“MUHTEŞEM Yüzyıl” dizisi bence ağır tempolu ve sıkıcı...
Bu bakımdan iyi not alamaz ama toplumda bazı tartışmaları başlatması ve Osmanlı Harem Hayatı’nı gündeme getirmesi bakımından yararlı oldu. “Harem” dokunulmaz, kutsal, korunan yer anlamına geliyor. Osmanlı döneminde, padişah saraylarında olduğu gibi, sadrazamların, vezirlerin, paşaların da haremleri vardı. Bu haremlerde Kapalıçarşı yakınındaki “Esir Hanı”ndan satın alınan genç ve güzel yabancı kadınlar bulunurdu. Haremde, Rum’u, Çerkez’i, Arap’ı... Rus’u, İtalyan’ı, Macar’ı... Her milletten kadın vardı. Bembeyaz odalıklar her odada, beşer beşer, efendilerini beklerdi. Sarayın köşesinde berisinde, hepsi heyecan içinde, haremağaları dört dönerdi. Hadım edilerek erkeklikleri yok edilen ve çoğu zenci olan kölelere “Haremağaları” denirdi. “Kızlarağası” onların amiriydi ve bunların hepsi “Valide Sultan”a, yani padişahın annesine bağlıydı. Patron “Valide Sultan” idi. Haremağaları, kadınlar bölümü olan “Harem” ile erkekler bölümü olan “Selamlık” arasında hizmet gören kölelerdi.
Harem daireleri, konak ve saraylarda, genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanırdı. Harem, saray kadınlarının yabancı erkeklerle karşılaşmadan, rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri yerdi. Osmanlı saraylarında haremin iki temel işlevi vardı: 1) Padişahın özel yaşamını sürdürdüğü ve eş bulduğu yerdi. O gece, esmeri sarışını, uzunu kısası, zayıfı tombulu, hangi kadını canı çekerse, koynuna alırdı. 2) Harem, bir okul görevi görürdü. Esir pazarından satın alınan cariyelere Osmanlıca öğretilir, iyi bir eğitim görmesi sağlanırdı. Osmanlı’da Harem-i Hümayun, ileride padişah annesi olabilecek cariyeleri yetiştirirdi, devlet adamlarını yetiştiren “Enderun” okullarına eşdeğerde bir kurumdu.
Bugün, zihinlerde oluşan “harem hayatı” genellikle yanlıştır. Çünkü Türk halkı hiç görmediği padişah evini, Avrupalı yazarların, diplomatların fantezilerinden, Batı kökenli ressamların, kendi hayalleriyle süsledikleri resimlerden öğrendi. Harem hayatı, zihinlerde hep büyülü, egzotik ve erotik bir ortam olarak canlandı. Padişahın özel evi olan harem, “mahrem” bir yerdi ve “nâmahremler” asla giremezdi. Anlatılan tasvirler ve çizilen resimler hep hayal gücüne dayanıyordu.
Cariyeler, genç ve güzel kadınlardı. Hareme gelen yeni cariye sıkı bir disiplin altında uzun bir eğitimden geçirildikten sonra padişaha sunulurdu. Cariyelerin çoğu, bir süre sonra vezirlere, beylere, paşalara zevce (eş) olarak verilirdi. Saraya yeni alınan esir kıza “acemi” denir, ona Müslümanlık, Türk-İslam âdetleri ve ibadet gibi dini bilgiler, dikiş-nakış, hanendelik (şarkıcılık), sazendelik (saz çalma) sanatı öğretilirdi. Böylece acemi cariye iyice yetiştirildikten sonra cariyeliğe yükseltilerek padişahın beğenisine sunulurdu. Hünkârın yatağına aldığı cariye “Haseki” adıyla anılır, bunlardan “gözde” olan “Padişahın kadını” olurdu. Çocuk doğuran haseki “Şehzade annesi “ olarak ayrıcalık kazanır, onun maaşı arttırılırdı.
Kimi tarihçiler hareme “Entrika ve fesat yuvası” olarak bakarken, kimi tarihçiler de “Harem bir kültür okulu ve nezaket yuvasıydı. Haremle ilgili olarak yayınlanan, çıplak resimler, erotik hamam sahneleri Batılı ressamları fantezilerinden ibarettir” der.