Bilmiyorum onlarda da ‘Bilmece bildirmece dil üstünde kaydırmaca’ durumları var mıdır...
Varsa eğer birbirlerine soruyorlardır şimdi:
‘Denizi var gemisi yok
Sokağı var insanı yok
Seması var kuşu yok.’
Neresi burası?
Tabii ki İstanbul. Zirvenin İstanbul’u.
Hani çizgi filmlerde kovboy kasabaları vardır... Haydut gelince herkes evine kaçışıp penceresini kapısını kapatır, hatta çiviler... Bir tek kasabanın barı açık kalır, orada da barmen korkudan tezgáhın altına gizlenmiştir... Üç gün boyunca durum buydu İstanbul’da.
Bir zamanlar ‘Okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdim’ diyen bir bakan varmış... Anlatırlardı... Yıllar sonra adamcağızın hayallerine benzer bir durum gerçek oldu. Ortada insan olmayınca asayiş bir güzel sağlandı. Neyse... Gittiler de saklandığımız deliklerden çıktık. Çeri çöpü de çıkarabilirsiniz arkadaşlar!
Bir daha İstanbul’un kalabalığından şikáyet edersem ne olayım... Tek tek öpesim var herkesi.
Büyüler bizden...
Bir heyet Türkiye’ye gelsin de büyülenmesin... Mümkün mü? Tarih yazmadı daha. Nitekim bu gelenler de büyülenip gittiler. Hatta büyülenme anlarından birini gözlerimizle gördük hepimiz. Bütün gazetelerde vardı... Mehterana bakarlarken hakikaten hepsinin büyülendiği gözlerinden okunuyordu. Zaten o bıyıklara kimse kayıtsız kalamaz.
Sonra yemeklerimizle büyüledik tabii... Deniz börülcesi ve mini imambayıldıyla. Hatta Bush demiş ki, ‘Bir sonraki yiyeceğimiz yemeği dört gözle bekliyorum.’ Her şey karşılıklı. O da bizi az büyülemedi Irak’ta. Bir sonraki saçmalıklarını biz de bekliyoruz. Yalnız iki göz eksiğiyle... Bir de bizim gözlerimizde endişe var fark olarak.
Misafirperverliğimizden de büyülendiler elbet. Özellikle kadınları oradan oraya gezdirirken büyünün dozunu kaçırıp -sersemlettik. ‘Ölümü öp, padişahın iç donunu da göstermeden şuradan şuraya bırakmam!’ diye diye...
Boğaz gezisinde hele... Bir tane bile gemi geçmeyen deniz büyülemez de ne yapar...
Gerçi gazeteler yazmıyor ama ben biliyorum ki en çok nüfus planlamasından büyülendiler. Metrekareye sıfır insan düştüğünü görünce... Sormuşlardır Tayyip Erdoğan’a, o da ‘Bunu da başardık icabında’ demiştir. Tanrı tercümanların yardımcısı olsun ‘icabında’yı İngilizce’ye nasıl çevirdiler acaba?
Necmiyanım’dan Bush’a...
Benim bu zirvede en çok ilgimi çeken husus Emine Erdoğan’la George Bush’un yaptığı sohbet oldu. Bütün gazetelerde gördük. ‘Sıcak sohbet’in fotoğraflarını... Emine Erdoğan anlatıyor, Bush dinliyor...
Merakım, Emine Hanım’ın o esnada ne dediği...
Misal, ‘Sıcaklar birden bastırdı’ mı demiştir...
Ya da ‘Tayyip kurufasulyeyi çok sever’ mi...
‘Ben pilava bir fiske de şeker atarım’ dedi belki de.
‘Hayırlısıyla küçük kızı da bir başgöz etsek...’ demiş de olabilir.
Sahi cumhurbaşkanı, başbakan eşlerine böyle resmi ziyaret sohbetlerinde ne konuşmaları gerektiği öğretilir mi? Öyle ya o güne kadar konu komşuyla, akraba kadınlarla düşülüp kalkılmış... Birden yanına ABD başkanını oturtuyorlar. Necmiyanım’dan Bush’a geçmek kolay değildir herhalde.
Yukarıdaki tahminlerim isabetliyse yine de iyi Emine Hanım’ın durumu. Ben olsam hem dedikoduyu sevdiğimden hem de patavatsızlığımdan ‘Bizim buralarda sizi pek sevmezler, hatta arkanızdan bile bile dilini sürçtürüp ‘puşt’ diyen bile var’ deyiverirdim. Yaka paça götürürlerdi tabii beni. Demek Allah biliyor da bazı şeyleri nasip etmiyor insana.