Paylaş
Bir insanın dünyaya gözlerini yeni yılın ilk günü açmış olması ilk bakışta çok istisnai bir yaş gününe işaret eder, değil mi? Oysa AYM Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın biyografisinde öyle yazması, gerçekten de o tarihte doğduğunun bir delili değildir. Çünkü bu tarih, kendisinin çocukluğunda Sorgun’daki nüfus memurunun takdir etmiş olduğu bir husustur.
Arslan, “Nüfus memuruna göre 1964 yılının ilk günü ama anneme göre ise 1965 yılının ırgatlık zamanı, yani ekinler biçildiğinde doğmuşum” diye tespit ediyor aradaki çelişkiyi 2019 yılında Adalet Akademisi’nin yayını “Akademi Kürsü” dergisine verdiği mülakatta.
Sorun şurada ki, 1 Ocak 1964 tarihi ile annesi Melek Hanım’ın ifadesiyle 1965 yılının temmuz sonrasında başlaması gereken “ırgatlık zamanı” arasında bir buçuk yılı da aşan bir zaman farkı var.
“Anlayacağınız, gerçekte tam olarak ne zaman doğduğumu kimse bilmiyor” diye anlatıyor Prof. Arslan ve ekliyor: “Esasen bu önemli de değilmiş o zamanlar. Önemli olan ilkokula başlarken alınan nüfus cüzdanına yaşım tutacak şekilde bir doğum tarihini yazmakmış. Bunu da bu konularda uzmanlaşmış olan nüfus memurumuz kolayca halletmiş.”
Dolayısıyla, önceki gün AYM Başkanlığı görevine üçüncü kez seçilen Zühtü Arslan’ın yaşam öyküsünü yazmak üzere yola koyulduğunuzda karşınıza çıkan bir nokta, kendisinin gerçek doğum tarihinin bilinmemesidir. Bilinmemesi, yalnızca “Bozkırın kavruk çocuklarının yaşadığı yer” diye tanımladığı Yozgat’ın Sorgun ilçesinde değil, aslında Anadolu’da sıkça yaşanan bir durumdur.
40 METREKARE EVDE GEÇEN ÇOCUKLUK
Zühtü Arslan, Erzurum’dan göç ettikleri için Sorgun’da “muhacir” diye adlandırılan bir ailenin beş çocuğundan ikincisi olarak dünyaya gelmiş. Çocukluğunu toplam alanı 40 metrekareyi bulmayan, iki küçük odalı, şebeke suyu olmayan bir evde anne, baba ve beş kardeş olarak kalabalık bir aile ortamında geçirmiştir.
Bütün maddi imkânsızlıklara rağmen “sıcak ve sevgi dolu bir aile ortamında büyüdüğünü” anlatıyor Arslan. Küçük bir dükkânda ayakkabı satan babası Canbolat Arslan’ın hayattaki en önemli hedefi çocuklarını okutmaktır. 1982 yılında kaybettiği babasının “Yeter ki oku, gerekirse yorganımı satarım” sözü zihninde bir vasiyet olarak hep asılı kalmıştır.
Ancak Sorgun’da okumak kolay değildi. Ortaokul eve uzak olduğu ve servis de olmadığı için karda, kışta, tozda çamurda yürüyerek gidip gelmek durumundaydı. “Arkadaşlarımın çoğunun ayaklarında ‘soğukkuyu’ denen siyah lastik ayakkabı vardı. Bu konuda şanslıydım. Babam ayakkabıcı olduğu için kundura giydirirdi” diye anlatıyor o yılları.
Çocukluk yıllarında en önemli merakı kitap okumak ve futbol oynamaktır. En büyük hayali de bir gün ilçe takımında top koşturup oradan Fenerbahçe’ye transfer olmak... Ama burada bir çelişki belirir. Çünkü mahalledeki takım arkadaşları ona Galatasaray’ın efsanevi topçusu Metin Oktay‘dan hareketle “Metin” lakabını takarlar. Sorgunspor’a gidemese de liseyi okuduğu Sorgun İmam Hatip Lisesi’nin takımında Metin Oktay’ın da kullandığı 8 numaralı formayı kapmayı başarmıştır.
MUHAFAZAKÂR GENÇ MÜLKİYE’DE SOLCU HOCALARLA TANIŞINCA
Lisede “milli ve manevi değerlerin ağırlıklı olarak verildiği” eğitimi aldıktan sonra üniversitede okumak üzere ayak bastığı Ankara’da kendisini genellikle mütedeyyin çizgideki arkadaş gruplarının arasında bulmuştur. Muhafazakâr dünya görüşünden gelmekle birlikte 1983 yılında kapısından içeri adım attığı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, yani Mülkiye’de daha çok sol geleneği temsil eden hocalarla karşılaşacaktır.
Mülkiye’de kendisi üzerinde en çok iz bırakan hocalardan biri Marksist duruşuyla bilinen Prof. Yavuz Sabuncu olmuştur. “Daha birinci sınıfta anayasacı olmayı kafama koymuştum. Rahmetli Yavuz Sabuncu’yu minnetle anmalıyım. Anayasa hukukunu ve temel haklar konusunu sevmemde ve akademik hayata atılmamda önemli rol oynadı” diye konuşur aynı mülakatta.
Anayasa hukukuna yönelmesinde rol oynayan bir diğer hocası da Prof. Mümtaz Soysal’dır, “Anayasa hocası olmaya karar vermemde Mümtaz Soysal Hoca’nın verdiği muhteşem derslerin de payı var” diye anlatır.
Mülkiye’deki nispeten özgürlükçü ortamda zihnine yerleşen “özgürlük” ve “adalet” kavramları hayatı boyunca düşünce dünyasını şekillendirmiştir: “Her Mülkiyeli gibi kurulu düzeni beğenmiyordum. İdeal düzen ise bu iki kavrama dayanmalıydı.”
Solcu hocalarının da etkisi altında bu kavramlara yönelmiş olsa da entelektüel gelişmesinin doğrultusu onu sol düşünceden çok muhafazakâr duruşunu da koruduğu liberal bir çizgiye taşımıştır.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni 1987 yılında bitirdikten sonra Polis Akademisi’nin kamu hukuku alanındaki asistanlık sınavını kazanıp buraya girmesi kendisinin önüne yepyeni bir ufuk açacaktır. Burada İçişleri Bakanlığı’nın verdiği bursla bir yıl sonra İngiltere’ye gidip Leicester Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde önce insan hakları ve sivil özgürlükler alanında yüksek lisans, ardından aynı fakültede anayasa hukuku alanında da doktora yapacaktır.
İNGİLTERE’DEKİ DOKTORA YILLARINDA LİBERAL ARAYIŞLAR
Görüleceği gibi, 1980’li yıllar Zühtü Arslan’ın yaşam serüveninde Yozgat’tan Leicester’a kadar uzanan büyük geçişler yaşadığı bir zaman kesiti olarak beliriyor.
İngiltere’deki akademik kariyer yılları, Arslan açısından hukuk ve siyaset felsefesine ilişkin çok yoğun okumalar yaptığı bir dönemdir. Liberal demokrasinin temel haklar anlayışı ve bu çerçevede Türk anayasal sistemine odaklanmıştır.
Kendi anlatımına göre, özellikle iki önemli şahsiyetin kitaplarını okuması düşünce dünyasında farklı pencereler açmıştır. Bunlardan biri, 20’nci yüzyılda Türkiye’de liberal hukuk anlayışının en önemli isimlerinden biri olarak tanınan, 27 Mayıs darbesinin üniversiteden uzaklaştırdığı, kendisini “Milliyetçi, maneviyatçı, hürriyetçi, terakkici ve muhafazakâr” olarak nitelendiren Prof. Ali Fuat Başgil’dir.
Üzerinde iz bırakan bir diğer isim ise Bosna’nın efsane devlet adamı ve düşünür Aliya İzzetbegoviç’tir. Ayrıca Prof. Ergun Özbudun liberal duruşuyla Zühtü Arslan’ın her zaman önemsediği değerli bir anayasa otoritesi olmuştur.
POLİS AKADEMİSİ’NDEN ANAYASA MAHKEMESİ ÜYELİĞİNE
Zühtü Arslan 1995 yılında İngiltere dönüşü aldığı bursun karşılığı olarak Polis Akademisi’nde ders vermeye başlar. Bu kurumda 2002 yılında doçent, 2007 yılında ise profesör unvanını almıştır. 2009 yılında başkanlığına atandığı Polis Akademisi’nde anayasa hukuku, insan hakları, devlet kurumları gibi dersler veren bir hoca olarak izliyoruz kendisini.
Aynı zamanda, Başkent ve Bilkent Üniversiteleri’nde de ders verir. Hürriyet’ten Oya Armutçu’ya verdiği, 21 Temmuz 2019’da yayımlanan “Ne İsa’ya ne Musa’ya” başlıklı mülakatta Bilkent’le ilgili renkli bir aktarım da var. Buna göre Arslan, anarşizmin devlet ve mülkiyet gibi kavramlara bakışı üzerinde dururken, sınıfta önce öğrencilere John Lennon’un ünlü “Imagine” şarkısını dinletip ardından sözlerinin ne anlama geldiğini anlatmıştır.
Üniversitede hocalık yaparken yaşam çizgisinde nehrin yatağını değiştiren en önemli hadise, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 17 Nisan 2012 tarihinde kendisini 48 yaşındayken YÖK kontenjanından Anayasa Mahkemesi üyeliğine ataması olur.
Prof. Arslan’ın AYM’de göreve başladığı ilk zamanlar, 2010 Anayasa değişikliği çerçevesinde AYM’nin önce bireysel başvuruları kabul etmeye hazırlandığı, ardından bu başvurularda kararlarını vermeye, kendi içtihatlarını geliştirmeye başladığı dönemdir.
AYM’nin büyük bir dönüşümden geçtiği, AİHM içtihatlarını içselleştirerek bu mekanizmayı kurumsallaştırdığı sürecin içinde yer alır. Sonraki 2013 ve 2014 yılları, Balyoz başta olmak üzere FETÖ’nün birçok kumpas davasının AYM’de verilen ihlal kararlarıyla bozulmasına, bu sorunlarda Türkiye’nin önünün açılmasına sahne olmuştur.
AYM’DE DEĞİŞEN DENGELER
Haşim Kılıç’ın emekli olması nedeniyle 10 Şubat 2015 tarihinde kendisinin yerine AYM Başkanlığı’na seçilen Zühtü Arslan, selefi döneminde başlayan bireysel başvuru reformunun yönetimini üstlenmiş ve geçen sekiz yıllık başkanlığı sırasında hak eksenli içtihatların yerleşmesinde kilit bir rol oynamıştır. Gerçekten sistemin yerleşmesi yönünde büyük mesafe kat edilen bir dönem olmuştur.
Bununla birlikte, 2010’lu yılların sonlarına doğru özellikle siyasi açıdan hassasiyet yaratan kararlarda mahkemenin oy dengelerinde yavaş yavaş iki merkezin belirdiğini görüyoruz. Burada 2019 yılında o tarihte 16 üyeli olan AYM’nin “Barış Akademisyenleri” davası diye bilinen Füsun Üstel başvurusunda 8-8 ikiye bölünmüş olması bu durumun en çarpıcı kanıtıdır.
Prof. Arslan, bu kararda imzacı akademisyenlerin soruşturulup tutuklanmalarının imzalanan metnin içeriği sorunlu da olsa ifade özgürlüğü bakımından ihlal olduğu yolunda tutum almıştır. Oyların eşitliğinde Başkan’ın oyu iki oy sayıldığından karar “ihlal” yönünde çıkmış, bu da sayıları 1100’ü aşan imzacı akademisyenin beraatlarına, açılan soruşturmaların kapatılmasına giden yolu açmıştır.
Gelgelelim sonraki dönemde bu gibi kritik oylamalarda Arslan’ın sıkça azınlığa düştüğü durumlara da tanıklık ediyoruz. Örneğin, Osman Kavala’nın tutuklanmasıyla ilgili iki başvuruda AYM’nin 2019 ve 2020’de verdiği “bu tedbirde ihlal olmadığı” şeklindeki kararlarda, Prof. Arslan “ihlal olduğu” yolundaki görüşünde azınlıkta kalarak muhalefet şerhi yazmıştır.
İZZETBEGOVİÇ İSLAM DÜNYASINA NASIL SESLENDİ
Böyle de olsa, Prof. Arslan AYM Başkanı olarak hak eksenli, özgürlükçü çizgisini gerek katıldığı kararlarda gerek yaptığı konuşmalarda savunmaya, dile getirmeye devam etmiştir.
Prof. Arslan’ın kayda değer bir yönü de verdiği konferanslarda, konuşmalarında, her seferinde hem Doğu hem de Batı dünyasının önemli filozoflarından, düşünce insanlarından, şairlerinden, yazarlarından yaptığı geniş alıntılardır. Bu alıntılar Kant’tan Habermas’a, İbn Haldun’dan Mevlânâ Celaleddin Rumi’ye, Oğuz Atay’dan Şadi Şirazi’ye kadar uzanan çok geniş bir entelektüel birikimi yansıtıyor.
Bu arada, geçen aralık ayında İstanbul’da “İslam Dünyası Anayasa Yargısı Konferansı”na seslenirken ulusal ve uluslararası düzlemde “adalet açığı”ndan söz ederken projektörlerini İslam dünyasına çevirerek, her zaman büyük hayranlık beslediği Aliya İzzetbegoviç’ten yaptığı çarpıcı bir alıntı da dikkat çekicidir.
Prof. Arslan, İzzetbegoviç’in 25 yıl önce İslam ülkelerinin temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda “İslam en iyisi -bu hakikat-, ama biz en iyisi değiliz” sözünü aktardıktan sonra İslam ülkeleri için de “hukuka bağlı bir devlet” oluşturma hedefine işaret etmiştir.
‘DEVLETİN CANAVARLAŞMASINI ÖNLEYECEK OLAN HUKUKTUR’
Yaptığı bütün okumalar onu nereye götürmüştür? “Nihayet şu kanaate ulaştım” diye özetliyor bütün okumalarının sonucunu “Akademi Kürsü”dergisine Prof. Arslan:
“Aslında Doğu ve Batı düşüncesinin bozulmamış kolları aynı adrese çıkıyordu. İnsan, başkalarının aracı değil, kendinde değer ve amaç olan değerli bir varlıktı. Başka bir ifadeyle, insan yaratılmışların en şereflisi, yani “eşrefi mahlukat”tır. Devlet de bizim ruh köklerimizde karşılığını bulan söylemle, işte bu değerli ve onurlu varlığı yaşatmakla yükümlü olan, toplumun örgütlü halidir. Devletin bu amaçtan uzaklaşıp canavarlaşmasını engelleyecek şey de hukuktur. Ortaya çıkan terkip tanıdıktır: Hukuk devleti...”
Bir başka deyişle, Doğu ile Batı düşüncelerini taşıyan nehirlerin hepsi aslında aynı denize, insanı yüceltme arayışına çıkıyor ona göre. Onu korumanın yolu da hukuktan geçiyor.
MAHKEME KADIYA MÜLK DEĞİL
İlginç bir nokta, söz konusu derginin editörleri aynı mülakatta kendisine, hâkim ve savcılara ve meslek adaylarına “ne gibi önerileri olduğunu” sorduklarında, Arslan’ın Karacaoğlan ve Cem Karaca’ya yaptığı atıflardır. AYM Başkanı’nın yargı camiasına tavsiyesi “Mahkeme kadıya mülk değildir” sözünün hatırdan çıkartılmamasıdır. “Başlayan her işin bir sonu var” diye konuşuyor Prof. Arslan.
Ona göre bu geçiciliği en iyi anlatan Karacaoğlan’ın “Üryan geldim, yine üryan giderim” adlı şiiridir. Arslan, şöyle diyor: “Yoğun çalışmaları sırasında yorulduklarında ve sıkıntılarla karşılaştıklarında bu türküyü Cem Karaca‘dan dinlemelerini tavsiye ederim. Ben öyle yapıyorum...”
Cem Karaca bunu duysa kim bilir ne kadar mutlu olurdu...
Paylaş