Paylaş
Mustafa Bey caddesinin köşesinde Sir Winston vardı. Biz çaycı derdik. Daha çok gençlerin ve kendini genç hissedenlerin takıldığı bir kafeydi.
Az ileride daha çok orta yaşlıların takıldığı çok eski müessese olarak Efes Patisserie vardı. Daha ileride ise Sevinç Pastanesi… Sevinç’i daha çok yaşlılar severdi.
Espri kimden çıkmıştı bilmiyorum ama akışı şöyle bir sıraya sokmuştuk: Önce Sir Winston, sonra Efes, daha sonra Sevinç ve en son Hocazade camii! Cami de Sevinç’e üç yüz metre kadar uzakta çünkü…
Gelelim şu anki duruma. Sir Winston’un olduğu dükkan bir ara Simit Sarayı oldu ama şu ara yeni kiracı bekliyor. Efes kapandı, gözlükçü oldu. Sevinç’in yarısı gitti yarısı kiracı bekliyor. Hocazade aynen devam…
Sevinç’in küçülmesi yerel basında bir hayli ses getirdi. Yazıldı, çizildi. Kent hafızasına dahil mekanlardan biri daha zedelenmişti. Bu duyarlılık beni hem sevindirdi hem de şaşırttı.
Zira bu çok tanıdık bir akış. Asla sürpriz değil. Pek çok kentin, hatta Alaçatı gibi köylerin bile başına gelen bir şey.
Dükkanların ne iş yapacağına sadece serbest piyasa koşulları karar veriyorsa o günkü konjonktürde daha fazla kar eden öne ve köşeye çıkacaktır, daha az kar eden ya arkaya gidecektir, ya kapatacaktır. İş modelleri, iş iklimi değiştikçe de dükkanların tabelaları değişecektir.
Açıkçası kent hafızası kapitalizme vız gelir tırıs gider.
Keşke yerel idare buna karşı tedbir alabilseydi. Dükkan bazında yapılabilecek işi tanımlayan kalıcı plan notlarıyla kent hafızası korunabilseydi. En azından korunmaya çalışılsaydı. Ama kalıcı plan notu konulamıyor işte.
Yine aynı noktaya geliyoruz: masum değiliz hiç birimiz…
AVCILARLA UZLAŞMAZ ÇATIŞMALAR İÇİNDEYİM
Sevdiğim bir abim geçenlerde Facebook sayfasına vurduğu domuzun fotoğrafını koymuş. Yüz kilo civarı iri bir hayvan.
Fotoğraf (buraya koymak istemedim) avcılara göre bir “zafer” fotoğrafı. Bana göreyse bildiğin “vahşet”. Resmin altına gelen yorumlar da oldukça “acımasızdı”. Tebrikler, espriler falan…
Vurulan domuz ya… Bağa bahçeye zarar verebiliyor. Eti de yenmiyor, vurmak sevap sayılabilir.
Ben de çocukken rahmetli eniştemin teşvikiyle teyzemin oğluyla birlikte üç beş ava gittim.
Kendi sapanımızı yapar, taşla hüseyincik (Google’dan baktım “küçük akgerdanlı ötleğen”) vurmaya çalışırdık o zamanlar. Sonra avcılığın bana uymadığını fark ettim devam etmedim.
Yaşım ilerledikçe doğaya daha çok saygı duymaya, hayvanların yaşam hakkına daha çok önemsemeye başladım. Köpek balıklarını canavarlaştırdığı için Spielberg’e kızdım, matadora karşı boğayı tutmaya başladım, Yaban TV’deki bazı programları eleştirdim, Ayı filmindeki o cümleyi hiç aklımdan çıkarmadım:
“Hayatta en büyük heyecan öldürmek değil, yaşamasına izin vermektir”
Çok avcı arkadaşım oldu. Ateşli silahla hayvan öldürme konusunu çok tartıştık. İkna edip silahı bıraktırdığım hiç olmadı. Durdukları noktayı yürekten savundular.
Ancak onları dinleyip “ben hiç böyle düşünmemiştim bak” dediğimi de hatırlamıyorum.
Kısacası ne zamandır avcılarla uzlaşmaz çatışmalar içindeyim.
Evet anlıyorum, ne dersek diyelim biz romantik sayılacağız. İnsanlar avlanmaya devam edecekler. Bu da "normal" sayılacak.
Belki evrimin başka bir aşamasında avcılık marjinal bir faaliyet haline gelecek. Henüz değil!
Ama bir ricam olacak. En azından bu “kanlı eylemlerin” görsellerini burnumuza dayamasınlar. Çünkü bana göre bu şiddetin pornografisinden başka bir şey değil.
Bu fotoğrafları, videoları paylaşmanın sakıncaları üzerine biraz düşünsünler. Yüreği kaldıran var, kaldıramayan var. Ses çıkaran var, çıkarmayan var. Artık lütfen bu duyarlılığı göstersinler.
***
AMANSIZ HASTALIK
Babam yirmi yıl önce kanserden öldü. Hastalıkla ilk yakın temasımdı. İki yıl mücadele etmişti. Ancak tehlikeli bir bölgede agresif bir tümördü.
O gün bugün epey bir eş dost tanıdık kansere yenik düştü.
Fatih akciğerden gitti. Gökhan melanomdan, Tayfun pankreastan, Deniz göğüsten. Geçen hafta da sevgili Cüneyt’i kaybettik. Yıllardır mücadele ediyordu. Son iki ayda kötüledi.
Hastalığa yıllardır başarıyla direnen arkadaşlarım da var. Çoğu yaşam kalitesini koruyor.
Diyeceğim o ki kanser artık bu ülkenin acı gerçeği.
Beslenme şeklinden genetiğe, çevresel faktörlerden yaşam biçimine kadar pek çok nedenden dolayı hastalığa artık çok daha sık rastlıyoruz. Teşhis olanakları da arttı tabii.
Yalnız bu vaka patlamasına biraz hazırlıksız yakalanmış gibiyiz.
Dilimiz hala ürkek. Kanser sözcüğünü kullanmakta rahat değiliz. Sanki ölümle eş anlamlıymış gibi geldiği için belki.
Amansız hastalık gibi şemsiye bir tanımlama yerine kanser türlerini cesurca ifade etmek daha doğru diye düşünüyorum.
Tümörün cinsine, tuttuğu organa, teşhisin zamanlamasına bağlı olarak hastalığın farklı seyrettiğini unutuyor gibiyiz.
Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da uzmanlar az, benim gibi “internetten olma onkologlar” çok konuşuyor.
Evet konu tatsız, evet konu can yakıcı ama mücadele etmenin yolu tıbba bağlı kalmaktan geçiyor.
Yoksa ortalık bilumum “kanser tüccarlarına” kalıyor. Konu kanser olunca mucize yaratanı da atıp tutanı da çok oluyor.
Paylaş