Bu alıntı Fatih 1. İlçe Seçim Kurulu’nun, YSK’nın sandık kurullarına kamu görevlisi olmayan başkan ve üyelerin atandığına ilişkin iddialarla ilgili yazısına gönderdiği yanıtta yer alıyor. Yazışmanın içeriğini ‘birinci çoğul şahıs’ üzerinden aktarırsak, diyor ki Fatih İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı:
1- İlçemizde üç seçim kurulu görev yapıyor. Toplam 843 sandık var.
2- Mülki idare amiri (Fatih Kaymakamı) ve diğer kamu kurumlarından gelen kamu görevlilerini kapsayan liste Fatih ilçesindeki toplam sandık sayısını karşılamadı.
3- Mülki idare amirliğince gönderilen listedeki isimlerin birçoğu Fatih ilçesi ya da il sınırları dışında ikamet etmekteydi.
4- Ayrıca, sandık kurulu başkanı ya da üyesi olarak atanan kamu görevlileri yoğun bir şekilde mazeret bildirdikleri için sandık kurulları oluşturulamayacaktı.
5- (Biz de eksikleri) 298 sayılı kanunun ‘23/son’ maddesi gereğince ilçe sınırları içinde bulunan özel okullar, devlet okullarında görevli ücretli öğretmenlik yapan kişilerden, bankalardan ve görev almak için bize müracaat edip görev almalarında engel olmadığı teşkil edilen kişilerden belirledik.
Son maddedeki “23/son maddesi” göndermesine şimdilik mim koyalım.
*
Kararın değerlendirme bölümündeki dökümde bu sorunun tespit edildiği 36 ilçenin adı veriliyor.
YSK’nın İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı seçimini iptal etmesine yol açan uygulama, ilçe seçim kurulu başkanlarının yasa hükmüne aykırı bir şekilde kamu görevlisi olmayan kişileri sandık kurullarına başkan atamalarıdır.
İstanbul’da 31 Mart’ta toplam 31 bin 124 seçim sandığında oy kullanıldı. Bu sandıklardan yalnızca 754’ünde bu durum yaşanmış. Yani yüzde 2.4’ünde... Bazı ilçelerde kamu görevlisi olmayan sandık kurulu başkanı sayısı yok denecek kadar az. Örneğin Kartal ve Pendik ilçelerinde sayı 1’le sınırlı. Kadıköy’de 5, Başakşehir’de 10 sandık kurulu başkanı bu durumda. Bu sayı Fatih’te 30, Çekmeköy’de 47, Sultangazi’de 51, Şişli’de 68’e yükseliyor. En yüksek rakam Beşiktaş’ta: 102.
Görüleceği gibi bazı ilçelerde -çok az ya da tek de olsa- bu sorun bir şekilde ortaya çıkıyor.
*
Nereye gelmek istiyorum?
YSK, söz konusu görevlendirmelerin seçimin güvenilirliğini ortadan kaldırdığını belirterek, bu durumun sonuca müessir olduğuna hükmedip seçimi iptal etti.
Kabul edelim ki, burada sorumluluk ilk bakışta büyük ölçüde ilçe seçim kurulu başkanlarına gidiyor.
YSK bu sorunun sonuca “müessir olduğuna”, yani “etkili olduğuna” kanaat getirdiğine göre, kuruldan beklenen, gerekçeli kararında “nasıl müessir olduğunu” hiçbir tereddüde yer bırakmayacak bir berraklık içinde izah ederek bu şekilde Türk kamuoyunu ikna etmesiydi.
YSK tarafından önceki gün açıklanan gerekçe ikna edici olmaktan uzaktır.
*
Meselenin temelinde 2018 yılı mart ayında seçim yasası değiştirilirken sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olması koşulunun getirilmesi yatıyor. Yasa değişikliği, her ilçedeki mülki idare amirinin (kaymakam) o ilçedeki kamu görevlilerinin listesini hazırlamasını, ilçe seçim kurullarının da sandık kurulu başkanlarını bu listelerden seçmesini öngörüyor. Bu sistem ilk kez 24 Haziran 2018 milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ikinci kez de geçen 31 Mart yerel seçiminde uygulandı. Bu yönüyle tartışmalı konu bir sistem değişikliği dönemine rastlıyor.
YSK, AK Parti’nin itirazı üzerine yaptırdığı inceleme sonucunda İstanbul’daki toplam 31 bin 124 sandıktan 754’ünde sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olmayan şahıslar arasından görevlendirildiği tespitini yapmıştır. Bu sayı toplam sandıkların yüzde 2.4’üne tekabül ediyor. Bu durumdaki sandık başkanları arasında emekli memurlar, emekli öğretmenler, özel öğretim kurumlarından gelen öğretmenler, hastane çalışanları ve özel banka çalışanları da bulunuyor.
YSK’nın gerekçesinde ilçe seçim kurullarının gönderdikleri yanıtlardan, neden bu yola gittiklerine ilişkin izahatları da okunabiliyor. Bunların çoğunda kaymakamların gönderdikleri listelerde isimleri bildirilen bazı görevlilerin (sağlık sorunları gibi) muhtelif gerekçelerle mazeret bildirdikleri anlaşılıyor. Yanıtlara göre, ilçe seçim kurulları da eksiklikleri bu görevi yapabileceklerini düşündükleri dışarıdan isimlerle kapatma yoluna gitmiştir.
*
Gerekçeye göre, YSK İstanbul’un 39 ilçesinin 36’sında bu sorunun (Bayrampaşa, Çatalca, Şile hariç) yaşandığı tespitini yapıyor. Bazı ilçelerde bu durumdaki başkanların sayısının iki-üçü geçmediği, bazı ilçelerde ise sayının daha yüksek olduğu gözleniyor. Örnek vermek gerekirse, bu durumda Kartal’da 1, Kadıköy’de 5, buna karşılık Sultangazi’de 51, Şişli’de ise 68 sandık başkanı tespit edilmiştir. Yoğunlaşmada sandıkta CHP’nin önde olduğu ilçeler de var, pekâlâ AK Parti’nin birinci geldiği ilçeler de...
Geride bıraktığımız 31 Mart seçimi kampanyasında bunun en çarpıcı örneklerinden birine Ankara’da tanık olduk. CHP adayı Mansur Yavaş’ın kökeninin Makedon olup olmadığı uzun bir süre Ankara’daki seçim tartışmasının ana konularından biri haline geldi.
Ankara’nın eski büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek’in bu polemiği başlatıp Yavaş’ı kökeninin Makedon olup olmadığını açıklamaya davet etmesiyle alevlenen bu tartışma, sonunda CHP’li adayın aile soy kütüğünü açıklayıp iddiaların geçersiz olduğunu duyurmasıyla kapandı. Bu arada, polemik Yavaş’ın büyükşehir belediye başkanı seçilmesini engellemedi.
*
Bir vatandaşın seçim kampanyasını yürütürken siyasi saikle yöneltilen suçlamalar karşısında belgelerle aile soyağacını açıklamak ihtiyacını duyması, neresinden bakılırsa bakılsın o ülkede geçerli medeni ölçülerin, insani değerlerin durumu açısından üzüntü vericidir.
Ankara’da yaşanan tartışmanın bir benzerini bu kez yenilenecek olan İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminde yaşıyoruz. Tartışma İstanbul’da Esenler’in AK Partili belediye başkanı Tevfik Göksu’nun geçenlerde partililerin katıldığı bir iftar programındaki konuşmasıyla patlak vermiştir.
Göksu, YouTube’da da izlenebilen videoda şöyle diyor:
“Ne dedi Yunan medyası, takip ettiniz değil mi? ‘İstanbul’u Yunan kazandı’ diyor. Bi dakika ya, bu arkadaş nereli? CHP’nin adayı nereli? Ee nasıl oldu Yunan medyası ‘İstanbul’u Yunan kazandı’ dedi, bi sesi çıkmadı... Haa olay büyük kardeşlerim, hesap büyük...”
*
Geçen 31 Mart’ta yapılan ve Yüksek Seçim Kurulu tarafından iptal edilen büyükşehir belediye başkanlığı seçiminin önemli bir yönü katılımın genel ortalamanın altında olmasıydı. Bu seçim, İstanbul’da 2011 sonrasında gerçekleşen bütün seçim ve referandumlar içinde 2014 cumhurbaşkanlığı seçimiyle (yüzde 72.76) birlikte en düşük iki katılım oranından birine sahne oldu. 31 Mart’ta İstanbul’da katılım oranı yüzde 83.86’da kaldı.
Katılımın ne kadar düştüğünü gösterebilmek için İstanbul’da 2011 sonrasındaki oranları kısaca hatırlayalım: 21 Haziran 2011 genel seçimi: Yüzde 86.5, 30 Mart 2014 yerel seçimi: Yüzde 89.4, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi: Yüzde 72.8, 7 Haziran 2015 genel seçimi: Yüzde 86.2, 1 Kasım 2015 genel seçimi: Yüzde 88.1, 16 Nisan 2017 anayasa referandumu: Yüzde 88.8, 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimi: Yüzde 87.9.
İstanbul’da 31 Mart yerel seçimindeki katılım oranı, dokuz ay önce 24 Haziran 2018’de yapılan Cumhurbaşkanlığı ve genel seçiminde bu ildeki yüzde 87.9’luk katılımın net 4.13 puan altındaydı.
Katılımdaki gerilemeyi seçmen sayısı üzerinden göstermek daha çarpıcı olabilir. Önce kayıtlı seçmen sayılarına göz atalım. İstanbul’da 24 Haziran genel seçiminde 10 milyon 573 bin kayıtlı seçmen vardı ve 9 milyon 304 bin vatandaş sandığa gitmişti.
31 Mart yerel seçiminde ise İstanbul’da kayıtlı seçmen sayısı 10 milyon 570 bin görünüyordu ve bu kez 8 milyon 865 bin kişi oy kullanmıştı. Bu durumda oy kullanmayanların sayısının 24 Haziran seçimine kıyasla 439 bin kadar arttığını görüyoruz. Yani, 24 Haziran’da sandığa gidip 31 Mart’ta gitmemeyi tercih eden oldukça kalabalık bir kitle söz konusudur. (Her halükârda 31 Mart’ta toplamda İstanbul’daki kayıtlı seçmenden 1 milyon 705 bini sandığa gitmemiştir.)
Bu arada, geçen dokuz ay içinde İstanbul’da kayıtlı seçmen sayısında bir artış olmaması dikkat çekici görünebilir. Bunun başlıca nedenlerinden biri, İstanbul’dan çok sayıda vatandaşın Anadolu’daki muhtarlık seçimlerinde oy kullanmak üzere seçmen kütüklerini memleketlerine aktarmış olmalarıdır.
*
Bu tür önemli yıldönümleri kapsamlı muhasebeler yapmak, “Nereden nereye geldik” sorusu üzerinde düşünmek, “Nerede başarılı, nerede başarısız olduk” başlıklarında dürüst özeleştirilerde bulunmak için yararlı bir vesiledir.
Kuşkusuz bu vesileyi değerlendirirken, 19 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma Vapuru’ndan Samsun’un Tütün İskelesi’ne ayak basan kahramanların bugün hayatta olsalar kendilerini karşılayacak olan tabloya bakınca ne hissedecekleri üzerinde bir fantezi olarak tahminlerde bulunmakta hiçbir mahsur yoktur.
Aslında beni bu yönde düşünmeye sevk eden biraz da Çınar Oskay’ın önceki gün ‘Hürriyet Pazar’ ekinde Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi değerli tarihçi Prof. Ahmet Kuyaş’la yaptığı mülakattaki bir sorusu ve hocanın verdiği yanıt oldu. Çınar, Prof. Kuyaş’a şöyle soruyor:
“Biraz hayal kuralım o zaman... Mustafa Kemal ve kurucu kadro gelip yanımıza otursalar... Baksalar bugünkü Türkiye’ye, sizce ne hissederlerdi?”
*
Önce biz yanıt arayalım ve objektif olabilmek için mümkün olduğu kadar somut veriler üzerinden tahminde bulunmaya çalışalım. Bandırma Vapuru’ndan inen kadro, muhtemelen Türkiye’nin durumunu her şeyden önce bilim, teknoloji, eğitim ve kültür gibi alanlarda çağın en ilerisine gitmiş olan ülkelerle kıyaslayarak değerlendirirdi.
Müzikte, edebiyatta, plastik sanatlarda kaydedilen gelişmelerden tabii ki memnuniyet duyarlardı. Hem Türkiye hem de dünyanın saygın üniversitelerinde sayısız Türk bilim adamının görev yaptığını görmekten mutlu olurlardı. Prof. Aziz Sancar’ın kimya dalında Nobel Bilim Ödülü’nü alması herhalde onları en çok sevindiren haberlerden biri olurdu.
Üniversite sayısındaki artışı not etmekle birlikte, yine de dünyanın en iyi 350 üniversitesi içinde Türkiye’den tek bir bilim kurumunun yer almaması bu kadro açısından çok büyük bir hayal kırıklığı olurdu. Atıf yapılan akademik yayınlarda Türkiye’nin dünyada 19’uncu olduğunu ve örneğin matematikte İran’ın gerisinde kaldığını görmekten muhtemelen hoşnut olmazlardı.
Dün “Şiddet Karşısında Cezasızlık Kültürü” başlıklı yazımla yaptığım giriş beni bu sorulara daha detaylı bir şekilde yanıt aramaya yöneltti. Bu sorular üzerinden şiddete başvurmanın Türkiye’deki hukuk sistemi içinde karşılaşacağı yaptırımları değerlendirmek istiyorum.
Özetle, bir saldırganın ödeyeceği bedel nedir?
*
Kuşkusuz, bu bedelin derecesi saldırının mağdurda yol açacağı sonuçlara bağlı. Her halükârda temel referansımız 2004 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Vücut Dokunulmazlığına Karşı Saldırılar” bölümünde “Kasten yaralama” başlığı altındaki 86’ncı maddesinin birinci fıkrası. Saldırının sonuçlarının farklılıklarına göre bu maddeden verilecek cezada muhtelif arttırımlara gidiliyor.
TCK 86/1’e göre, “Kasten başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan” kişiye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Ancak...
2005 yılında TCK’da yapılan bir değişiklikle, metne bu fıkradan hemen sonra bir ek fıkra yerleştirilmiş. Diyor ki bu ek (ikinci) fıkra: “Kasten yaralama fiilinin kişi üzerindeki etkisinin basit bir tıbbi müdahaleyle giderilebilecek ölçüde hafif olması halinde mağdurun şikâyeti üzerine, dört aydan bir yıla kadar hapis ve adli para cezasına hükmolunur.”
Birinci fıkra mağdurun şikâyetini aramazken, sonradan eklenen ikinci fıkrada tanımlanan saldırı kategorisi için şikâyet koşulu getiriliyor.
*
Ya da gazeteci Yavuz Selim Demirağ’ın daha geçen hafta sonunda Ankara’da evinin girişinde bir grup saldırgan tarafından beyzbol sopalarıyla dövüldükten sonra götürüldüğü hastanedeki görüntüleri. Beyaz gömleğini kaplayan kan lekesini ve hastanede sargılar içinde kaybolan yüzünü gördüyseniz, hafızanızda yer etmiş olmalıdır.
Ve bütün bunlara her gün eklenen aynı içerikteki yeni haberler, yeni görüntüler... Tekirdağ’da Ekrem İmamoğlu’na yaptığı bağışın dekontunu Twitter’da ‘herseyguzelolacak’ hashtag’iyle paylaşan Göknur Damat’ın sosyal medyada bir linç kampanyasına maruz kaldıktan sonra “Sen misin o cesur yürek” diyen meçhul bir şahıs tarafından baldırından bıçaklanması...
Ve önceki gün gelen bir haber... Antalya’da gazeteci İdris Özyol’un çalıştığı yerel gazetenin bürosu önünde bir grup saldırgan tarafından dövülüp hastanelik edilmesi...
YAPANIN YANINA KÂR KALIRSA
Aslında şiddet, kaba güç söz konusu olduğunda mesele sadece siyasetçilerin, gazetecilerin, sosyal medyada ön plana çıkmış kişilerin uğradıkları mağduriyetle sınırlı değildir. Konu şiddetin yaygınlaşma eğilimi gösterdiği bir ülkede herkesin sorunudur.
Böyle bir hadise bir gün trafikte yaşanan basit bir anlaşmazlığın ardından da patlak verebilir. Ya da herhangi bir mekânda tümüyle bir yanlış anlama ya da niyet okuması üzerinden sergilenen bir kabadayılık şeklinde de kendisini gösterebilir.
Son hadiselerin toplumda yarattığı rahatsızlığın bir boyutu da şiddete başvuran kişilerin bu eylemlerinin ardından tutuklanmayıp serbest bırakılmalarıdır. Şiddet karşısında bir cezasızlık kültürünün yerleştiği algısı, ne yazık ki saldırganları daha çok şiddete teşvik etmekte, bu da şiddet sarmalının toplumda daha çok ivme kazanmasına yol açmaktadır.
Ve herkesin yanıt aradığı soru, saldırganların genellikle nasıl olup da serbest kaldığıdır. Türkiye’deki yasalar nasıl oluyor da bunu mümkün kılıyor? Yoksa sorun yasalarda değil de uygulamada mıdır? Yoksa her iki şık da mı geçerlidir?