Paylaş
Burada, aslında küçük ölçekte de olsa Afganistan’la pek çok alanda benzerlik gösteren bir realite Türkiye’yi bekliyor.
İdlib bölgesi, 34 Türk askerinin 28 Şubat 2020 tarihinde Rus ve Suriye savaş uçaklarının ortak hava saldırısında şehit edilmesinin ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında 5 Mart 2020 tarihinde varılan mutabakat sonrasında önemli ölçüde sakin bir şekilde seyretti.
Buna karşılık son haftalarda Rus ve Suriye savaş uçaklarının İdlib’deki hedeflere yönelen hava saldırılarının ciddi ölçülerde yoğunlaşması, bu ortamın biraz değişmeye başladığına işaret ediyor.
SON SALDIRIYI KİM YAPTI?
Geçen bir buçuk yılı aşkın süre içinde İdlib’de Türk askerlerinin hayatını kaybettiği iki saldırı oldu. Birincisinde, 19 Mart 2020 tarihinde M-4 otoyolu üzerinde düzenlenen bir saldırıda iki asker şehit olurken, bütün şüpheler o dönemde El Kaide çizgisindeki Huras El Din örgütü üzerinde toplandı. Ayrıca, geçen 10 Mayıs’ta yine İdlib’de intikal halindeki bir TSK konvoyuna düzenlenen saldırıda bir asker ölmüştü.
Peki geçen cumartesi günü M-4 otoyolunun biraz kuzeyindeki İdlib şehir merkezi ile 7-8 kilometre kuzey doğusundaki Binniş yerleşimi arasındaki yolda arama-tarama görevinden dönmekte olan TSK unsurlarını kim hedef aldı?
Olaydan sonra sosyal medya hesaplarında yapılan bir paylaşımda, saldırıyı “Ebu Bekir Sıddık’ın Yardımcıları Seriyyesi” isimli bir örgüt üstlendi. Bir önceki 10 Mayıs saldırısını da aynı grup üstlenmişti. Bu, İdlib’de adı yeni yeni duyulmakta olan ve DEAŞ’a yakın çizgide olduğu değerlendirilen bir örgüt.
Bununla birlikte, saldırıyı söz konusu örgütün üstlenmiş olması, eylemin muhakkak onlar tarafından gerçekleştirildiği anlamına da gelmiyor. Bu aşamada saldırının failinin kim olduğu sorusunun yanıtının Ankara cephesinde henüz tam olarak netleşmediği anlaşılıyor.
LAVROV’UN TÜRKİYE’YE DÖNÜK ELEŞTİRİSİ
Bu hadise, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un geçen perşembe günü Moskova’da Türkiye’nin İdlib’deki terörist gruplara ilişkin anlaşmaları uygulamadığı yolundaki eleştirilerinden iki gün sonra meydana geldi.
Lavrov, Rus savaş uçaklarının İdlib’deki saldırılarının yoğunlaştığı bir döneme denk gelen bu açıklamasında, Türkiye’nin, Putin ile Erdoğan arasında İdlib konusunda varılan ilk uzlaşı metni olan 17 Eylül 2018 anlaşmasını uygulamadığını ileri sürerek, şöyle demişti:
“Bu mutabakatlar, normal, makul muhalefetin -başlıca Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) olmak üzere- teröristlerden ayrıştırılmasını öngörüyor. Bu süreç başlatıldı, ancak sonuçlanmış olmaktan uzak. Yapılması gereken daha çok şey var.”
Lavrov, iki ülkenin askerlerinin yaptıkları görüşmelerde Türk tarafına anlaşmanın uygulamasını kolaylaştıracak “bazı pratik yollar” önerdiklerini de açıklamıştı.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise İdlib’deki saldırıdan sonra aynı gün gittiği Hatay’daki bir konuşmasında Lavrov’a ismini geçirmeden yanıt vermiş, “Rusya Federasyonu ile yaptığımız görüşmeler sonrasında imzalanan mutabakatlar var. Biz bu mutabakatlara uyuyoruz. Sorumluluklarımızı yerine getirdik, getirmeye devam ediyoruz. Muhataplarımızın da bu mutabakatlara, buradaki sorumluluklarına uymalarını bekliyoruz” diye konuşmuştu.
RUSYA HAVA SALDIRILARINI NEDEN ARTTIRDI?
İki bakanın açıklamaları yan yana konduğunda, mutabakatları yorumlama ve uygulama konularında Ankara ile Moskova arasında önemli görüş ayrılıklarının bulunduğu çarpıcı bir şekilde kendini gösteriyor.
Türkiye, Rusya’nın hava saldırılarıyla mutabakatlardaki ateşkes taahhüdünü ihlal ettiğini belirtirken, Rusya da her seferinde yalnızca terör gruplarını hedef aldığını, bu durumun anlaşmaların ihlali olmadığını öne sürüyor. Rusya’nın hava harekâtlarının birden artması, Ankara’yı siyasi nedenlerle sıkıştırma saiki ile de açıklanabilir.
Bu çerçevede ay sonunda Soçi’de Türkiye, İran ve Rusya cumhurbaşkanlarının Astana süreci kapsamında bir araya gelmeleri beklenen üçlü zirve toplantısı kritik bir önem kazanıyor. Rus tarafının İdlib’deki saldırıları artırarak zirve öncesi Türkiye karşısında müzakere pozisyonunu, elindeki kartları güçlendirmeye çalıştığını ileri sürmek mümkün.
BM, HTŞ’Yİ TERÖRİST KABUL EDİNCE
Ankara ile Moskova arasındaki anlaşmazlığın temelinde İdlib’i büyük ölçüde kontrolü altında tutan HTŞ’nin BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) onayladığı terör örgütleri listesinde yer alması yatıyor. İlginç olan bir nokta, Türkiye’nin de 2018 yılındaki bir Cumhurbaşkanlığı kararı ile BMGK’nın HTŞ’yi -terörist grup- olarak listelemesini onaylamış olması.
El Kaide’nin Suriye’deki resmi temsilcisi olan El Nusra’nın lideri Abu Muhammed el Culani, 2017 yılında bu örgütten ayrıldığını açıklayıp, HTŞ’yi kurduğunu, artık küresel cihat hedefi olmadığını, Suriye’de muhalif bir örgüt olarak kabul edilmek istediğini söylemişti. HTŞ, Culani’nin bu yöndeki beyanlarına karşılık, BM sistemi tarafından El Kaide’nin uzantısı olarak görülüyor ve terör örgütleri listesinde tutuluyor.
TSK’nın da çok sayıda gözlem noktası bulundurduğu İdlib’in M-4 yolu üzerindeki geniş bir kesiminde yönetim, büyük ölçüde HTŞ’ye bağlı “Kurtuluş Hükümeti” diye adlandırılan, kendine göre bir “bakanlıklar” örgütlenmesi olan ve şeriat kurallarını esas alan bir sivil otorite tarafından sağlanıyor.
Bu hükümet, yakın zamanda İdlib’de bir “ahlak polisi” birimi de de kurdu. Ayrıca, geçen ayın ortasında Taliban Kabil’i ele geçirdiğinde, İdlib’de HTŞ çevrelerinde büyük bir coşku yaşanmış, Taliban’ın zaferini kutlamak üzere tatlı dağıtılmıştı.
İdlib’de yine El Nusra içinden çıkan ancak El Kaide’ye sadakatini koruyan “Huras el Din” isimli daha küçük bir örgüt de bulunuyor. HTŞ ile Huras el Din’in zaman zaman çatıştıkları biliniyor. Bunun yanı sıra muhtelif Arap ülkeleri, Kafkasya, Orta Asya ve Doğu Türkistan’dan gelen cihatçı savaşçıların oluşturduğu irili ufaklı gruplar da faaliyet gösteriyor İdlib’de. Bunların en azından bir bölümü HTŞ’nin denetiminde.
Bütün bunlar dışında İdlib’de bir de DEAŞ’ın (IŞİD) hücreleri var. Hatırlanması gereken bir nokta, DEAŞ’ın bir önceki lideri Ebubekir El Bağdadi’nin iki yıl kadar önce 27 Ekim 2019 tarihinde İdlib’de Türk sınırına 5 kilometre kadar uzaklıktaki Barişa köyünde ABD’nin düzenlediği bir harekâtta öldürülmüş olmasıdır. Salt bu hadise bile, İdlib’in terör örgütleri açısından nasıl bir çekim alanına dönüştüğünü anlatmak bakımından yeteri kadar açıklayıcıdır.
Dolayısıyla, üç Türk askerini öldüren “Ebu Bekir Sıddık’ın Yardımcıları Seriyyesi” isimli bir örgütün İdlib’de ortaya çıkabilmiş olması, bütün bu ortam içinde çok şaşırtıcı görülmemelidir.
İdlib, son yıllarda BM tarafından hazırlanan El Kaide ve DEAŞ’la ilgili bütün raporlarda, Afganistan ile birlikte “yabancı terörist savaşçılar”ın en yoğun toplandıkları iki bölgeden biri olarak gösteriliyor.
İDLİB’E İLİŞKİN ZOR SORULAR
Buradaki ikilemlerden biri, söz konusu grupların yuvalandığı İdlib’in aynı zamanda -azımsanmayacak bir bölümü yerinden olmuş insanlar olmak üzere- üç milyonun üstündeki nüfusu ile Türkiye’ye dönük büyük bir göç dalgası potansiyelini barındırmakta oluşudur. Türkiye, İdlib bölgesinde bulundurduğu askeri gücü ile Esad rejiminin bu bölgeye dönük -göç dalgasını tetikleyebilecek- muhtemel bir askeri harekâtını da caydırmayı hedefliyor.
Her halükârda geçen hafta sonu üç askerimizin şehit olduğu saldırı, İdlib’te çok uzun bir zamandır asılı duran bir soruyu yeniden önümüze getirmiştir. Türkiye’nin sınırlarının hemen bitişiğindeki İdlib’de üslenmiş olan bütün bu cihatçı gruplar gelecekte nereye gidecektir? Bir yere gitmeyeceklerse, Afganistan’a benzeyen bir istikrarsızlık ve kaos coğrafyasının aktörleri olarak Türkiye’nin yanı başında mı kalacaklar?
Paylaş