Paylaş
Avrupa Günü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir mesaj yayımlayarak “AB’ye tam üyeliğin Türkiye’nin stratejik bir tercihi olduğunu” belirtip, “üyelik hedefine bağlılıklarını” kuvvetli ifadelerle tekrarlamasına bir vesile oluşturdu. Erdoğan, bu mesajında “AB norm ve standartlarının karşılanması ile siyasi ve ekonomik kriterlere tam uyumun sağlanmasına yönelik çalışmaların kararlılıkla sürdürüleceğini” de vurguladı.
Avrupa değerlerini yücelten, “Avrupa Projesi”ne sahip çıkan bir Erdoğan kimliğiyle karşılaşıyoruz dünkü mesajda.
Mesajın en dikkat çekici bölümlerinden biri, Erdoğan’ın Türkiye’nin “esasen 1949’dan beri Avrupa hukuk sisteminin bir parçası olduğunu” vurgulamasıydı. Başbakan, bu ifadesiyle Türkiye’nin 1949’da Avrupa Konseyi’ne üye olmasıyla başlayan ve daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuru hakkının kabul edilmesine kadar uzanan sürecini kastetmiş oluyor.
* * *
Başbakanlık ve AK Parti’nin resmi web sitelerinde konan yazılı mesajlar, bir taahhüdün tekrarı anlamında kuşkusuz bir değer ve bağlayıcılık taşıyor. Bütün mesele, Avrupa norm ve standartları söz konusu olduğunda, kâğıt üstünde ve sanal ortamda var olan bu irade beyanları ile Türkiye’de uygulamadaki durumun bugün birbirine zıt iki durumu yansıtmakta oluşudur.
Son dönem Brüksel’den birbiri ardına gelen bütün eleştirel açıklamalara bakmak, Türkiye’nin Avrupa değerlerinden uzaklaşmakta oluşunu göstermeye yeterlidir. Avrupa Komisyonu’nun 17 Aralık sonrası süreçte özellikle yargı ile ilgili düzenlemelerin “Kopenhag siyasi kriterlerinin sorgulanmasına yol açmaması gerektiğini” vurgulama ihtiyacını duymuş olması düşündürücü olmalıdır.
Tersinde okunduğunda, Komisyon Kopenhag siyasi kriterleri açısından soru işaretlerinin bulunduğunu belirtiyor. Kopenhag kriterleri, müzakerelerin açılması ve yürütülmesinin önkoşuludur.
Türkiye’de ifade özgürlüğünde büyük sorunların yaşandığı, buna ek olarak 17 Aralık sonrası süreçte yargı bağımsızlığının darbe aldığı artık AB içinde herkesin üzerinde mutabık olduğu bir görüştür.
Şunu söylemek bir hata olmaz. Hükümet eğer tam üyelik müzakerelerine başlamak için başvurusunu bugün yapmış olsaydı, muhtemeldir ki Avrupa Komisyonu, demokrasi, temel hak ve özgürlükler alanındaki performansı ışığında Türkiye’yi müzakerelere başlama ehliyetine sahip bulmazdı. Özellikle basın özgürlüğü, toplanma hakkı ve yargı bağımsızlığı gibi alanlardaki yaygın sorunlar nedeniyle Kopenhag kriterlerini karşılamadığı görüşü ağır basar, Türkiye’nin önce bu başlıklarda ev ödevini tamamlaması istenirdi.
* * *
Bu noktada içinde önemli bir paradoks barındıran şu soruya yanıt vermek durumundayız: Nasıl oluyor da AB’nin tam üye adayı olarak kabul ettiği ve –başka hedeflerin yanı sıra- demokrasisini de ileri götürmek üzere müzakere masasına oturduğu bir ülkede demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında ciddi bir zemin kaybı yaşanabiliyor? Bu, üniversitelerin AB kürsülerinde akademik düzeyde yanıt aranması gereken bir sorudur.
Her halükârda çıkarabileceğimiz sonuç, AB’nin Türkiye ile girdiği angajman içinde bu ülkede demokrasi ve hukuk değerleri açısından yeteri ölçüde koruyucu bir şemsiye sağlayamadığıdır. AB mevcut kurumsal işleyişiyle bu alanda iyi bir sınav vermemiştir. AB, benzer bir başarısızlığı aday değil üstelik tam üye olan Macaristan örneğinde de yaşıyor bugün.
* * *
AB’nin bu alandaki zafiyeti nereden kaynaklanıyor? Birinci neden, AB’nin özellikle 2008 ve 2009 sonrası dönemde Türkiye’deki yönelişleri anlamakta, Başbakan Erdoğan’ın yönetim tarzını çözmekte, onun siyasi kurnazlığını okuyabilmekte zayıf kalmasıdır.
AB’nin bugün Türkiye’de eleştirmekte olduğu olumsuzluklar gökyüzündeki yıldızların dizilişindeki bir değişikliğin sonucu değildir ve birdenbire ortaya çıkmamıştır. Hükümetin otoriterleşme eğilimleri 2011’den çok önce başladığı halde, Avrupa Komisyonu’nun radarları bu işaretleri tespitte körleşme yaşamıştır. Tespit edilen sorunlar için de ilerleme raporlarına bir paragraf fazla yer açmak pratikte o sorunlar açısından hiçbir iyileşme getirmemiştir. Durum kritik eşiği geçtiği noktada ise AB gelişmeleri etkileyebilme marjını zaten çoktan yitirmişti.
Ne olursa olsun AB açısından ciddi bir özeleştiri gerektiren bir durum var.
Sonuçta Avrupa Komisyonu da bugün içinden çıkamadığı bir sıkışmışlık içinde buluyor kendisini Türkiye karşısında. Muhtemelen bugün olduğundan daha sert bir tepkiye yöneldiği takdirde, bunun tümüyle kopmaya yol açması ve hükümet üzerindeki çok sınırlı etkisini de tehlikeye atmasından çekiniyor. Gelgelelim, mevcut politikayı sürdürmesi de Türkiye’deki gidişata etki yapma, caydırma anlamında hiçbir sonuç doğurmuyor.
Bu durumu AB’nin “hak edilmiş çaresizliği” olarak nitelendirebiliriz.
Paylaş