Dünkü yazımızda yer verdiğimiz Ankara’daki tablo ise 2014 yerel seçiminde CHP’den aday olan MHP kökenli Mansur Yavaş tecrübesinin ışığında başkentte bir kez daha kıyasıya bir çekişmenin yaşanacağına işaret ediyordu. Bugünkü yazımızla İzmir’e geldiğimizde muhalefet cephesinin kendini büyük ölçüde güvende hissetmesine yol açan bir matematikle karşılaşıyoruz.
İzmir, Türkiye’de AK Parti’nin yönetimi altında geçen son 16 yıl zarfında büyük şehirler içinde her zaman muhalefetin ana kalesi olarak kaldı ve ister yerel ister genel seçim olsun tercihini her seferinde ana muhalefet partisinden yana koydu. Son anayasa referandumunda da yüzde 68.80 oranı ile en yüksek ‘hayır’ oyu veren illerden biri oldu.
İzmir’i anlamamıza yardımcı olan ilginç bir nokta, referandum sandığından çıkan sonucun bu ilde MHP seçmeninin azımsanmayacak bir bölümünün anayasa değişikliğine o tarihte sıcak bakmadığını göstermesidir.
CHP YÜZDE 42-45 BANDINDA
İzmir’deki yarış ‘cumhur ittifakı’nın adayı eski bakanlardan Nihat Zeybekci ile ‘millet ittifakı’ adayı eski Seferhisar Belediye Başkanı Tunç Soyer arasında geçecek.
İzmir’de partilerin oy tabanlarına baktığımızda, CHP’nin özellikle 2011 seçimi sonrasındaki süreçte genelde 42-45 bandında seyrettiğini görüyoruz. Ancak bu ilde seçmen sayısında 300 binin üzerindeki artışı hesaba kattığımızda CHP tabanında reel olarak bir aşınmanın ortaya çıktığını belirtmemiz gerekir. Son genel seçimde İzmir’de CHP’den İYİ Parti ve HDP’ye doğru bir oy kayması gerçekleşmiştir.
CHP’nin bu bandın üstüne çıktığı durum 2014 belediye başkanlığı seçiminde yaşandı. Bu seçimde CHP’nin adayı Aziz Kocaoğlu yüzde 49.59 ile ikinci kez seçilirken 1 milyon 308 bin oy aldı.
AK PARTİ YÜZDE 40’I
Ankara’da ‘cumhur ittifakı’ ile ‘millet ittifakı’ arasında yaşanan çekişme bu ay sonunda yapılacak yerel seçimin belki de en nefes kesici yarışlarından birini gösteriyor. Yalnızca ülkenin ikinci büyük kenti değil, aynı zamanda başkentinde yerel yönetimi kazanmanın, ister iktidar ister muhalefet açısından olsun, siyasi açıdan önemli bir güç ve prestij kaynağı olduğunu belirtmeye gerek yok.
AK PARTİ VE CHP’DE STATİK GÖRÜNTÜ
Ankara’da seçime yakından bakabilmek için bu ilde 2011 genel seçimi sonrasında siyasete damgasını vuran başlıca yönelişlerin, ana dinamiklerin altını çizerek yola çıkabiliriz. Bu çerçevede öncelikle AK Parti ve CHP’nin bu ildeki seçmen desteklerinin büyük ölçüde statik bir seyir izlediğini belirtmeliyiz. Bu süre içinde seçmen sayısındaki yarım milyonluk artış dikkate alındığında, bu durumda her ikisinin oy oranlarında reel bir gerileme yaşandığını objektif bir olgu olarak kaydetmemiz gerekiyor.
Rakamlar üzerinden açıklarsak, 12 Haziran 2011 seçiminde Ankara’da 1 milyon 466 bin oy alan AK Parti’nin yedi yıl sonra 28 Haziran 2018 seçimindeki oy miktarı 1 milyon 379 bine inmiştir. Buradaki yüzde 40 AK Parti’nin 2010’lu yıllarda Ankara’da herhangi bir seçimde aldığı en düşük orandır. AK Parti’nin bu dönemde istisna olarak fark yaratabildiği tek yarış olağanüstü koşullarda gerçekleştirilen ve oyunu 1 milyon 618 bine çıkarabildiği 1 Kasım 2015 seçimidir.
İktidar partisi açısından altı çizilmesi gereken bir başka durum, kendi tabanı ile MHP tabanı arasındaki dikkat çekici geçişkenliktir. Örneğin, AK Parti’nin bu ilde 1 Kasım 2015 seçimindeki yükselişinin gerisinde MHP’den kaynaklanan ciddi bir oy kayması yatıyor. Ancak MHP de son genel seçimde İYİ Parti’ye kaybettiği zemini AK Parti’den gelen tepki oylarıyla telafi edebilmiştir, başka birçok şehirde yaşandığı gibi.
MHP TABANININ YÖNELİŞLERİ DİKKAT ÇEKİCİ
Bu arada, MHP oylarının her zaman AK Parti yönünde hareket ettiğini söylemek de mümkün değil. MHP’nin AK Parti ile ortak hareket ettiği 2017 anayasa referandumunda Ankara’daki ‘evet’ oyları ‘hayır’ oylarının 79 bin kadar altında kalmıştır. Rakamlar MHP seçmeninin en azından bir kesiminin ‘hayır’ cephesine kaydığına işaret ediyor. CHP’nin başkentteki oyunun genelde 1 milyon dolayında seyrettiği hesaba katıldığında, sandıktaki ‘hayır’ oylarının 1 milyon 747 bin gibi bir miktara çıkabilmesinin başka bir izahı yoktur.
Örneğin, İstanbul’da 1973 belediye başkanlığı seçimini CHP adayı Ahmet İsvan’ın kazanması o dönemde ülkedeki siyasi iklimi köklü bir şekilde etkilemiş, CHP’nin 1977’deki genel seçimde yüzde 41.38 oranıyla sandıktan birinci çıkmasının önünü açmıştır. Keza 1994 yılındaki yerel seçimde Refah Partisi adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı seçilmesi RP’nin 1995 genel seçiminde 21.38 oranıyla birinciliği kazanmasının habercisi olmuştur. İstanbul’daki sonuç bu yönüyle, Erdoğan’ı 2002 seçimiyle önce başbakanlık ve ardından cumhurbaşkanlığı dönemlerine taşıyan siyasi devinimi de tetiklemiştir.
İstanbul’daki seçimi diğer illerden ayıran pek çok etken var. Bu seçimde İstanbul’daki kayıtlı seçmen sayısı 10 milyon 560 bin 608. Türkiye’de bu seçimde kayıtlı toplam seçmen sayısının 57 milyon 56 bin olduğu dikkate alınırsa, ülkedeki her 100 seçmenden 18’i İstanbul’da oy kullanacaktır. Aldığı yoğun göç olgusu ışığında İstanbul’u Türkiye’nin küçük bir ölçeği olarak kabul edersek, bu ilde sandıkta beliren tablo Türkiye genelindeki siyasi güç dengesini okumak açısından da önemli bir gösterge oluşturuyor.
İSTANBUL’DA İLK KEZ YERELDE İTTİFAKLAR YARIŞIYOR
İstanbul’da ilk kez büyük partilerin ittifaklar halinde girecekleri bir yerel seçime tanıklık edeceğiz. Geçen yıl Cumhurbaşkanlığı seçiminde kurulan ‘cumhur’ ve ‘millet’ ittifakları bu kez İstanbul’daki yerel seçimde de karşı karşıya geliyor. Yarış AK Parti ve MHP’nin desteklediği Binali Yıldırım ile karşısında CHP-İYİ Parti ittifakının desteklediği Ekrem İmamoğlu arasında geçecek.
Bu yazıda İstanbul’daki seçimin sonucuna dönük bir tahminde bulunmak gibi bir amacımız yok. Yapmak istediğimiz, 2010’lu yıllar içinde bu ilde yerel, genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile son anayasa referandumunda partilerin güç dengelerinin nasıl seyrettiğine somut veriler üzerinden bakmak, bu çerçevede 31 Mart’ta aktörlerin nasıl bir siyasi destek zemininde yarışa girdiklerini değerlendirmektir.
AK PARTİ OYU İSTANBUL’DA KİLİTLENDİ
AK Parti ile başlayalım. İktidar partisi, 2011 genel seçiminde İstanbul’da aldığı 3 milyon 916 bin oydan sonra -olağanüstü koşullarda gerçekleşen 1 Kasım 2015 seçimindeki 4 milyon 381 bin oy istisna olarak alınırsa- hiçbir genel seçimde bu rakamın üstüne çıkamamıştır. Örneğin, geçen yıl yapılan 24 Haziran seçiminde AK Parti’nin bu ilde aldığı 3 milyon 882 bin oy, 2011 seçimindeki 3 milyon 916 bin oyun 34 bin kadar altındadır. İstanbul’da seçmen sayısının bu iki seçim arasında 1 milyon 176 bin arttığı hesaba katılırsa, AK Parti’nin oyu aslında reel olarak buradaki farkın da üstünde bir oranda gerilemiştir. Nitekim bu partinin İstanbul’da sandıktaki oranı yüzde 49.35’ten yüzde 42.41’e inmiştir.
AK Parti’nin yakın zamanda İstanbul’da yaşadığı en büyük sıkıntı 2017 anayasa referandumunu ‘ret’ cephesine kaybetmesiydi. Referandumda bu ilde ‘hayır’ oyları ‘evet’ oylarına yaklaşık 250 bin kadar üstünlük sağlamıştır. AK Parti’nin güçlü olduğu birçok ilçede ‘evet’ oyları AK Parti’nin 1 Kasım 2015’teki oyunun bile gerisinde kalmıştır. Özetle, AK Parti’nin 2010’lu yılların ortalarından itibaren İstanbul’da yüzde 40-42 bandında kilitlendiğini söylemek hata olmaz.
Filiz Dinçmen’in ‘büyükelçi’ unvanını kazanıp Lahey’e gitmesiyle, 1982 yılında Türk Hariciyesi’nde bir büyük devrim yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir kadın diplomat büyükelçi olmuştu. Dinçmen, daha sonra Strasbourg’da Türkiye’nin Avrupa Konseyi Daimi Delegesi olarak görev yapacak, merkezde bir dönem ‘sözcülük’ görevini yürütmesinin yanı sıra ‘müsteşar yardımcılığı’na kadar yükselecek ve 2004’te Vatikan Büyükelçiliği’nden emekliye ayrılacaktı.
Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında kadınların bir dizi alanda sivrilip toplumda öncü roller üstlenmelerine karşılık, diplomasi nedense çok uzun bir süre kadınların camdan duvarları bir türlü kıramadıkları, erkeklerin mutlak egemenliğindeki dokunulmaz bir alan olarak kaldı.
***
Oysa Cumhuriyet’in hemen başlangıcında çok kısa süreli bir deneme olmuştu. Adile Ayda, 1932’de Dışişleri’ne meslek memuru olarak ayak basan ilk kadın diplomat oldu. Bir yıl sonra bakanlıktan ayrılıp akademik kariyere geçti. Ayda, uzun bir aradan sonra, 1958’de Demokrat Parti’li Fatin Rüştü Zorlu’nun bakanlığı döneminde kuruma döndü ve ortaelçiliğe kadar yükseldi.
Zorlu’nun bakanlığı, kadınların ilk kez gerçek anlamda Dışişleri’ne adım attıkları dönem oldu. 1957’de Jale Yiğit ve Şükran Güneş, 1958’de Betin Yiğit, Adile Ayda ve Birsen Demiriz, 1959’da Gencay Gürün olmak üzere üç yılda altı kadın diplomat Dışişleri’ne katıldı.
KADINLARA ÖNYARGI VARDI
O dönemde kadınlar neden Dışişleri’nin uzağında kaldı? Belli ki, Demokrat Parti döneminin sonlarına doğru tek tük istisnalar belirmeye başlasa da, kadınların diplomatlık kariyerine girişi geçmişte hiçbir zaman teşvik gören bir konu olmadı. Kadınlara karşı işleyen caydırıcılığın bir boyutu o dönemlerde geçerli ve hatta 1970’li yıllara kadar hâkim olan bir zihniyet ve önyargılarla yakından ilişkili.
***
“Bu konudaki mutabakat ve sonrasında iki ülke arasında terörizmle mücadele konusunda imzalanan anlaşmada teröristlerle mücadelede onları gereken yere kovalama maddesi vardır.”
Erdoğan’ın söz ettiği “kovalama maddesi” önemli bir tartışmanın konusu. Bunu not ettikten sonra Rusya’nın resmi açıklamalarının da Erdoğan’ın sözleriyle belli ölçülerde aynı dalga boyunda olduğunu belirtelim.
Putin’in sözcüsü Dmitriy Peskov, zirveden hemen sonra Hürriyet Daily News’dan Nalan Koçak’a verdiği ve bu gazetede geçen pazartesi günü tam metni yayımlanan mülakatta “Türkiye’nin güvenlik taleplerini herkesin haklı saydığını” belirtiyor ve şöyle devam ediyor:
“Şimdi Türkiye ‘Ben bir güvenli bölge kuracağım’ diyor. Biz de diyoruz ki, ne gerek var buna. Çünkü 1998 yılında bir anlaşma (Adana Mutabakatı) imzalandı Türkiye ile Suriye arasında. Buna göre Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlar düzenlemesi mümkün ve yasal sayılıyor. Dolayısıyla hukuki bir zemin var ortada, yeni bir zemine hiç gerek yok.”
Peskov, bir soru üzerine Adana Mutabakatı vurgusunun çözüm için Şam’ı işaret etmek olduğunu da teslim ediyor, diplomatik bir dille Türkiye’nin uygulamayı Şam yönetimi ile yürütmesi beklentisini iletmiş oluyor.
Sözcünün şu ifadeleri yeteri kadar açık:
“O zaman Şam dedi ki, ‘Sizi rahatsız eden bir şey oluyorsa, teröristleri bizim topraklarımızda görüyorsanız, belli bir derinliğe girip sınır ötesi operasyonunuzu yapabilirsiniz’. Bu yasal temelden neden istifade etmeyelim? Mutlaka faydalanmamız lazım. Onun için ilave bir bölgeye gerek var mı? Varsa bu bölgenin derinliği ne olmalı. Bütün bu konular liderler arasında görüşülüyor ve çözümü aranıyor.”
Türkiye’nin ‘güvenli bölge’ isteğiyle Rusya’nın ‘Güvenli bölgeyi boş verin, sınır ötesi operasyon yapın’ pozisyonu arasında bir orta yol mümkün mü?
“Mahkemenin kararında usule ve esasa ilişkin herhangi bir hukuka aykırılığın bulunmadığı, delillerde ve işlemlerde herhangi bir eksiklik olmadığı, ispat bakımından değerlendirmenin yerinde olduğu, eylemlerin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tiplerine uyduğu, mahkûmiyet hükümleri yönünden cezaların kanuni bağlamda uygulandığı anlaşıldığından, istinaf başvurusunda bulunan Cumhuriyet savcısı ve sanıklar müdafiilerinin ileri sürdüğü nedenler yerinde görülmemiş olmakla, CMK’nın 280/1-a maddesi uyarınca İSTİNAF BAŞVURULARININ ESASTAN REDDİNE...”
İstinaf mahkemesi, oybirliğiyle aldığı bu kararında hükmünü belirtirken herhangi bir gerekçelendirmeye gitmemiştir. Sanıkların her biri açısından istinaf taleplerinin tek tek değerlendirmesi yapılmamış, bunun yerine hepsi bir bütün olarak tek bir paragrafla esastan reddedilmiştir. Aslında bu hüküm özetle, İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararının hukuken her bakımdan kusursuz bulunduğunu söylüyor.
Gerçekten verilen mahkûmiyet kararları kusursuz mu?
*
Bu soruya yanıt ararken şu gözlemleri öne sürebiliriz. Cumhuriyet davasında gördüğümüz temel sorunlardan biri hüküm giyen toplam 15 sanık içindeki 13 kişilik grup bakımından geçerli olan şablon suçlama kalıbıdır. Bu gruptaki her sanığın standart bir şekilde aynı anda hem FETÖ/PDY, hem PKK, hem de DHKP-C’ye ‘bilerek ve isteyerek yardım etme suçunu’ işlediğine hükmedilmiştir.
Dikkat çekici olan, birinci derece mahkeme kararında bu sanıklardan her biri için tek tek bu 3 örgüte nasıl yardımcı olduklarına ilişkin detay bir değerlendirmeye girilmemesidir. Kararda gazetenin yayınlarıyla bu örgütleri desteklediği yolunda genel suçlamalar sıralandıktan sonra bu üçlü suçlama kalıbı şablon bir şekilde her bir sanığa atfediliyor.
*
Örnek vermek gerekirse, DHKP-C örgütü bağlantısı iki delil üzerinden tesis ediliyor. Bunlardan birincisi, İstanbul’da 2015 yılında DHKP-C tarafından şehit edilen Savcı
Musa Kart, dünkü sohbetimizde “Gülen’in ordudaki tırmanma sürecini daha o günlerden sezip bu duruma dikkat çekmek istemiştim. Şimdi aklımda değil ama 2000’li yılların başlarında çizmiş olmalıyım” dedi bu karikatüründen söz ederken.
Uzun yıllar Cumhuriyet’in birinci sayfasına çizen karikatürist Kart, Fetullah Gülen’i bugüne dek çizimlerine ne kadar konu ettiğini hatırlamıyor, “Gülen’i bildim bileli hep çizdim” diye konuşuyor. Muhtemeldir ki, çizdiği Gülen karikatürlerini toplasa bu seçki rahatlıkla kitaba dönüşecek bir hacmi bulur.
Gelin görün ki, İstanbul Bölge Adliye (istinaf) Mahkemesi 3. Ceza Dairesi’nin ‘onama’ kararı sonucu hakkındaki “PKK, DHKP-C ve FETÖ/PDY terör örgütlerine bilerek ve isteyerek yardım ettiği” yolundaki hüküm kesinleştiği için Musa Kart önümüzdeki günlerde yeniden cezaevine girecektir.
Cumhuriyet gazetesi soruşturmasında 5 Kasım 2016 tarihinde tutuklanarak hapse atılan ve toplam dokuz ay Silivri’de kalan Kart, İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılama sonunda 25 Nisan 2018 tarihinde 3 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.
İstinaf mahkemesinden geçen pazartesi günü çıkan onama kararının ardından Kart’ın cezasının kalan bölümünü -infaz indirimleri düşülerek- çekmesi gerekiyor. Kart, “12 ay 16 gün daha yatacağım” dedi.
Dünkü sohbetimizde kendisini yeniden cezaevi yaşamına dönüş konusunda zihinsel olarak bir hayli hazırlıklı gördüm. Karar Kart için sürpriz olmamıştı. Meslektaşımla sohbetimizin gündemi birden kalacağı cezaevinin Silivri mi yoksa Maltepe mi olacağı sorusuna kaydı. Yine Silivri olursa eşinin uzaklık faktörü nedeniyle ziyaretlerde zorlanabilecek olmasından dolayı kaygılanıyordu.
Musa Kart’ın postala tırmanan Gülen karikatürü Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya’nın yazdığı 2005 baskısı “Fethullah Gülen’in 40 yıllık serüveni” başlıklı kitabın kapağında da yer alıyor. Kitap bir dönem Fetullah Gülen’in yol arkadaşı olan Nurettin Veren’in anlatımlarına dayanıyor.
Pek çok kalbur üstü şahsiyetin Pensilvanya’da
Bu kararı birçok boyutuyla değerlendirebiliriz. İstinaf mahkemesinin Türkiye’de basın özgürlüğünü doğrudan ilgilendiren bir davada duruşma yapma, savunmayı dinleme ihtiyacı duymadan dosya üzerinden karar alması eleştiriye en çok açık yönlerinden yalnızca birisidir.
Ayrıca, kamuoyunu geniş bir şekilde meşgul eden bu davada önemli bir bölümü son derece tartışmalı delillere dayanan suç isnatlarının olduğu gibi kabul edilmiş olmasının hukuken yarattığı problemli durum ayrıca yapılacak bir değerlendirmenin konusudur.
*
Bugünkü yazıda üzerinde durmak istediğimiz konu, mahkûmiyet kararlarındaki 5 yıllık ceza sınırının temyiz sürecinin işleyişinde sanıklar açısından yarattığı izah edilmesi güç durumdur.
Nedir buradaki mesele? En basit anlatımıyla, Cumhuriyet davasında 5 yıldan az ceza almış olan sanıklara temyiz yolu kapalı olarak yeniden hapishane yolu görünürken, 5 yılın üstünde hapis cezası almış sanıklar bakımından Yargıtay’a temyiz hakkının açık bulunmasının yarattığı çelişkidir.
*
Meseleyi anlatabilmek için 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ‘Temyiz’ başlığı altındaki 286’ncı maddesine bakmamız gerekiyor. Bu madde, istinaf mahkemesi aşamasında alınan kararlardan sonra hangi dosyaların ikinci bir temyiz aşaması için Yargıtay’a gidebileceğini, buna karşılık hangi dosyalara Yargıtay kapısının kapalı olduğunu düzenliyor.
Buna göre 286’ncı maddenin ikinci fıkrasının (a) bendi şu hükmü taşıyor: