Avrupa’nın sonbahar şehirleri

Kış nasıl geçer bilinmez ama Avrupa’da halen yazdan kalma keyifli günler yaşanıyor. Sonbaharın renkleri etrafı kuşatmış durumda. Danimarka’daki Zealand Yarımadası, başkent Kopenhag sarayların en güzellerini barındırıyor. Sheakespeare’in Hamlet’iyle ölümsüzleşen Kronborg, ormanların içine gizlenen Frederiksborg bu mevsimde mücevher gibi parlıyorlar. İngiltere’nin en yeşil bölgelerinden İskoçya, göller bölgesiyle, kültür kenti Edinburgh’la en güzel günlerini yaşıyor. İspanyol ressam Salvador Dali’nin doğduğu Figueres kenti, Pireneler’in devamındaki Emporda Ovası’nda. Barselona’dan iki saat mesafedeki bu şehre güzel bir tren yolculuğuyla ulaşabilirsiniz. Verimli toprakları, ormanları mevsimde kartpostal gibi görüntüler sunuyor. Bu hafta boyunca Figueres’te hava sıcaklığı 21 derecelerde seyredecek. Hem sonbahar hüznünü hem de SPA keyfini yaşamak istiyorsanız Prag yakınındaki Karlovy Vary diğer bir seçenek.

EDINBURGH / İNGİLTERE
Kuzeydeki renk cümbüşü

İskoçya’ya ilk gittiğinizde çok ilginç geliyor, Kilt denilen geleneksel etekleri giyen erkeklere sokakta bile rastlıyorsunuz. Özellikle köşe başlarında gayda çalan müzisyenler İskoç askerlerin bu değişik kıyafetleri ile fotoğraf karelerine değişik görüntüler olarak yansıyor. İskoçya deyince herkesin aklına ayrı bir ülke geliyor, oysa yeşilin yerleşik düzene geçtiği bu yer İngiltere’nin kuzeyinde bulunan bir bölge. Kuzey İrlanda, Galler ve İngiltere ile birlikte “Birleşik Krallık”ı oluşturuyor.
Sir Walter Scott’un “Benim biricik romantik şehrim” diye nitelendirdiği Edinburgh, Avrupa’nın sihirli şehirlerinden. Tepedeki 12’inci yüzyıldan kalma kalesi, pubları, müzeleri ve görkemli binalarıyla tanınan şehir her sene yaklaşık bir milyon kişi ağırlıyor, önemli tiyatro, müzik festivallerine ev sahipliği yapıyor. Harry Potter’ın yazarı J. K. Rowling ve Sherlock Holmes yazarı Sir Arthur Conan Doyle kentin sakinleri arasında. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki şehrin eski adı Dunedin, Yeni Zelanda’nın bir şehrine isim olarak verilmiş.

GÜNBATIMINI KALEDEN SEYREDİN

İskoçya’nın başkenti Edinburgh’un tüm önemli yapıları yürüyüş mesafesinde. Kentin en tepesindeki noktadan başlayıp önce kaledeki manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Muhteşem günbatımlarına sahne olan kale bir volkanik kaya üzerine inşa edilmiş. İçindeki İskoç kraliyet mücevherleri nefes kesici. Özellikle Robert the Bruce döneminde, 1540’larda yapılmış taç muhteşem bir parça. Kale 1571’e kadar kraliyet ailesince kullanılmış, şu anda İngiltere’nin en çok ziyaret edilen ikinci tarihi yapısı. Kaleden inerken geçeceğiniz “Royal Mile” Caddesi ve ara sokakları hediyelik eşya satan mağazalar, restoranlarla dolu. Siz onların cazibesine kapılmayı bırakıp yolun sonuna kadar ilerleyin. 1120’de yapılan St. Giles Katedrali’ni de geçtikten sonra karşınıza şık bir bina çıkacak: Yeni /images/100/0x0/55ea8606f018fbb8f8858f26Parlamento’nun bitişiğindeki Holyrood Sarayı, 1498’de IV. James tarafından yaptırılmış. Saray, İskoç tarihine damgasını vuran kraliçe Mary ile özdeşleşmiş. Mary’nin en büyük özelliklerinden biri, 1543’de dokuz aylıkken İskoçya kraliçesi olması. Halen kraliyet ailesinin yazlık ikametgahı olarak kullanılan binanın belli bölümleri ziyarete açık. İngiliz yönetimi tam 292 yıl sonra, 1999’da İskoçya’ya kısmi özerklik verdi ve bu çerçevede sarayın yanındaki o güzel Parlamento binası yapıldı.
İskoçya Milli Galerisi 1300-1900 yılları arasında yaşamış Avrupalı ve İskoç sanatçıların eserlerinin sergilendiği çok güzel bir müze. Gauguin, Degas, Titian, Monet, Van Gogh, Botticelli ve Rembrandt’ın tablolarının yanı sıra Ramsay, Raeburn, Wilkie, ve Mc Taggart’ın İskoç sanatını tüm derinliğiyle yansıtan eserleriyle de ziyaretçileri büyülüyor. 1859’da açılan müzedeki geçici sergiler de ilgi görüyor.
Şehrin özellikle bu mevsimde en güzel manzaralarından biri Calton Tepesi’nde. Savaş kahramanı Nelson’a adanan anıt, rasathane ve ulusal anıt bu tepede yer alıyor. Ardından Firth of Forth Nehri’ne doğru uzanın. 1997’ye kadar yaklaşık 44 yıl kraliyet ailesine hizmet veren Britannia yatı şehrin tarihi limanı Leith’de ziyaretçilerini bekliyor. Bine yakın gezide dünyanın her bir köşesine İngiliz bayrağını taşıyan yat, emekliliğinin ardından Kraliçe II. Elizabeth’in eşi Edinburgh Dükü Philip’in şehrinde demirlemiş.

CESUR YÜREK ANITI

Edinburgh civarında ilginç yerler var. Örneğin, National Wallace Anıtı’na gidebilirsiniz. Kent merkezine yaklaşık bir saat uzaklıktaki anıt, Brave Heart (Cesur Yürek) filmine ilham kaynağı olan İskoçya’nın kurtarıcısı William Wallace ve diğer İskoç kahramanların büstlerinin de bulunduğu tarihi bir bina. Anıtın girişinde bir heykel bulunuyor. Yapan sanatçı gerçek Cesur Yürek yerine filmde oynayan Mel Gibson’u model olarak kullanmış! Anıtın en tepesinden yeşile boyanmış bu ülkenin uçsuz bucaksız doğasını seyredebilirsiniz. Beş milyon nüfuslu İskoçya’nın küçük yerleşim birimlerinden geçerek ulaşacağınız Crieff Hydro Hoteli cennete benzer bir ortama sahip ve öğle yemeği için ideal. Tertemiz sonbahar havasını ciğerlerinize çekerken, yemeklerin de tadını çıkarın.

İSKOÇLARIN YAŞAM SUYU

İskoçya’ya kadar gitmişken dünyaca ünlü viskilerini denemeden dönmek olmaz. Crieff Hydro Hoteli’nin yakınındaki Famous Grouse 1717’den beri eski yöntemle malt İskoç viskisi üreten bir fabrika. Senede iki milyon kişinin ziyaret ettiği fabrikada tüm üretim aşamalarını görüp değişik viskilerin tadına bakabilirsiniz. Viski İskoç dilindeki “Uisge”den geliyor ve Türkçe’deki anlamı “yaşam suyu”. Fabrikadan Edinburgh’a dönüş yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. İskoçya kameranıza sadece kiltleri değil, tüm renkleri taşıyacak olan bir ülke. Tatile gitmek için harita başında yer arıyorsanız, İngiltere’nin kuzeyine bir göz atın ve sonbaharda çok güzel olduğunu unutmayın.

FIGUERES / İSPANYA
Her türlü çılgınlıkla karşılaşmaya hazır olun


35 bin kişinin yaşadığı Figueres, deli dahi Salvador Dali’nin 1904 yılında doğduğu yer. Ünlü Katalan sanatçı ömrünün son senelerini kasabasına adamış. Vaftiz edildiği Sant Pere Kilisesi’nin yanındaki, ilk resim sergisini açtığı belediye tiyatrosunu adam edip, 15 yılda muhteşem bir müzeye çevirmiş. Öldüğü yıla, yani /images/100/0x0/55ea8606f018fbb8f8858f281989’a kadar eli hep müzenin üzerinde olmuş. Müzede Dali’nin empresyonist, futurist, kübist ve sürreal eserlerinin dışında Antoni Pitxot ve Evarist Valles gibi sanatçıların eserleri de var. Ünlü İspanyol ressam El Greco’nun Aziz Pavlus isimli tablosu ve benzeri eserler ise Dali’nin özel koleksiyonu bölümünde sergileniyor.

CADDEDE FİLLE GEZMİŞTİ

Dali enteresan bir adam. Fransız şair Paul Eluard’ı, tatar güzeli eşi Gala’yla Figueras’a davet etmiş, sonra Gala’yı baştan çıkarıp evlenmiş. Gala despot bir kadına dönüşmüş. Dali’yle ayrı odalarda, evlerde yaşıyor, ünlü ressam ancak izin verdiğinde ziyaretine gelebiliyor. Genç erkeklerle sefalar yapıyor, Dali’ye bunu seyretmek düşüyor. O yine de çılgınca tutkun karısına. Bütün resimlerinde ve çalışmalarında ana figür Gala.
Salvador Dali sansasyon ve pazarlama dahisi. New York’taki Metropolitan Müzesi’nde sergisi açılırken almış bir küveti, koymuş müzenin girişine ve başlamış yıkanmaya! Eserlerini yaparken de değişik teknikler uygulamış. Bir seferinde bacaklarını boya kutularına batırdığı kurbağaları tuval üstünde zıplatıp, sıra dışı çalışmalara imza atmış! Reklam sektörüne bile girmiş. Hindistan Hava Yolları’na reklam hazırlamış, onlar da memnuniyet ifadesi olarak ünlü ressama fil hediye etmiş. Dali de binmiş filine, Figueres sokaklarında dolaşmış. Ahali “Delidir, ne yapsa yeridir” deyip umursamamış. Deli dahinin mücevher tasarımları da çok başarılı ve müzede sergileniyor. Dali’nin paraya düşkünlüğünü bilmeyen yok. Eserlerinin kopyalarını basarken “Hadi biraz para basalım” dermiş. Dali o yüzden sağlığında para kazanıp, lüks içinde yaşayan nadir sanatçılardan.

MÜZENİN HER KÖŞESİNE BİR SÜRPRİZ SAKLANMIŞ

Bordo rengi müze binasının üzerine Dali, ekmeği simgeleyen şekiller yapıştırmış, bazıları bunları dışkı olarak algılamış. Müzenin önündeki alanın adı Gala-Salvador Dali Meydanı. Meydanda ünlü Fransız sanatçı Meissonier’in traktör tekerlekleri üzerine oturtulmuş heykelleri ve Newton’a ithaf edilmiş bir heykel bulunuyor. Biletinizi alıp müzeye girdiğinizde, bir avlu görüyorsunuz. Avlunun ortasında bir Cadillac var, eserin adı da “İçinde yağmur yağan Cadillac.” Otomobilin yanındaki düğmeye para attığınızda, içinde yağmur yağıyor! 1936-39 yılları arasındaki İspanyol İç Savaşı esnasında hasar gören bu tiyatronun sahne kısmında Dali’nin Laberinto Balesi için yaptığı dev bir eser var. 8,8 metreye 13 metre boyutundaki bu tabloda kafatasında çatlaklar, göğsünde yüreğine açılan kapı olan biri resmedilmiş. Solda ise çok sıra dışı bir çalışma bulunuyor. “Çıplak Gala denize bakıyor” isimli bu tabloya uzaktan baktığınızda Gala’nın çıplak vücudu yerine eski ABD başkanı Abraham Lincoln’un yüzünü görüp şaşırıyorsunuz. Ünlü sanatçının mezarının da olduğu müzede dolaştıkça şaşkınlığınız iyice artıyor ve Dali’yi takdir ediyorsunuz. Matador isimli tabloya baktığınızda, önce çok sayıda Güzellik Tanrıçası Venüs resmi görüyorsunuz, dikkat ettiğinizde ise ortaya bir boğa güreşçisi çıkıyor.
Ünlü ABD’li sanatçı Mae West’in adını taşıyan oda ise başka bir alem. Koskoca bir kadın büstü düşünün, fakat dudakları kanape, burnu şömine, gözleri ise duvardaki iki tablo olsun.
Rüzgar Sarayı adını taşıyan odanın tavanında da muhteşem bir tablo var. Hemen yanındaki odada “Yatak Odası” isimli bölüm mevcut, burada ise genelevden alınma bir yatak ile Türk işi bir ayakkabı boyacısı sandığı bulunuyor.
Dali bu arada tabaklara resimler çizmiş, karşılarına da şişeler dizmiş. Tabakta bir kadın suratı görüyorsunuz, şişedeki yansıması çıplak bir vücuda dönüşüyor. Ya da sinek olarak gördüğünüz bir resim şişeye palyaço olarak yansıyor. Hayal gücünün sınırı yok!

KARLOVY VARY / ÇEK CUMHURİYETİ
Karl’ın banyolarında rahatlayın şifalı sularını tadın


Prag’a otobüsle 2,5 saat uzaklıktaki Karlovy Vary, bir kaplıca cenneti. Efsaneye göre kaplıcalar 1350’de IV. Karl’ın av köpeklerinden birinin bir sıcak su pınarına düşmesiyle keşfedilmiş. 16. yüzyılda da 200’ün üzerinde kaplıca inşa edilmiş. 1800-1920 yıllarında zengin aristokratların Karlovy Vary’yi keşfetmesiyle /images/100/0x0/55ea8606f018fbb8f8858f2apopüler hale gelen kent, Art Nouveau stilde evler, parklar, tiyatrolar ve otellerle donatılmış. Zamanında Atatürk’ün de bir ay kalıp şifa aradığı bu şirin kaplıca kenti, masalsı izler taşıyor. İmparator I. Franz Josef, Kazanova, Kafka ve Beethoven da burada sağlıklarının peşine düşen ünlülerden. Mozart ve Rus Çarı Pedro’nun evleri artık otel ya da kafe olarak kullanılsa da, Karlovy Vary’de hâlâ ortaçağın kent dokusu hakim. Kent ayrıca porselenleri, Moser cam işleri, film festivali ve “Becherovka” adı verilen ve ağrılara iyi geldiği rivayet edilen tarçınlı likörü ile ünlü.
Karlovy Vary, ya da Türkçe söylemek gerekirse Karl’ın Banyoları’nda, 19. yüzyıldan kalma güzel SPA’ların arasında bazen 1970’lerin facia mimarisinden örnekler de görüyorsunuz. Tepla ve Ohre nehirlerinin aktığı bu Bohemya şehrinde her yer su. Lazenska pohar dedikleri bardaklardan bir tane alıp 60 bin nüfuslu Karlovy Vary‘deki 12 farklı termal suyun tadına bakıp sağlığınıza kavuşabilirsiniz! Bunlar işe yaramazsa “13’üncü” ismi verilen Becherovka’yı denersiniz!
Jan Becher, 1807’de adını verdiği Becherovka’yı üreten ilk kişi olmuş. Şehirde Jan Becher’in müzesi de var. Grand Hotel Pupp’un arkasındaki Diana Gözlem Kulesi 1914’de yapılmış ve şehrin manzarasının tadını çıkaracağınız yerlerden. Karlovy Vary’de 1857 yılında kurulan ve krallara cam üreten Moser fabrikasını gezebilirsiniz.
Şehirdeki en iyi tesis ise Grand Hotel Pupp. Orta Avrupa’nın en güzel otellerinden Pupp’un SPA’sı da çok iyi. Geçmişi 18’inci yüzyıla giden otel, Karlovy Vary Film Festivali için gelen konukları ağırlıyor. 21’inci James Bond filmi “Casino Royal”de Pupp “Hotel Splendide” olarak kullanılmıştı. En azından bir kahve molası için uğrayın ve sonbaharın tadını bir fincan kahvenin lezzetinde yaşayın.

KOPENHAG / DANİMARKA
Şatolar ve kalelerin arasında


Zealand, Danimarka’nın en büyük adası. Bu adadaki başkent Kopenhag, güzel bir şehir ve etrafında birbirinden güzel sürprizler var. Günübirlik bir turda, farklı dünyaların kapılarını aralayıp keyifli zaman geçirebilirsiniz./images/100/0x0/55ea8606f018fbb8f8858f2c
Şehir, dünyanın en uzun köprülerinden, 22 kilometrelik Oresund’la İsveç’in Malmö kentine bağlanıyor. Yol, Danimarka Rivierası diye adlandırılan bölgeden geçiyor. Şehirden sekiz kilometre uzaklaştığınızda ilk plaj karşınıza çıkıyor, devamında ise kralların avlanma sahası olarak kullandıkları, geyiklerle dolu ormanlar var. Oresund Denizi manzaralı evlerin hepsi birbirinden güzel; kimi malikane büyüklüğünde, kimisi ise sazlardan yapılma çatılarıyla, eski balıkçı evlerinden bozma ama gözü rahatsız eden hiçbir şey yok. Bu mevsimde sarılar ve kahverengilerle dostluk eden yeşil doğa ve mavi deniz hoş bir mimariyle desteklenmiş. Ülkenin en önemli yazarlarından Karen Blixen bu bölgede yaşamış, 1962’de ölmüş. Yazarın, Kenya yıllarını anlattığı Benim Afrikam, 1985’de filme çekilmiş, Meryl Streep ve Robert Redford oynamıştı. Babette’in Ziyafeti de onun bir öyküsünden beyaz perdeye aktarılmıştı. Yazarın evi bugün müze olarak ziyaretçilere açık.
Şehirden 35 kilometre sonra muhteşem bir sanat müzesi olan Louisiana var. Koleksiyonundaki Andy Warhol, Joan Miro, Picasso ve heykeltraş Alberto Giacometti gibi ustaların eserleri nefes kesiyor. Farklı sanat dallarında sürekli değişen sergileri insanın ufkunu açıyor. Sabahları 10’da açılan müzenin çocuklara sanat aşkı aşılayan özel bir birimi bulunuyor. 19. Yüzyıl’dan kalma, deniz kenarındaki bir malikanede yer alan müzede güzel manzaralı bir restoran da var.

HAMLET’İN HARAÇ ŞATOSU

Danimarka’da sarayların neredeyse tamamı kale olarak geçiyor, bazıları da gerçekten kale gibi mimariye sahip. Sheakespeare’in Hamlet’iyle ölümsüzleşen Kronborg Kalesi, İsveç ile Danimarka arasındaki Oresund Denizi’nin en dar noktalarından birinde inşa edilmiş. Önünden geçen gemilerden vergi alınır, ödemeyen topa tutulurmuş. Bu gelenek 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında ABD devreye girince sona ermiş. Ülkenin her köşesine imzasını atan IV. Christian döneminde kalede çok sayıda değişiklik yapılmış. Bugün kaleye gelmeden önce, koruma maksadıyla yapılmış köprüler, hendekler ve kapılardan geçiyorsunuz. Güzel bir kilisenin olduğu avluya girmeden manzaranın tadını çıkartıp denizin öbür tarafına, İsveç’teki Helsingborg’a bakın. Şövalyeler Salonu ve Kraliyet ailesine ait bölüm dışında kalede bir de Denizcilik Müzesi var.
Kronborg’dan Kraliyet ailesinin yazlık saray olarak kullandığı Fredensborg’a giderken, Danimarka’nın ikinci büyük gölü Esrum’un muhteşem manzaraları size eşlik ediyor. Danimarkalıların hayatı İsveçlilerle savaşmakla geçmiş. En sonunda, 1722’de barış imzalamışlar. Sarayın adı da bu yüzden “Barış” anlamını taşıyor. En son veliaht prens Frederik ile Avustralyalı eşi Mary’nin düğün törenleri bu sarayda gerçekleşmişti. Sarayın en güzel taraflarından biri de Fransız etkisi taşıyan, içinde sıradan insanların heykelleri bulunan park. Fredensborg’un kurucusu IV. Frederik parti vermeye meraklıymış, saray konaklamaya yetmeyince yanına Store Kro Hoteli’ni yaptırmış. Vaktinde önemli isimlerin kaldığı otel hoş bir mekan, öğle yemeği molası için ideal.

HILLEROD’UN KONYALILARI

Danimarka’nın en muhteşem kalesi Frederiksborg, 1602-1622 arasında, IV.Christian tarafından, babası II. Frederik’in anısına yaptırılmış. Bir göl üzerindeki üç küçük adaya inşa edilmiş kalenin girişinde ziyaretçileri Neptün Çeşmesi karşılıyor. Krala ait bölümden kaleye girdiğinizde önce alçı kabartmalarıyla dikkati çeken Şövalyeler Salonu var. Zamanında lord ve leydiler buradaki ziyafetlerin konuğu olmuş. İçinde Danimarka krallarının taç giyme törenlerinin yapıldığı görkemli bir şapel ve Merasim Salonu bulunan yapıdaki Danimarka Ulusal Tarih Müzesi’ni ziyaret edibilirsiniz. Etraf binlerce tabloyla dolu. Müzenin 20. yüzyıl sanatçılarına ayrılan bir bölümü var. Ekimde, 1600’lerden kalma ve barok bahçelerde yürüyüşüne çıkmak ise ayrı bir keyif, sonbaharın tüm renklerini göreceksiniz. Son gittiğimde ortaçağ esintileri taşıyan bir dans gösterisiyle geçmişin dünyasına sürüklenmiştim. Kalenin bulunduğu Hillerod kasası Konyalı Türklerin mekanı. Kasabanın girişindeki Babylon Restaurant’tan tutun meydandaki Casa Nostra’ya, alışveriş merkezindeki dönerciye kadar çok Türk var, yemek yerken hiç lisan problemi yaşamıyorsunuz. Bizimkiler kebap kültürünü tüm İskandinavya’ya yaymış. Benim favori mekanım ise ana meydanın tam ortasındaki kale manzaralı kafe, özellikle de yılın bu döneminde.
Yazarın Tüm Yazıları