Paylaş
ABD’nin Güney Carolina eyaletindeki Charleston şehrine gidebilmek için uzunca bir yol kat etmek zorunda kaldık.
Atlas Okyanusu kenarındaki bu tarihi şehrin limanına yanaşmış onlarca yük ve kargo gemisi, devasa vinçler, gümrük binaları, buranın yüksek ekonomik ve ticari faaliyetini gözler önüne seriyordu. Ama ben bu liman şehrinin aynı zamanda bir deniz ürünleri cenneti olduğunu da biliyordum.
ABD’nin, adını çok duyduğum bol acılı, pirinç, mısır, fasulye ve balık ağırlıklı “Creola” mutfağını bir an önce tadabilmek için sabırsızlanıyordum.
Charleston’un bir Avrupa liman şehrine benzeyen zengin havası, 1700–1800’lerde yapılmış koloni tarzındaki binaları, geniş balkonlu ve avlulu evleri, yüksek tavanlı bar, restoran ve şık kafeleri beni çok heyecanlandırdı.
Yol boyunca göz alabildiğine uzanan mısır, pirinç, çay ve fıstık tarlaları, buradaki tarımsal faaliyetin ne denli yoğun olduğunun işaretiydi.
Aklıma hemen meşhur “Kökler” dizisindeki ve Amerikan filmlerindeki Afrikalı kölelerin bu tarlalardaki insanüstü çalışma koşulları, verdikleri bağımsızlık mücadelesi ve yaşanan dramlar geldi. Çok hüzünlendim.
ACILARLA DOLU GÜNLERİN LEZZETİ
1700-1900 tarihleri arasında yapılmış ve “plantasyon çiftlikleri” dedikleri, Afrikalı kölelerin çalıştırıldığı bu evlerin bazıları müze haline getirilmiş.
Binlerce dönümlük çiftliklerde, Afrikalı işçilerin kaldığı, “slave cabin” denilen, sadece bir yatak ve bir göz ocağın bulunduğu kulübeler göz yaşartıcı bir manzaraydı.
İşte o ocaklarda çocuklarını doyurmak için buldukları her şeyi bir tencerede kaynatarak yaptıkları yemekler, “Gullah Cuisine” adıyla bir kitapta toplanmış.
Bu muhteşem kitabı yazan torunlar, açtıkları restoranda yeni nesillere acılarla dolu günlerin lezzetini aktarıyor.
Benim gittiğim dönemde maalesef restoran kapalıydı. Ancak geleneksel güneyli konukseverliği, güler yüzü, sıcakkanlılığıyla bizi ağırlayan Mr. Allen ve eşi Katleen’le beraber Blossom isimli çok hoş bir restorana gittik.
Creola ve Gullah mutfağının birlikte sunulduğu restoranda hem onlarca yemek tattık hem de konuştuk.
Özellikle mısır yarmasından yapılan Gritz benim favorim oldu. Yemeği lapa pilav kıvamında pişirip üzerine bol karides ve baharatlı sucuklarından koymuşlardı.
Mısır irmiği, pırasa ve soğan karışımlı mücver kıvamlı tava yemeklerinin üzerindeki deniz tarağı ise yediklerimin en iyisiydi.
Dişi ıstakoz ve mısır çorbaları, içinde bulunan bol malzeme ve koyu kıvamıyla bir öğünü geçirecek kadar doyurucuydu. Beyaz etli bir okyanus balığı olan Mahi Mahi’nin ızgarası muhteşemdi.
Ama en büyük sürpriz, henüz olgunlaşmamış yeşil domates dilimlerinin galeta ununa batırılıp kızartılmasıyla hazırlanmış sebze kulesiydi. Üzerindeki sos, bizim kızartmaların salçalı sosunu aratmıyordu.
Neredeyse 400 yıllık bu tarihi ve yöresel yemekler damaklarınızı şenlendirirken, bir taraftan da yüzyıllarca kölelik yapmış bu Afro-Amerikan insanların acılarını ruhunuzun derinliklerinde hissedip sarsılıyorsunuz.
Paylaş