Paylaş
Pandemi nedeniyle 2020 yılında yapılamayan Gourmand Yemek Kitapları Ödülleri ve Paris Cookbook Fuarı geçen aralık ayında gerçekleşti. Dünya mutfakları kongresinin yanı sıra birçok gastronomi etkinliğinin bir arada yapıldığı muhteşem bir organizasyon oldu. Konuşmacı olarak davet aldığımda ise çok heyecanlandım.
Meksika’dan Çin’e, Hindistan’dan Avustralya’ya kadar pek çok yemek yazarı, araştırmacısı konuşma yapacaktı. Türk mutfağını kısa bir zaman dilimi içinde ve en etkili nasıl anlatabilirdim diye kafa yordum.
Ayrıca Sabri Ülker Vakfı için hazırladığım “Anadolu Mutfağımızın Lezzetli ve Sağlıklı Reçeteleri” kitabım da “jüri özel ödülü”ne layık görüldü. Çok mutluydum ama aklım fikrim hep yapacağım konuşmadaydı.
Paris’e vardığım günün gece yarısında aklıma birden Mevlana düştü. Onun sözleri ve ritüelleriyle mutfağımızı anlatabilirdim.
Tasavvufta yemek, yiyecekleri ve sofra adabıyla ilgili sayfalarca yazı yazmış, Mevlana gibi müthiş bir kaynağım vardı.
Birleşmiş Milletler UNESCO teşkilatı 2007 yılını Mevlana yılı olarak ilan etti.
2007’de tasavvufta yeme içme kültürünü ve sofra adabını anlatan “Derviş Sofraları” adında bir kitap yazdım. Hemen kitabımı açıp bir çırpıda tekrar baktım.
Yanıma İngilizceye çevrilen “The Dervish Table” kitabımı da aldım. Eh ne de olsa aradan 15 yıl geçmişti. Bilgilerimi tekrar gözden geçirdim.
Bu arada bana eşlik eden oğlum Ömer Soysal sürekli İngilizce konuşmamı düzeltiyordu. Dünya Mutfakları Haftası’nın yapıldığı Refectoire des Cordeliers Salonu’na geldiğimizde konferans başlamıştı.
1789 Fransız İhtilali boyunca birçok halk ve mahalle toplantılarına tanıklık etmiş bu tarihi salon bugün de uluslararası etkinliklere ev sahipliği yapmaya devam ediyordu.
Konuşma sırası bana geldiğinde kürsüye kaşık, su ve kereviz sapıyla çıktım. Herkesi selamlayıp kısa bir açılış konuşması yaptıktan sonra elimdeki kaşığı izleyicilere doğru uzatarak, soframızdaki önemini anlatmaya başladım.
Sofrayı kurarken kaşığın çukur tarafının yukarıya bakacak şekilde yerleştirilmesi bir ritüeldir. Bu kaşığın duada olduğu anlamına gelir. Verdiği tüm nimetler, bolluk ve bereket için Allah’a dua edilir. Yemek bitince kaşığın çukur tarafı sofranın üzerine kapatılır. Bu da Allah’a şükranlarını bildirme ritüelidir.
Suyu izleyiciye doğru uzattım. Mevlana’ya göre su içmek çalışkanlığı sembolize eder, kin ve hasedi söndürür.
Kereviz sapını gösterirken, “yeşilliklerin şeytanı kovduğuna inanılır” dedim. Bu yüzden tasavvuf felsefesinde sebze, meyve, salata ve turşu tüketimi çok önemsenmiştir.
Yemekteki tuzun ölçü ve dengeyi simgelediğini, ekmeğin kutsal olduğunu, az yiyenin melek, çok yiyenin hasta olacağı gibi bir çok tasavvuf öğretisini dinleyiciyle paylaştım. Aldığım alkış ve tebriklerle başarılı bir konuşma yaptığımı anladım.
Yemek yazarı Gonca Tokuz ile hatıra fotoğrafı çektirdik.
Ekmek yiyip şükredin helva yiyip tatlanın
13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış olan Mevlana Celaleddin Rumi, bir din alimi, filozof, barış ve hümanizmin dünyadaki en önemli temsilcilerinden biri olarak tanınır. 6 ciltlik Mesnevi’sinde dini bilgilerden, sofra adabına, yemek kültüründen insan ilişkilerine kadar birçok konuya yer vermiştir.
‘’Hamdım, piştim, yandım” sözleriyle hayat felsefesini özetlerken yine yiyeceklere atıfta bulunmuştur. “Şu tencerede kaynayan nohut, ateşin tesiriyle nasıl da yukarı doğru sıçrıyor, feryat ediyor. Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun” der. Nohudu kaynatan kadın da kepçeyle vurup der ki “Seni kaynatıyorsam nefretten değil, tat kazanasın, gıda olup, kuvvet olup cana karışasın diye.”
Mevlana nohudun geçirdiği değişimle insanın olgunlaşmasını sembolize eder.
Buğday ile gerdan etinin birlikte ezilerek pişirilmesiyle yapılan keşkek yine bir tasavvufi sembol olarak kullanılmıştır.
Mevlana, sofraya getirilen ekmeğin şükredici olmayı hatırlattığını söyler.
Aradan geçen 800 yıla rağmen Mevlana’nın öğretileri, felsefesi insanları etkilemeye devam ediyor. Siz de ekmek yiyip şükredin, helva yiyip tatlanın.
Paylaş