Onlar için yeni olan, aslında eski kuşaklar açısından geçmiş dönemin seçim kampanyalarının alışılageldik bir hadisesiydi. Adayların seçimden önce birlikte programa çıkıp tartışmaları her sefer olmasa bile sıkça karşılaşılan bir durumdu.
Örneğin, 1983 genel seçimine damgasını vuran olaylardan biri, Halkçı Parti Lideri Necdet Calp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi Lideri Turgut Sunalp ve ANAP Lideri Turgut Özal ile birlikte katıldığı TRT’deki tartışmada “Köprüyü sattırmam” şeklinde yaptığı çıkış olmuştu. Calp’in bu meydan okuması, o dönemde genel kanıya göre partisine doğru bir oy kaymasına da yol açmıştı.
*
Adayların bir canlı yayında kamuoyunun karşısına birlikte çıkıp soruları yanıtlamaları, aralarında tartışmaları, seçmenlerin onları yakından tanımaları, donanımlarını, potansiyellerini ölçebilmeleri ve tercihlerini bu gözlemler ışığında şekillendirmeleri bakımından kuşkusuz çok önemli.
Bu tür münazaraların bir yararı da adaylar arasında gerçek bir rekabet ortamını tesis etmesi. Demokraside olması gereken de zaten adayların eşit koşullarda, eşit silahlarla rekabet edebildikleri çekişmeli bir ortamın yaratılabilmesi.
Taraflardan birinin engellendiği, dezavantajlı duruma düştüğü yarışma koşulları, adil olmadıkları için demokrasinin özüne yakışmıyor, demokrasiyi sakatlıyor.
Ayrıca unutmayalım ki, gerçek bir başarı hak edilmiş olmak zorundadır. Rakiplerden birinin sürekli ayağının çekilerek koşmasının, kendini ortaya koyabilmesinin engellendiği bir sahada ipi göğüslemek sahici bir başarı değildir. Olsa olsa adaletsizlikle elde edilmiş bir sonuçtur, haksız kazanç gibi... Zaten kendisine güvenen, dürüstlük, mertlik gibi değerleri önemseyen insanlardan da beklenen, hayatın hangi alanında olursa olsun gerçek rekabet koşulları altında yarışa girmektir.
*
Ardından konuyu kamu görevlilerinin yargılanmalarını zorlaştıran Memurin Muhakematı Kanunu’nu değiştiren ve ayrıca işkence cezalarının arttırılmasını öngören tasarılara getirerek şöyle dedi:
“Bu tasarıların Meclis’te yasalaşması ve hükümet tarafından ciddiyetle uygulanması Türkiye’de içte çok farklı bir ortam yaratacak ve dış ilişkilerimizde de çok önemli değişimlere yol açacak. Yapmazsak bunun tersi olacak. Buna müstahak değiliz doğrusu...”
Bundan 20 yıl önceydi. Doğrusu bu fikirlerin bürokrasi içinde pek taraftarı yoktu o günlerde. Türkiye henüz AB tam üye adayı olamamıştı. Ankara Palas’ta 1 Şubat 1999 tarihindeki yemekte konuk ettiği Hürriyet yazarlarına Türkiye’nin insan hakları gündemi ve güneydoğu sorununa ilişkin bu açıklamaları yapan kişi Dışişleri Bakanlığı’nın en üst konumdaki bürokratı olan müsteşar Korkmaz Haktanır’dı.
“Bunlar sizin üzerinize vazife değil diyebilirsiniz. Dışişleri nihayet mevcudu savunmakla da yetinebilir” diyerek, bu taleplerin Dışişleri’nden gelmesinin ilk bakışta şaşırtıcı olabileceğini kendisi de kabullenmişti o sohbette.
Ancak mevcudu savunmakla yetinemeyeceklerini de şu sözlerle vurgulamıştı Haktanır:
“Türkiye’nin gerçekten bu konularda ciddi bir reform sürecinden geçmesinin kendi menfaatine olduğuna inanmış insanlarız. Artık bu yükü sırtımızdan atmamız gerekiyor.”
*
(55) numaralı dipnotta aynen şu ifade yer alıyor: “2018 yılında şüphelilerden yüzde 51.1’i hakkında ‘Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair’ karar verilmiş ve açılan davalarda mahkûmiyet oranı yüzde 43.7 olmuştur”.
Bu dipnotun Türkiye’de yargı sisteminin içinde bulunduğu durum, daha doğrusu vatandaşlarımızın yargı karşısındaki ‘korunmasızlığı’nı gösteren çarpıcı bir özet olduğunu düşünüyorum.
*
Meselenin ne kadar vahim olduğunu vurgulayabilmek için bu istatistiksel veriyi bin kişilik bir ölçek üzerinden anlatmaya çalışalım.
Varsayalım ki, savcılıklar muhtelif suçlardan dolayı bin kişi hakkında soruşturma açtı. Savcılık nezdinde ‘şüpheli’ durumuna giren, soruşturma dosyası açılmak suretiyle suç işlediği zannıyla hakkında delil toplanan, ifadesi alınan, hatta bir bölümü gözaltına alınan, tutuklanıp hapse gönderilen tam bin kişiden söz ediyoruz.
Bu bin kişi, bulundukları sosyal çevre ve toplum nezdinde suç işledikleri şüphesiyle insanların artık ‘kaşlarını kaldırarak’ baktıkları şahıslar haline gelmiştir.
Gelgelelim dipnottaki bilgi, bunlardan yüzde 51.1’i hakkında ‘Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair’ karar verildiğini söylüyor. Yani savcılar, şüphelenmekle birlikte başlattıkları soruşturma sonunda anlamışlar ki, şüphelerini destekleyecek delil olmadığından bu gruptakiler hakkında dava açılmasına gerek yoktur. Takipsizlik kararı verilmiş, suçlamalar düşmüştür.
Birinci aşamada örneklemdeki bin kişiden 511’inin masum olduğu anlaşılmıştır. Bu 511 kişi toplum hayatına masum insanlar olarak dönse de, kendilerine yine de ‘soruşturma geçirmiş, yolu savcılığa düşmüş şahıs’ gözüyle bakılacaktır. Bazılarının adliyeye girerken ya da çıkarken çekilmiş fotoğrafları arşivlerdeki gazete sayfalarında kalmaya devam edecektir.
“Diyelim ki, aynı dosyada sanık(lardan) bir kısım istinafta, bir kısım Yargıtay’a gidiyor. Diyelim ki, Yargıtay’da inceleme yapıldı, Yargıtay dosyayı bozdu, yani ‘Suç yok’ dedi... Bu arada istinafta (cezaları) kesinleşen kişiler cezaevine girdiler. İki yıl sürdü Yargıtay. (İki yıl) cezaevinde yattılar. Yargıtay dedi ki, ya burada bir suç yok...”
Gül, ardından şöyle soruyor: “O zaman istinafta kesinleşenlerin günahı ne? Onlar içeride yatınca ne oluyor?”
Bu alıntıyı Gül’ün 31 Mayıs tarihinde Habertürk’te Didem Arslan’a verdiği mülakatın video kaydından satırı satırına aktarıyorum.
Didem Arslan da “Kamu vicdanı bu rahatsızlığı nasıl giderecek” diye karşı soruyu yöneltiyor.
Adalet Bakanı, şöyle yanıtlıyor:
“Burada bizim düşüncemiz, istinaf ve aynı dosyada Yargıtay’a giden sanıklar bakımından, dosya Yargıtay’a gittiyse ‘bekletici mesele’ olsun, Yargıtay sonucunu beklesin. Yargıtay bunu onaylarsa o zaman infaz olsun diye düzenleme ihtiyacı olduğunu vurguladık.”
Bakan, daha sonra TBMM’ye sunulacak yargı reformu paketinde bu düzenlemenin yer alacağını belirterek, “Adalet onu gerektirir” şeklinde konuşuyor.
*
ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın geçen perşembe günü Türk mevkidaşı Hulusi Akar’a gönderdiği bir mektupla Rus yapımı S-400 hava savunma sistemini aldığı takdirde Türkiye’nin F-35 savaş uçağı programından çıkarılacağını, karar değişmezse 31 Temmuz tarihinde buna ilişkin bir eylem planını uygulamaya başlayacaklarını bildirmesi...
Ardından ABD Temsilciler Meclisi’nin önceki gün Türkiye’nin S-400 alım kararını kınayan ve bu nedenle yaptırım uygulanmasını öngören bir karar tasarısını oybirliğiyle kabul etmesi...
ABD’de Arizona’daki Luke Hava Üssü’nde F-35 eğitimi gören Türk pilotlarının programlarının -Shanahan’ın mektubunda telaffuz edilen 31 Temmuz tarihi bile beklenmeden- durdurulduğu yolunda haberlerin çıkması...
Hepsini yan yana sıraladığımızda Türk-ABD ilişkilerinde yaklaşmakta olan büyük bir krizin uğultusunu şimdiden duyar gibi oluyoruz.
*
Herhangi bir krizin önlenebilmesinin yollarından biri taraflardan birinin geri adım atmasıdır. Gelgelelim iki taraf da kendisini aldığı pozisyonlara kuvvetli bir şekilde bağladığına göre krizin bu yoldan aşılabilmesi artık çok zor görünüyor.
Krizden bir diğer çıkış şekli tarafların her ikisinin de esneklik göstererek bir orta yol formülü bulmaları olabilir. Ancak Ankara ve Washington’ın tutumlarına bakıldığında, üzerinde bir uzlaşı formülünün geliştirilebileceği bir esneklik payının da kalmadığı anlaşılıyor.
O zaman S-400’lerin envantere girdiği ve karşılığında Türkiye’nin F-35 programından çıkartıldığı muhtemel bir senaryoda Türk-ABD ilişkilerinin sert bir türbülansa girmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Bu durumda izlenecek gerçekçi hareket tarzı, tarafların ortaya çıkacak hasarın mümkün olduğu kadar aşağı çekileceği bir çerçeve içinde hareket etmeleri, yani hasar kontrolü yapmalarıdır.
BM’nin Suriye krizine ilişkin insani işlerden sorumlu bölgesel koordinatörü Panos Moumtzis, dün Reuters’a verdiği demeçte, Türkiye ile Rusya arasında İdlib’e ilişkin yapılan anlaşmanın “fiilen artık uygulama dışı olduğunu” açıkladı.
BM yetkilisi, yalnızca bunu açıklamakla kalmadı, “korkumuz odur ki...” diyerek çatışmaların bu şekilde devam etmesi ve daha da şiddetlenmesi durumunda Türkiye sınırına doğru yönelebilecek insanların sayısının 2 milyona çıkabileceğini de söyledi.
*
Sahadan gelen bütün haberler BM yetkilisinin sözlerinin abartılı olmadığını gösteriyor. Rusya ve Esad rejiminin geçen nisan sonundan itibaren İdlib’in güneybatısına dönük başlattıkları askeri harekât ve El Kaide uzantısı Hayat Tahrir üş Şam’ın da buna karşılık vermesi sonucu yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalan sivillerin sayısı şimdiden 300 bini geçmiş bulunuyor...
BM’nin İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) 31 Mayıs tarihli en son İdlib raporunda, yalnızca 1 ve 22 Mayıs arasındaki üç haftalık dönemde 270 bin kişinin çatışmalar nedeniyle göç ettiğini okuyoruz. Aynı raporda bu çatışmalarda ölen kişilerin sayısı üzerinde 160 ile 300 arasında çelişkili rakamlar alındığı belirtiliyor.
BM raporuna göre, mayıs ayının ilk üç haftasında İdlib’de iç göç yaşayan 270 bin kişiden 80 bini okul çağındaki çocuklardır ve hepsi de dönem sonu yaklaşırken eğitim imkânından yoksun kalmıştır.
Not edilmesi gereken bir durum, söz konusu 270 bin kişiden 173 bininin Hatay Cilvegözü sınır kapısının hemen karşısındaki Al-Dana ilçesine gelmiş olmasıdır. Bu da İdlib’in güneyinde yerinden olan Suriyelilerin çoğunluğunun öncelikle kuzeye, Türkiye sınırına doğru yöneldiğine işaret ediyor ve Moumtzis’in öngörüsünü destekliyor.
Ayrıca, evlerini terk edenlerin azımsanmayacak bir bölümünün kamplara da yerleşemediği anlaşılıyor. OCHA’nın geçen ayın ortasında BM Güvenlik Konseyi’ne yaptığı bilgilendirmede, İdlib’de göç etmek zorunda kalanlar arasında 80 bin kişinin arazide açıkta ya da ağaçların altında barındıklarına dikkat çekilmişti.
YSK’nın iptal kararının ana gerekçesi İstanbul’da 31 Mart yerel seçiminde görev yapan sandık kurulu başkanlarının ‘kamu görevlisi’ olmaları gerektiği halde bazı sandıklarda bu unvana sahip olmayan kişilerin başkanlığı üstlenmiş olmasıdır.
*
Kanımca burada yaşanan hukuki tartışmanın kaynağında 298 sayılı Seçim Kanunu’nda 2018 yılı mart ayında yapılan değişikliğin içerdiği belirsizlik yatıyor. Şöyle ki, yasa her seçim sandığında biri ‘başkan’ diğeri ‘üye’ olmak üzere toplam iki ‘kamu görevlisi’nin görev yapmasını öngörüyor. Diğer beş üyelik siyasi parti temsilcilerine gidiyor.
‘Sandık kurulu başkanı’ın durumunu yasanın 22’nci maddesi düzenliyor. Bu madde, ‘başkan’ın ilçe kaymakamlığının göndereceği ‘kamu görevlileri listesi’ üzerinden -ilçe seçim kurulu başkanı tarafından- kurayla seçileceğini belirtiyor. 22’nci madde, kaymakamlığın gönderdiği kamu görevlisi listesinin o ilçedeki ‘sandık kurulu başkanları’ sayısını karşılamada yetersiz kalması halinde ne yapılması gerektiği konusunda bir düzenleme getirmiyor.
Bununla birlikte, bu madde sadece seçim günü ‘başkan’ sandığa gelmezse, görevini o sandıktaki diğer ‘kamu görevlisi üye’nin üstleneceğini, o da yoksa sandıktaki ‘en yaşlı’ siyasi parti temsilcisi üyenin başkan olacağını belirtiyor. Yani yasa, seçim günü yaşanabilecek bir en kötü durum senaryosunda pekâlâ kamu görevlisi olmayan bir siyasi parti temsilcisinin başkanlığına onay veriyor.
*
Yasanın kuruldaki ‘kamu görevlisi üye’nin atanmasını düzenleyen bir sonraki 23’üncü maddesinde ise farklı bir düzenleme var. Bu madde, ilçe seçim kurulu sandık kurullarını oluştururken bu üyelere ayrılan kontenjanların kaymakamlığın gönderdiği listeden doldurulması mümkün olmazsa, alternatif bir çözüm yolu gösteriyor. 23’üncü maddenin altıncı fıkrasının son bendi, bu takdirde “eksiklerin ilçe seçim kurulu başkanı tarafından, o çevrede bulunan ve sandık kurulunda görev verilmesinde sakınca olmayan kimselerden doldurulmasını” öngörüyor.
Bir başka anlatımla kamu görevlisi zorunluluğunu kaldırıyor.
Özellikle her sandık için ‘sandık kurulu başkanı’ ile bir ‘üye’nin kamu görevlilerinden seçilmesi kuralının uygulanmasında önemli bir bölümünün nasıl zorlandıklarını gösteren pek çok anlatım var 250 sayfa tutan bu metinde.
*
Bu durumlardan biri Ataşehir 1. İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı’nın söz konusu iddiaları kendisine soran Yüksek Seçim Kurulu’na 29 Nisan 2019 tarihinde gönderdiği yanıtta yer alıyor (sayfa 17). Buna göre, başkanlık, görevlendirmelerde Ataşehir Kaymakamlığı ve ayrıca ilçedeki kamu kurumlarından gönderilen listeleri esas aldığını, ancak sonradan mazeret beyan eden ya da başka mani hali olanlar çıkınca, bunların yerine yine kamu kurumlarından gelen listelerden seçim yapıldığını anlatıyor.
Gelgelelim kurulların oluşumunu bu şekilde sonuçlandırmak mümkün olmamıştır Ataşehir’de. Yazıda, “Bunun mümkün olmaması durumunda görev yapılmasında sakınca olmayan kişilerden İlçe Seçim Kurulu Başkanınca atamalarının yapılmasına oybirliği ile karar verilmiştir” deniliyor.
Burada kastedilen yöntem, 298 sayılı Seçim Kanunu’nun sandık kurulunda kamu personeli statüsündeki ‘kurul üyesi’ için belli koşullarda dışarıdan görevlendirme yapılabilmesine izin veren son fıkrasının işletilmesidir.
Önemli nokta, Ataşehir 1. İlçe Seçim Kurulu’nun bu kararını oybirliğiyle almış olmasıdır. Kurulda AK Parti temsilcisinin de bulunduğu hatırlarsak, kararın dayandığı oybirliğine kendisinin de katıldığını anlıyoruz. Yani sonradan seçimin iptali için AK Parti’nin şikâyet konusu yaptığı bir uygulamaya pekâlâ bu partinin kuruldaki temsilcisi de rıza göstermiş oluyor.
*
Vereceğimiz bir başka örnek Bağcılar 1. İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı’nın 29 Nisan 2019 tarihli yazısından (sayfa 22). Aynı sorun yaşanıyor ve ilçe seçim kurulu başkanlığı yine yasanın 23’üncü maddesinin son fıkrasına atıf yaparak dışarıdan görevlendirme yoluna gittiğini belirtiyor.