATIYOR
Hazine Bakanı Ali Babacan'ın Milliyet'e yaptığı açıklamadaki, bu koşulların varlığını kabul ederek, ‘‘aslında ihtiyatla yaklaşılması gereken bir anlaşma. Bu sözleşme riskli, ileride riski var’’ şeklindeki sözleri üzerinde de durmak gerekiyor.
Bir Hazine Bakanı'nın hem anlaşmaya imza atıp, hem de sonradan zaten bu anlaşmaya ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini itiraf etmesindeki çelişki literatüre geçecek niteliktedir.
Yine Babacan'ın ‘‘Biz işin finansal tarafıyla ilgilendik. Sözleşmeyle ilgili olarak Dışişleri Bakanlığı'ndan görüş aldık. 'Hukuken ve siyasi olarak sorun yok' dediler’’ şeklindeki sözleri daha az düşündürücü değildir.
Babacan, imzayı kendisi attığı halde sorumluluğu bir anlamda Dışişleri Bakanlığı'na yıkmaktadır.
Dışişleri, gerçekten bu yönde bir görüş belirtmişse, Dışişleri Bakanı Gül ve bakanlık üst yönetiminin de herhalde ‘‘neden sakınca görmedikleri’’ hususunda Türk kamuoyuna bir izahat vermeleri gerekli olacaktır.