Sedat Ergin

O listedeki general üniformasını geri almaya hazırlanıyor

19 Şubat 2019
Olağanüstü Hal Komisyonu’nun darbecilikle suçlanan bir tuğgeneralin kamudan ihraç edilmesini öngören Kanun Hükmünde Kararname (KHK) tasarrufunun iptal edilmesi yönünde geçenlerde verdiği hüküm, 15 Temmuz sonrasında tanık olunan en dikkat çekici kararlardan birini oluşturuyor.

Hayatının bir yılını bir hücrede tek başına geçirmek zorunda kalan bir tuğgeneralin yeniden üniformasını giyerek göreve başlaması önündeki en son engel, bu kararla birlikte aşılmış bulunuyor. 

Konuyu tam olarak açıklayabilmek için biraz geriye dönelim. OHAL Komisyonu kararının konusu olan Tuğgeneral Adnan Arslan’ın mağduriyeti bu köşede ilk kez geçen 10 Kasım’da çıkan “FETÖ’den Mahkûm Olan Tuğgeneralin Masumiyeti Anlaşılınca” başlıklı yazıda değerlendirilmişti.

Darbe girişimi sırasında Tokat Bölge Jandarma Komutanı olan Tuğgeneral Arslan’ın dosyasının ilginç bir öyküsü var. Arslan, 15 Temmuz’da  ailesiyle birlikte Side’de tatil yapmaktadır. Karargâhına Ankara’dan gelen sıkıyönetim direktifinde darbecilerin hazırladıkları görevlendirme listesinde isminin karşısına gıyabında “Tokat Sıkıyönetim Komutanı” diye yazdıklarını öğrenir.

Arslan, maiyetindeki bütün subayları telefonla arayarak darbe faaliyetinin desteklenmemesi, sokağa araç çıkarılmaması, birliklere hâkim olunması talimatını verir.

Gelgelelim darbecilerin kendisini ‘Sıkıyönetim Komutanı’ olarak görevlendirmeyi tasarlamış olması Tokat Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından darbeye katıldığının ve FETÖ üyesi olduğunun yeterli bir delili sayıldığı için tutuklanır. Ardından her iki suç iddiasıyla hakkında dava açılır, tam bir yıl bir hafta süreyle tek kişilik bir hücrede hapis yatar. Ayrıca, yine bu görevlendirme belgesi yeterli görülerek çıkarılan bir KHK ile Jandarma Genel Komutanlığı’ndan da ihraç edilir.

Bunu izleyen süreçte Tokat Birinci Ağır Ceza Mahkemesi, tek kişilik bu davada 25 Ekim 2017 tarihinde Arslan’ı darbe girişimi iddiasından beraat ettirmiş, ancak görevlendirme listesinde adının geçmesini örgüt üyeliğinin delili olarak değerlendirerek, FETÖ üyeliğinden mahkûm etmiştir. Temyiz aşamasında Samsun’daki İstinaf Mahkemesi ise 19 Ocak 2018 tarihinde Arslan’ın her iki suçlamadan da beraatına karar vermiştir. Yargıtay 16. Ceza Dairesi de 26 Ekim 2018 tarihinde istinaf mahkemesi kararını onamıştır.

Yargıtay, böylelikle FETÖ’nün darbe planlaması çerçevesinde hazırladığı görevlendirme listelerinde bir general ya da subayın adını geçirmiş olmasının tek başına yeterli delil olamayacağı yolundaki içtihadını güçlendirmiştir.

Tuğgeneral

Yazının Devamını Oku

Türk-Rus-İran bildirisinin şifreleri

16 Şubat 2019
ÖNCEKİ gün Türkiye, Rusya ve İran cumhurbaşkanlarının katılımıyla Soçi’de gerçekleştirilen Dördüncü Astana Zirvesi’nden sonra yazdığım ilk değerlendirme, doğrudan liderlerin açıklamalarını esas alıyordu ve henüz ortak bildiri çıkmamıştı.

Yayımlanan bildiriye bakıldığında dikkat çekici şu unsurların altı çizilebilir.

Bunlardan birincisi, El Kaide çizgisindeki Heyet Tahrir Üş Şam (HTŞ) örgütünün sahada kontrolü büyük ölçüde eline geçirdiği İdlib’le ilgilidir. Bildiride, HTŞ’nin bölgedeki kontrolünü arttırmaya dönük girişimlerinden duyulan “ciddi kaygı” ifade ediliyor.

Üç ülkenin bu girişimlere “etkili bir şekilde karşılık verilmesi”nin yanı sıra buradaki ihlallerinin azaltılması için “somut adımlar atılması” hususunda görüş birliğine vardıkları da duyuruluyor. Bildiriye göre, bu adımların atılması İdlib’e ilişkin 17 Eylül 2018 tarihli Türk-Rus mutabakatının tüm unsurlarıyla hayata geçirilmesi suretiyle sağlanacaktır.

Bildiride bu “somut adımlar”ın neler olacağı hususunda bir açıklık yok. Söz konusu mutabakatta İdlib’de tesis edilmesi kararlaştırılan silahsızlanma bölgesinin iç kısmından Türkiye’nin sorumlu olduğunu hatırlayalım. Bu durumda bildiride söz edilen adımların sorumluluğunun öncelikle Türkiye’ye düştüğü sonucuna varabiliriz. Ancak ihlallerin bir bölümü de Esad rejiminin İdlib’i hedef alan yoğun topçu atışlarından kaynaklandığından, Rusya’nın da atması gereken adımlar var; rejimi bu hareketlerinden caydırmak gibi...

Burada ilginç olan bir nokta, Rusya lideri Vladimir Putin’in Sözcüsü Dmitry Peskov’un önceki akşam İdlib’i teröristlerden temizlemek için atılacak adımların “askeri eylem içermeyeceğini” söylemiş olmasıdır. Askeri değilse bu adımların hangi alanlarda olabileceği hususunda da açıklık yoktur.

*

Yine İdlib’le ilgili dikkat çekmemiz gereken önemli bir ayrıntı, Putin’in önceki akşamki basın toplantısında “Türk ve İranlı dostlarımız İdlib’de gerilimi aşağı çekmek ve durumu istikrara kavuşturmak için birlikte çalışmak hususunda istekliler” demesidir.

Türk-Rus askerlerinin İdlib’deki ortak devriyelerinin başlayacağı

Yazının Devamını Oku

Soçi zirvesinin dökümü... Güvenli bölgede Türk-Rus yakınlaşması

15 Şubat 2019
Soçi’de dün Türkiye, Rusya ve İran cumhurbaşkanlarının katılımıyla gerçekleştirilen Dördüncü Astana Zirvesi’nde yapılan açıklamalardan yola çıkarak kaleme alacağımız bir ‘ön değerlendirme’de özet olarak şu gözlemleri öne sürebiliriz:

RUSYA’YLA ÖRTÜŞME

Fırat’ın doğusunda Suriye sınırı boyunca bir ‘güvenli bölge’ tesis edilmesi konusunda Türkiye ile Rusya’nın tutumları arasında bir yakınlaşmanın belirmekte olduğunu söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dün Rusya lideri Vladimir Putin ile görüşmesi sırasında dünya kamuoyu önünde “Bu fikre Rusya’nın da olumlu yaklaşmasından memnuniyet duyuyoruz” diyerek Moskova’nın bu niyetlere yeşil ışık yakmış olduğunu kayda geçirmiş olması önemlidir. Putin’in bu tespite bir itirazda bulunmaması, bize Erdoğan’ın açıklamasını kabullendiğini, teyit ettiğini anlatıyor.

TAHRAN GÜVENLİ BÖLGEYE SICAK DEĞİL, ANCAK...

Buna karşılık İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin açıklamaları, Tahran’ın güvenli bölgeye mesafeli durduğunu gösteriyor. Ruhani’nin dün sabah Soçi’ye hareket ederken “Meşru hükümetin daveti üzerine Suriye’de bulunmayan ülkelerin ülkeyi terk etmesi gerektiğini” belirtmesi, Soçi’de de “Suriye’nin tamamının Şam yönetiminin egemenliği altına girmesi gerektiğini” vurgulaması Tahran’ın ana pozisyonunu oluşturuyor. Ancak Ruhani’nin Fırat’ın doğusundaki alanda “Türkiye’nin terör kaynaklı güvenlik endişelerini anlayışla karşıladıklarını” birçok kez ifade etmesi ve ayrıca “bu bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesi şart” diye konuşması da Ankara’ya gönderilen sıcak mesajlar. Ruhani’nin terör örgütleriyle YPG/PYD’yi de kastettiği konusunda bir tereddüt yok.

TAHRAN DA ŞAM’I İŞARET EDİYOR

Pozisyon farklılığına karşılık, Ruhani’nin Erdoğan karşısında özenli ve yapıcı bir dil kullanması güvenli bölge meselesiyle nedeniyle Ankara ile arasını açmak istemediğinin de bariz bir kanıtı. Aslında YPG/PYD’nin bir tehdit oluşturduğu konusunda iki ülkenin tehdit değerlendirmelerinde bir fark yok. Burada ilginç olan, Ruhani’nin de Erdoğan’a, Putin’in bu konuda 23 Ocak’ta Moskova’da yaptığı gibi, Şam’daki hükümetle ‘Adana Mutabakatı’ çerçevesinde görüşülmesini önermesi, Ankara ile Şam arasında normalleşmeyi hararetli ifadelerle teşvik etmesidir. Ankara’nın Şam ile diyaloga girmesi beklentisi Astana mekanizması içinde bir ortak Rus-İran pozisyonu haline gelmiştir. Erdoğan’ın basın toplantısında Adana Mutabakatı’na atıf yaparak “Geleceğimizi buna göre yorumluyoruz” gibi bir ifade kullanması, Suriye ile ilişkilerin normalizasyonunda bugün için olmasa bile geleceğe dönük bir esneklik taşıdığı mesajı olarak okunabilir.

İDLİB’DE SÜKUNET Mİ, TEMİZLİK Mİ?

Tarafların İdlib’e ilişkin söylemlerinin analizi farklı duruşlarını ortaya koyuyor. Örneğin

Yazının Devamını Oku

Bugün bütün gözler Soçi zirvesinde

14 Şubat 2019
TÜRKİYE, Rusya ve İran cumhurbaşkanları, bugün Soçi’de Dördüncü Astana Zirvesi için bir araya geliyor. Bir önceki zirve 7 Eylül’de Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin ev sahipliğinde düzenlenmişti.

Aradan geçen beş ay zarfında Suriye’de meydana gelen iki önemli gelişme bu zirveye birçok bakımdan kritik bir görüntü kazandırıyor.

Gelişmelerden birincisi, ABD Başkanı Donald Trump’ın askerlerini Suriye’den çekme kararıdır ve bu durumda Fırat’ın doğusunda nasıl bir güç dengesinin belireceği, nasıl bir düzenin kurulacağı soruları bütün Ortadoğu’nun geleceği bakımından hayati bir önem kazanmıştır. İkincisi ise El Kaide uzantısı Heyet Tahrir Üş Şam’ın (HTŞ) ocak ayı başından itibaren İdlib’in neredeyse tümünü hâkimiyeti altına almasıdır. HTŞ’ye nasıl bir karşılık verileceği Suriye’nin en ivedi meselelerinden biri haline gelmiştir.

Bu iki ‘sıcak’ gündem maddesine Suriye sorununa çözüm arayacak anayasa komitesinin toplanması dosyasını üçüncü bir başlık olarak ekleyebiliriz.

Şimdi her üçünü de tek tek inceleyelim.

*

Önce güvenli bölge... Rusya’nın tutumunu değerlendirirken şu hususları dikkate almamız gerekiyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “en gerçekçi ve düzgün çözümün ABD’nin çekileceği topraklara Suriye hükümeti ve ordusunun girmesi olacağını söylüyor. Rusya lideri Vladimir Putin ise 23 Ocak’ta Moskova’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Türkiye’nin güvenlik kaygılarını Suriye hükümeti ile 1998 tarihli ‘Adana Mutabakatı’ üzerinden çözüme kavuşturmasını önermişti. Moskova cephesinden gelen ilk resmi açıklamalar güvenli bölge konusunda cesaretlendirici bir ton taşımıyordu.

Gelgelelim Türk tarafınca yapılan açıklamalar, ikili görüşmelerde Rusya’nın güvenli bölgeye aslında kategorik bir şekilde karşı olmadığını, belli bir esnekliğin bulunduğunu işaret ediyor. Bunun son örneği Milli Savunma Bakanlığı’nın önceki günkü basın brifinginde ‘güvenli bölge’ başlığında “Bu konuda gerek üst düzeyde gerek alt düzeydeki heyet çalışmalarında Rusya Federasyonu ile benzer düşünceleri paylaştığımız görülmüştür” denilmesidir.

Bu açıklama Rusya Savunma Bakanı

Yazının Devamını Oku

Türkiye-İran-Rusya - Dünyanın en nevi şahsına münhasır işbirliği formatı: Astana

13 Şubat 2019
Türkiye, Rusya ve İran’ın cumhurbaşkanları Recep Tayyip Erdoğan, Vladimir Putin ve Hasan Ruhani’nin yarın Soçi’de ‘Dördüncü Astana Zirvesi’nde bir araya gelecek olmaları 2017 yılı ocak ayında başlayan Astana sürecinin üçüncü yılına girerken artık kurumsallaşmaya başladığını gösteriyor.

Formal bir organizasyona dayanmayan esnek formatı ve çalışma yöntemleri ile uluslararası ilişkilerde pek benzeri bulunmayan, kendine özgü bir işbirliği modeli söz konusu Astana sürecinde. 

Astana mekanizmasının kurumsal işleyişini incelediğimizde bugüne dek cumhurbaşkanları düzeyinde üç zirve, dışişleri bakanları düzeyinde üç buluşma ve siyasi direktörler düzeyinde de 11 toplantı yapıldığını görüyoruz. Burada önem taşıyan nokta, Suriye’de son iki yıl içinde ülkenin batısında -sahada- meydana gelen gelişmelerin, bunun dışında siyasi çözüme dönük arayışların önemli ölçüde bu toplantılarda şekillenen, olgunlaşan fikirlerin, önerilerin uzantısı olmasıdır.

Örneğin, 2016 sonunda ilan edilen ateşkesin tahkim edilmesi için muhalefetin kontrolünde olan dört bölgenin (İdlib, Dera/Kunetra, Humus’un kuzeyi ve Doğu Guta) ‘gerilimi düşürme bölgesi’ ilan edilmesi Astana’nın başlıca hedeflerinden biriydi. İdlib dışındaki üç bölge bugün Esad rejimine geçmiştir.

Rejimin kontrölü dışındaki İdlib’in büyük bir bölümü ise bugün bir terör örgütünün (HTŞ) hakimiyetindedir. Türkiye’nin İdlib’de çatışmasızlığı izlemek üzere 12 askeri gözlem noktası kurmuş olması yine Astana toplantılarında alınan kararların bir uzantısıdır.

Suriye sorununa nihai çözüm bulmak amacıyla çalışacak Anayasa Komitesi’nin çerçevesini oluşturmak üzere 2018 Ocak ayında muhalefet ile rejimi bir araya getiren Soçi’deki Ulusal Diyalog Kongresi de yine Astana sürecinin türevlerinden biridir. Bu kongrede üzerinde mutabakata varılan ilke ve esaslar Anayasa Komitesi’nin oluşumunu belirleyecektir.

Aslında bu yönüne bakıldığında Astana mekanizması siyasi çözüm çalışmaları açısından BM sürecinin de önüne geçmiş ve bu durum bazı Batılı çevrelerde rahatsızlık yaratmıştır. Geçen yıl ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya’nın Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ü yanlarına alarak Suriye’yi görüşmek üzere ‘Küçük Grup’u oluşturmaları, Astana’nın tetiklediği rekabet duygusunun bir sonucudur.

Buna karşılık Astana ortaklarının kendi aralarındaki rekabet de az değildir. Galiba Astana mekanizmasını ilginç kılan da bu yönü, yani temelinde ciddi çelişkilerin yarattığı bir paradoksa dayanmasıdır. Çünkü, iç savaşta Beşar Esad’ı ayakta tutmak isteyen ve ona her türlü desteği veren Rusya ve İran gibi iki ülke ile Esad’ı devirmek için bütün ağırlığını koyan Türkiye işbirliği yapmak üzere bir araya gelmektedir.

Tabii, ABD’nin Fırat’ın doğusunda bağımsız bir Kürt devletinin altyapısını hazırladığı yolundaki ortak tehdit değerlendirmelerinin yakın zamana kadar bu üç ülkeyi birbirine yaklaştırmakta bir tutkal işlevi gördüğü de söylenebilir.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’den Uygur Türkleri konusunda Çin’e karşı açık tavır

12 Şubat 2019
Geçen cumartesi akşamı saat 20.00 sularında Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy’un bakanlığın web sitesinde yayımlanan bir açıklaması son iki gündür uluslararası alanda geniş yankılara yol açmış bulunuyor.

Açıklamada, Çin Halk Cumhuriyeti Uygur Türklerini hedef alan ayrımcı uygulamalarından dolayı oldukça kuvvetli bir dille eleştiriliyor. Dışişleri’nin bu çıkışı, Pekin’den sert bir açıklamayla karşılık görürken, uluslararası medyanın da bütün projektörlerini çevirdiği bir gelişme oldu.

Dışişleri Sözcüsü’nün açıklaması, sekiz yıl hapse mahkûm edilmiş olan Uygur Türklerinin ünlü halk ozanı Abdurrehim Heyit’in hapishanede öldüğü yolundaki haberlerin geçen hafta sosyal medyada büyük bir infial dalgasına yol açmasının ertesinde ortaya çıktı. Açıklamada “Heyit’in vefat haberinin teessürle öğrenildiği” belirtiliyordu.

Bu açıklamanın önemi, Uygur Türklerinin maruz kaldıkları ayrımcılık ve hak ihlalleri karşısında, Türkiye’nin dünya kamuoyunun önünde ilk kez bu ölçüde açık ve berrak bir tutum almış olmasıdır. Ankara, bu çıkışını Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaratacağı tepkileri göze alarak yapmıştır.

Başta BM’nin insan hakları konusundaki uzman kuruluşları olmak üzere uluslararası çevrelerde son iki yıldır tepkilere yol açan Çin’in bu tasarrufları karşısında genellikle sessiz kalan ve eleştirilerini diplomatik kanallardan aktardığını duyuran AK Parti iktidarı, birden majör bir tutum değişikliğine yönelmiştir.

Açıklamanın ağırlık taşıyan bölümleri şöyle özetlenebilir:

“Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Uygur Türklerinin ve diğer Müslüman toplulukların temel insan haklarını ihlal eden uygulamalar, özellikle son iki yıl içerisinde ağırlaşmış ve uluslararası toplumun gündemine taşınmıştır.

Özellikle Ekim 2017’de ‘Tüm Dinlerin ve İnançların Çinlileştirilmesi’ siyasetinin resmen ilan edilmesi, Uygur Türklerinin ve bölgedeki diğer Müslüman toplulukların etnik, dini ve kültürel kimliklerinin tasfiye edilmesi hedefi doğrultusunda atılmış yeni bir adım olmuştur.

Keyfi tutuklamalara maruz kalan bir milyondan fazla Uygur Türkünün toplama kamplarında ve hapishanelerde işkence ve siyasi beyin yıkamaya maruz bırakıldıkları artık bir sır değildir. Kamplarda alıkonmayan Uygurlar da büyük baskı altında bulunmaktadır.

Yazının Devamını Oku

İki başkent, iki açıklama ve aradaki Türkiye

9 Şubat 2019
Önceki gün dünyanın iki önemli başkentinin dışişleri bakanlıklarında doğrudan Türkiye’yi ve Türkiye’nin Suriye’deki durumunu konu alan iki kritik açıklama yapıldı.

Önce Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova ile başlayalım. Zakharova, İdlib konusunda son derece ayrıntılı bir değerlendirme yaparak, buradaki Heyet Tahrir Üş Şam (HTŞ) ve diğer terör gruplarının Suriye ordusunu hedef alan saldırılarını arttırdıklarını, bu grupların ortak bir harekât karargâhı oluşturmakta olduklarını, büyük ölçekli bir askeri harekâta hazırlandıklarını bildirdi. Rus sözcü, bu grupların İdlib’in sınırlarındaki temas hattı boyunca “zehirli kimyasal maddeler stokladıklarını” belirterek, “kimyasal silah içeren provokasyonlara karşı” uyarıda da bulundu.

Rusya sözcüsü, bu tehdit değerlendirmesinden sonra Ankara’ya şöyle seslendi:

İdlib’deki çok karmaşık durumu dikkate aldığımızda, Türk ortaklarımızın 17 Eylül 2018 tarihli İdlib’e ilişkin Soçi anlaşmaları çerçevesindeki taahhütlerini tümüyle uygulamak ve İdlib’deki durumu nihayetinde değiştirmek üzere çabalarını arttıracaklarını ümit ediyoruz. Buna silahsızlandırma bölgesinin oluşturulması da dahildir.”

Moskova’nın önümüzdeki hafta düzenlenecek Soçi Zirvesi öncesi yaptığı bu çıkış, yeteri kadar açık. HTŞ’nin ocak başından itibaren İdlib’de sahada elde ettiği bütün askeri kazanımların ardından, Moskova, mutabakat çerçevesinde Türkiye’nin HTŞ’ye karşı harekete geçmesini istiyor. Türkiye İdlib’de 12 askeri gözlem noktası bulundursa da, HTŞ’nin sahada muhalif gruplara dönük saldırıları karşısında çatışmaların dışında kalma yönünde bir tutum sergilemişti.

Rus tarafının önceki günkü çıkışını Türkiye’yi sahada aktif bir tutuma davet şeklinde anlamak hata olmaz.

Washington cephesinde ise yine önceki gün, Dışişleri Sözcü Vekili Robert Palladino, ABD’nin askerlerini Suriye’nin kuzeydoğusundan çektikten sonra nasıl yol alınacağını muhataplarıyla ayrıntılı bir şekilde değerlendirmekte olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor:

Şunu açıkça söyledik, Suriye Demokratik Güçleri (SDF) askeri açıdan hedef alınmamalıdır. Bu SDF’nin Kürt bileşenini de kapsamalıdır.”

SDF’nin ana omurgasını PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin oluşturduğunu dikkate aldığımızda, ABD Dışişleri’nin bu çıkışı Ankara’ya “

Yazının Devamını Oku

Binbaşı Sedat Kaya hakkında zorunlu bir yazı

8 Şubat 2019
BU köşede 15 Mart 2017 tarihinde yayımlanan “Sedat Binbaşı Darbeciye Sıkmalı mıydı?” başlıklı yazım 15 Temmuz darbe girişimi gecesi Malatya’daki İkinci Ordu Komutanlığı Karargâhı’nda yaşanan bir olayı konu alıyordu. Daha sonra gazetenin 16 Temmuz 2017 tarihli Pazar Eki’nde yayımlanan “Araftaki Binbaşı” başlıklı ikinci bir yazımda aynı olayı biraz daha ayrıntılı bir şekilde işledim.

İkinci Ordu’daki darbe girişimi ile ilgili soruşturmada gündeme gelen ve o tarihte İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Adem Huduti’nin emir subayı olan Binbaşı Sedat Kaya’nın dahil olduğu bu hadisenin özü şudur:

Darbe girişiminde görev alan iki tuğgeneral (Serdar Sevgili, Zeki Karataş) ve bir kurmay albay (Bahadır Erdemli) karargâhta Orgeneral Huduti’ye baskı yaptıkları sırada Binbaşı Kaya tarafından silahları alınarak derdest edilir.

Kaya, üç darbeciyi de derdest ettikten sonra Orgeneral Huduti’ye “Komutanım isterseniz bunları halledebiliriz” diye öneride bulunur, ancak İkinci Ordu Komutanı İkna suretiyle halledelimyanıtını verir.

Kaya’nın ifadesinde aktarılan bu olay mahkeme sürecinde hem Huduti, hem dönemin İkinci Ordu Kurmay Başkanı Tümgeneral Avni Angun, hem de tanık Astsubay Bilal Süyündü tarafından doğrulanmıştır. Huduti, Malatya Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın 9 Mart 2017 tarihli celsesinde “Sedat Kaya darbecileri vurmak için izin istedi... Çatışmanın çıkması olayı başka boyuta götüreceği endişesiyle ateş edilmemesi konusunda emir verdim” demiştir.

Deliller gerçekten de Kaya’nın o gece darbecileri derdest ettiğini gösteriyor. YouTube’da da bulunan İkinci Ordu Karargâhı’nın ikinci katındaki güvenlik kamerası görüntülerinde Binbaşı Kaya’nın darbecilerle sürekli bir itişme, boğuşma, çatışma hali içinde olduğunu izlemek mümkündür.

*

Buna karşılık Kaya, 15 Temmuz’dan sonra darbe girişimine katıldığı ve FETÖ/PDY üyesi olduğu iddialarıyla tutuklanmış, bu iddialar üzerinden yargılanmış, toplam 322 gün hapis yatmıştır. Malatya Birinci Ağır Ceza Mahkemesi, yargılamanın sonunda 4 Mayıs 2018 tarihinde Kaya’nın bütün suç isnatlarından beraatına karar vermiştir.

Bunu izleyen temyiz sürecinde Gaziantep’teki istinaf mahkemesi, bu kararı

Yazının Devamını Oku