Mesela iş hayatı ile başlayalım. Güzel bir kadınsanız ve meslek olarak mankenlik, oyunculuk veya porno yıldızlığını seçmemişseniz insanlar başarıyı hak ederek kazanacağınızı düşünmezler. Hem güzel hem akıllı hem de başarılı olamazsınız onların gözünde. Başarılıysanız da güzelliğinizin sayesinde olmuştur. Kim bilir o noktalara gelene kadar kimlerle yatıp kalkmışsınızdır!
Üstelik güzel kadınların söyledikleri hep daha az ciddiye alınır. Aynı lafları çirkin, yaşlı veya rüküş biri söylese dikkatlice dinleyen insanlar güzle bir kadından duyunca “Sen ne bilirsin ki” modunda yaklaşır. Onlara göre güzel kadın politikadan, ekonomiden veya teknolojiden anlamaz. Onlar sadece güzel olmak için yaratılmıştır…
Peki iş hayatında hiç mi kapı açmaz güzellik? Açar tabii ama eğer namuslu bir kadınsanız kapılar açıldığından daha hızlı kapanır. Çünkü size güzelliğiniz için kıyak geçen biri varsa hemen yaptığı iyiliğin meyvesini toplamak ister. Eğer hayır derseniz de jet hızıyla kapının önüne koyar sizi.
İşin bir de sevgili kısmı vardır. Eğer sizin kadar ilgi çekici biriyle beraber değilseniz hemen adamın çok zengin olduğu fikrine kapılırlar. Yani sizi “zengin koca avcısı” yerine koyarlar. Çünkü siz sıradan birine aşık olamazsınız. Sıradan biriyle beraber olmanızın altında mutlaka başka bir sebep vardır onlara göre.
Ve zannederler ki güzel kadınların kapısında hep güzel erkekler sırada bekler. Güzel kadınlar da sevgililerini “Oo piti piti” ile seçer. Halbuki güzel kadınların çoğu yalnızdır. Çünkü zaman zaman güzellikleri erkekleri korkutur. “Bu kız nasılsa bana bakmaz” der ve hiç yaklaşmazlar bazı erkekler…
Evet, çok sevimliler. Evet, çok tatlılar. Ama yine de aksesuar olmayı hak ediyorlar mı orası tartışılır! İyi niyetli bir yaklaşımla modacılar, belki bir şekilde bebekli kadınlara ulaşmak, onlarla bağ kurmak için bebeklerden faydalanıyordur diyebiliriz. “Anne oldunuz ve hala şıksınız” ya da belki de “Anne oldunuz ve yeni bir Gucci’yi en çok siz hak ediyorsunuz” demeye de çalışıyor olabilirler. Hadi diyelim ki moda, bebekleri annelerle bağ kurmak için kullanıyor varsayımını yedik. Peki ya bebeğini aksesuar olarak kullanan öz annelere ne demeli?
Bugün maalesef sadece modacıların değil annelerin bile öz çocuklarını aksesuar niyetine kullandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bugün anneler işi gücü bırakıp bebekleriyle şov yapmaya çalışıyor. Kimi el kadar zavallıları karnaval havasında süslüyor, kimi pusetiyle, kimi dadısıyla hava atmaya çalışıyor.
Yan yana geçen iki pusetli kadın görürseniz dikkatlice bakın. Anında birbirilerini, bebeklerini, pusetlerini ve kıyafetlerini nasıl süzecekler! “Aman sizinki de ne tatlıymış” devri eskide kaldı. Şimdi “Sizinki de amma dandikmiş. Bizimkisi pusetlerin Ferrari’si” devrindeyiz.
Kendi genlerinden aksesuar yaratmaya çalışan bu kadınlar, bebeklerini bir çanta veya bir şapka gibi taşıyorlar. Ağladı mı? Acıktı mı? Altı mı kirlendi? Gazı mı var? Hemen ver dadıya baksın çaresine. Nasıl olsa bu kadınlar için bebekler ortamlarına katkı sağladıkları sürece kucağı ve ilgiyi hak eder.
Zor günlerinde birbirine destek olan, kalbi kırıldığında yanında olan, dışarı çıkmak istediğinde eşlik eden, beraber gülüp beraber eğlenen, birlikte yaşayıp, birlikte yaşlanan, acil durumlarda ilk birbirlerini arayan arkadaşlardan…
Günümüz şehirli kadını ertelenen evlilik kararlarında ve buna rağmen durmadan ilerleyen yaşlarında bir kocadan beklediği ve ihtiyaç duyduğu ilgi ve sevgiyi en yakın kız arkadaşlarında buluyor artık. Ama bir terapistle eş arasındaki en güzel yerde olan bu arkadaşlar farkında olmadan birbirlerinin evlilik kararlarını geciktiriyor.
Kendi parasını kazanan, evini geçindiren, aradığı duygusal ilişkiyi en yakın arkadaşıyla tatmin eden bu kadınlar için evlilik eskisi kadar sıcak gelmiyor. Bu tabii ki onları sevgili edinme konusunda engellemiyor. Ama içten içe bilinçaltında bir yerlerde, hiçbir kocanın yakın arkadaşlarından daha iyi olamayacağını düşünüyorlar. Bu yanılgı arkadaşlardan biri evlenene kadar sürüyor.
Beni yanlış anlamayın, bence evlilik gerçekten konsept olarak çok güzel ve özel bir şey. Birine ait olma ve onun da sana ait olması… Her güne sevdiğin kişinin kollarında başlamak ve günü yine onun kollarında bitirmek… Beraber yemek, beraber harcamak ve beraber kazanmak… Birçok açıdan “bir” olmak. “Bir” hareket etmek… “Bir” düşünmek…
Bunların hepsi benim için kağıt üzerinde esas olan mutluluğu simgeliyor. Ama sadece kağıt üzerinde… Çünkü birileri beni bir zamanlar evliliğin bundan ibaret olduğuna inandırmış olsa da artık biliyorum ki evlilik sadece böyle bir şey değil. Eskiden öyle miydi bilemem ama eğer öyleyse bile evlilikler de değişti evlilik kavramı da…
Ya da sevgililer gününde sevgilinizin annesi babasının en sevdiği yemekleri yapmak varken oğlunun en sevdiği yemekleri yapıyorsa ve sevgiliniz yanınıza gelmeden önce o yemekleri mideye indirmeyi tercih ediyorsa yanmışsınız demektir. Hele ki sevgilinizin evinin yedek anahtarı annesindeyse ve kadıncağız hiç beklenmedik anlar çat kapı geliyorsa bitmişsiniz demektir. Çünkü tüm bunlar hatta sadece biri bile bir ana kuzusuyla beraber olduğunuza işarettir.
20’li yaşlarını bitirmiş ama hala büyüme çağını tamamlayamamış bu ana kuzuları, günümüz kadının en azılı düşmanıdır aslında. Önce bu türün “Ay ne şeker, annesiyle ne de iyi geçiniyor” diye cazibesine kanarsınız sonra bir bakmışsınız annesi ilişkinizin göbeğinde çiftetelli oynuyor. “Ben bunu adam ederim, annenin yeri ayrı sevgilinin yeri ayrı öğretirim” hülyasına kapılırsanız da bittiğiniz andır. Çünkü ana kuzusu bir erkeğin sizi sevmesi veya size aşık olması hiçbir şeyi değiştirmez. Onlar fiziksel olarak sizi beğenseler bile zihinsel olarak anneleri gibi olmanızı bekler ve sizi o yönde değiştirmeye çalışırlar. Tabii anneleri izin verir de sizle flört etmeye başlayabilirlerse…
Abarttığımı düşünüyorsunuz ama bu kuzular sevgililerinin yaptığı yemekte bile annelerinin lezzetini bekler, evin düzeninde bile ana ocağını arar, sevgilinin kararlarında bile “Annem olsa böyle yapmazdı” derler. Annesine sormadan hiçbir şeye karar veremeyen bu erkekler ezkaza annelerinden habersiz bir şey yaparlarsa da bu sefer alacakları tepkiden korkarlar. Çünkü her anne oğul ilişkisinde biraz Oedipus kompleksi vardır aslında. Kimi bunu abartır kimi de bastırır. Ama anlamak istemedikleri şey bir kadın bir adamı yatağına alıyor, hayatının baş tacı yapıyorsa, asla ikinci sırada olmak istemez. En ufak tartışmalardan bile önce erkek annelerinin haberi olsun istemezler. İlişki ile ilgili kararlarda annelerinin söz sahibi olmasına tahammül edemezler.
Aman yanlış anlaşılmasın annesini seven, kollayan, onunla ilgilenen erkeğin başımızın üstünde yeri var. Çünkü annesine saygılı olan diğer kadınlara da saygı duymayı bilir. Benim bahsettiğim erkekler başka bir gruba giriyor. Bunlar iki cümlesinde bir annesinden bahsediyor, annesine sormadan kapıdan çıkamayıp tuvalete bile gidemiyorlar.
Biliyorsunuz erkekler aslında çocukluktan öğreniyorlar krallığı. “Erkek çocuk temizlik yapmaz”, “Oğluşum ne isterse o olur”, “Bu evin erkeği sensin paşam”, “Kesseler acımaz yavrum” gibi cümlelerle büyütüyor anneleri onları. İşte o anneler oğullarının büyümelerine izin vermedikleri için, oğulları da büyümek istemiyor ve ortaya kocaman bebekler çıkıyor. (Alt değiştirmesi de sevgiliye kalıyor...)
Ama gerçekler ne olursa olsun “Anneler” kutsal. Orası öyle olmasına öyle ancak sonra o kutsal annelerin kutsal kuzuları pek çok kadını mutsuz ediyor. O yüzden erkek analarından bir rica bu yazı aslında. Kıymetli oğullarınızı bırakın biraz kendi ayaklarının üzerinde dursunlar. Ahmet Şerif İzgören'in de dediği gibi biliyoruz ki “Süpermen Türk olsaydı pelerinini annesi bağlardı!” Hatta bana sorarsanız taytını bile giydirir her serüvenden sonra da terleyen sırtına havlu koyardı. Çünkü siz Türk anaları cansınız. Ama bir kadın için “ben bilmem eşim bilir”den daha korkutucu bir şey varsa o da “ben bilmem anam bilirdir”! Bu yüzden oğullarınızın mürüvvetini görmek istiyorsanız bir adım geride kalmak isteyebilirlersiniz belki…
Ve ey sevgili ana kuzuları, size de bir çift sözüm var. Sizi doğuran, bu yaşa getiren, yemeyip yediren, içmeyip içiren annelerinizle rekabet etmemiz mümkün değil. O yüzden de etmeyiz. Annenizi bize rakip olarak sürerseniz arkamıza bakmadan kaçarız. Aramızdaki sorunları annenize anlatmanız bize ihanet gibi gelir. Bizi günde bir kereden fazla aramazken annelerinizle en az üç kez konuşmanızı garipseriz. Ve hala annenizle yaşıyorsanız korkarız. Bu nedenlerden aklı başında bir kadınla sağlıklı bir ilişki istiyorsanız annenizin yerini de sevgilinizin yerini de ayırın. Ve mümkün oldukça içinizde Oedipus Kompleksi'ni bastırın!
Mesela Time dergisinde ve NeuroReport jurnalinde yayınlanan bir araştırmaya göre acı çeken insan küfrettiğinde acısı azalıyor, rahatlıyor ve acıya olan dayanıklılığı artıyormuş. Bir tür terapiymiş yani küfretmek. En kibar adamın bile maç izlerken içinden küfreden bir canavar çıkmasını doğal karşılamamızı sağlayan da bu zaten. O anda orada deşarj olduğunu biliyoruz. Rahatlamak için o küfürlere ihtiyacı olduğuna inanıyoruz. Ama iş kadına geldiğinde aynı anlayışta değiliz hiçbir zaman.
Çünkü içinde bulunduğumuz kültürde erkeklerin küfretmesi normalken kadınların küfretmesi her zaman ayıplanan bir şey. Bir erkek küfürlü konuştuğu zaman onu fark bile etmezken bir kadın küfrettiğinde hemen yargılamaya başlıyoruz.
Burada “Küfretmek kadına karizma katar, yaşasın küfreden kadınlar” gibi bir propaganda içerisinde değilim. Bazı erkeklerin küfreden kadınları seksi bulduğu efsanesine de değinecek değilim. Benim tek derdim küfreden erkeğe gösterilen müsemma ile küfreden kadına fırlatılan “çok ayıp” bakışları arasındaki uçuruma dikkat çekmek.
Küfretmek derken de illa ana avrat düz gitmekten de bahsetmiyorum. Küfretmek, Türk Dil Kurumu’na göre bile sövmek anlamına geliyor. Sövmek ise onur kırıcı, kaba sözler söylemek demek. Şimdi bu tanım çerçevesinde uç noktaları (ekstremleri) konumuzun dışında bırakalım. Yani dikkat çekmek için veya bir konuşma tarzı olarak küfreden (küfürbaz) kadınlardan bahsetmeyelim. Konumuz gerçekten çok sinirlendiğinde ya da onu fazlasıyla hayal kırıklığına uğratan bir şey olduğunda içinden gelerek şöyle ağız dolusu küfreden kadınlar olsun.
Her şey “Bana biraz kendinden bahsetsene” sorusuyla başlıyor. Sonra gelsin yalanlar. Nefret etseniz bile onun sevdiği müzikleri seviyor gibi yapıyor, onun hoşlandığı yerlerde takılmaktan keyif alıyor gibi görünüyorsunuz. Ne kadar çok ortak nokta çıkarırsanız o kadar kuvvetli bir ilişkiniz olur ümidiyle aşk yalanlarına sarılıyorsunuz. Sonra bir bakmışsınız kusursuz birini tarif ediyorsunuz. Ya da kusurlarınızı öyle bir anlatıyorsunuz ki kulağa lütuf gibi geliyor.
Mesela “Hiç kıskanç değilimdir ama sevdiğimi sahiplenirim” diyorsunuz. Kadın otomatik olarak bunu “Kıskanacak ama bunaltmayacak” olarak yorumluyor. Halbuki o cümlenin tercümesi “Mini etek giyemezsin, bensiz dışarı çıkamazsın, telefonundaki tüm erkekleri tek tek sileceğim!”
Ayşe Arman’ın Hürriyet Pazar’da yayınlanan Sylvia Day röportajını okumuşsunuzdur. Arman, erotik üçleme ‘Crossfire’ın yazarı Day ile röportaj yapmak için ta Los Angeles’a kadar gitmiş. Neden? Çünkü Day’in kitapları yakında Türkiye’de en çok satanlar listelerinin tepelerini işgal edecek. Tıpkı ‘Grinin 50 Tonu’ gibi... Çünkü Amerikalıların “Mommy porn” dedikleri bu akım Türkiye’yi de bir süre daha sarmaya devam edecek...
Facebook’ta ‘Grinin 50 Tonu’nu okumaya başladığımı yazdığım günü hatırlıyorum da, ne olay olmuştu! En modern dediğim arkadaşlarım bile “Bunu burada yazmaya utanmıyor musun” şeklinde mesajlar atmıştı. Bu kitap sadece Amerika ve İngiltere’de değil, Türkiye’de de en çok satanlar listesinin ilk üç sırasını işgal ediyordu ama kimse okuduğunu itiraf etmek istemiyordu.