Paylaş
Depremdi, Clinton'du derken arada kaynadı gitti. Gazete arşivlerinde bir haber, bir flu fotoğraf olarak kaldı. Eminim çoğunuz hatırlamıyorsunuzdur 'Canavar imamı'. Evet, böyle yazdılar onun için; 'Canavar imam'. Almanya'da sevdiği kızı ve ailesini öldürdü, sonra da intihar etti Mehmet.
Bir insan otuzdört yıl boyunca canavar olduğunu gizleyebilir mi? Bir gün gelip yedi kişiyi öldürebileceğinin hiç mi ip uçları yoktur hayatında. Ne bileyim; kontrol edilemeyen öfkeler, sık sık şiddete başvurmalar, çocuklukta arkadaşlarına zarar vermeler, bir kediyi gözünü kırpmadan öldürebilmeler... İnsan bir anda canavar olur mu? Olurmuş demek. Mehmet'in köydeki arkadaşları şaşırmışlar olayı duyunca. Ana, babası da... ‘‘Hiç ummazdık’’ demişler. Acaba biz de günün birinde cinayet işleyebilir miyiz? Herkes potansiyel katil mi?
Lanetler yağdırıldı Mehmet'e. Ben de yağdırdım ama Mehmet'e değil, onu ve onun gibi nicelerini çocuk denecek yaşta evlenmeye zorlayan şartlara.
Daha ne olduğunu anlamadan ‘‘Bu senin karın’’ diye koynuna küçücük bir kızı sokanlara.
Yaşıtları büyük şehirlerde kız arkadaşlarıyla çocukluktan erkekliğe geçmenin keyfini çıkarırken Mehmet'e konulan yasaklara.
Öğretilen günahlara... Adetlere... Geleneklere...
Mehmet ne yapsın? Başka türlüsünden haberi yok ki! Başkalarının çizdiği yoldan gidecek. Gitmiş de. Zübeyde'yi görünceye kadar. Gönlü bilmemiş Zübeyde'yi sevmemesi gerektiğini. Mehmet bilmiş, iki arada bir derede kalmış. Bir yanda sorumluluklar, toplum baskısı, alışkanlıklar, gelenekler... Bir yanda belki de ilk kez bu kadar hızlı çarpan yüreği.
Parası yok ki tazminat verip boşasın karısını. Hem nasıl boşasın? Karısı Mehmet'siz yok sayılır. Mehmet onun hayatla tek bağı. Hem çocuklar da var.
Gizli gizli buluşup sevişseler o da olmaz. Zübeydesi fahişe mi? Haram denen birşey var. Mehmet imam üstelik. Sevgilisi olamaz, karısı olmalı Zübeyde. Şamdan çocuğu da değil ki Zübeyde'ye aşkı üç gün sürsün.
Bir çıkar yol ararken evlendirmişler Zübeyde'yi başkasıyla. Çaresizliğine kıskançlık eklenmiş. Bir de öfke, bir de isyan. Köşeye sıkışmış Mehmet. Sonrası malum.
Yazık oldu Mehmet'e, Zübeyde'ye, herkese... Ya Mehmet'in karısı, çocukları? Onları sözüm ona koruyan kurallar hepten yalnız kalmalarına sebep oldu.
İkincisi bir taksi şoförünün hikayesi...
Adettir, yol uzunsa trafikten şikayetle başlayan sohbet ‘‘Nerelisin’’le devam eder. Zaman zaman da anlatacağım türde bir hikaye gelir ardından.
20 yaşındaymış aşık olduğunda. Sevdiği kızsa 16. İki sene elele gezmişler parklarda. Sonra evlenmeye karar vermişler. Kızı istetmiş babasından. ‘‘Olmaz’’ demiş kızın babası, ‘‘Dinimiz ayrı.’’ Araya kim girmişse vazgeçirememiş babayı.
Yirmi yaş büyük biriyle evlendirmişler kızı. Onu gelinlikle gördüğünde ‘‘Tutun beni’’ demiş arkadaşlarına, ‘‘Yoksa düşeceğim.’’
Bir süre sonra o da evlenmiş. Her ikisi de çoluk çocuğa karışmışlar. Karışmışlar ama hiç ayrılmamışlar birbirlerinden. O günden bugüne yirmidört yıl geçmiş. Yirmidört yıldır ara vermeksizin haftada iki gün buluşuyorlarmış. Ne onun kocasına, ne de bunun karısına sezdirmişler. Hiç azalmamış sevgileri. ‘‘Mezara kadar gider’’ diyor. Sordum: ‘‘Karını sevmiyor musun?’’ diye. ‘‘Seviyorum ama bunun yeri başka. İlk gözağrısı’’ dedi.
Ve son hikaye.
Size Yavuz'dan söz etmiştim hatırlayacaksınız. Hani bir kuruma işim düşmüştü de bana yardımı dokunan, işimi kolaylaştıran bir delikanlının cebine alıştığımız üzere üç, beş kuruş sıkıştırmaya kalkmıştım, reddetmişti. Hem de gözleri yaşararak. Ne zaman işim düşerse tekrar yardıma hazır olduğunu söylemişti.
Bu olaydan bir süre sonra Yavuz'un fotoğrafını gördüm gazetelerde. Sevdiği kızla intihar etmişler. Ormanda birbirlerine sarılmış cesetleri bulunmuş. Evlenmelerine aileleri karşı çıkmış, onlar da ölümü çare bilmişler. Ne kadar üzüldüğümü tahmin edersiniz.
Bu üç hikayeyi herhangi bir sonuca varmak için yazmadım. Sadece beni etkiledikleri için bu köşede yer aldılar. Ancak bunlara benzer okuduğumuz, duyduğumuz, şahit olduğumuz nicelerini de göz önüne aldığımızda ister istemez aklına birşeyler geliyor insanın.
Mesela duygulara set çekilemiyor galiba. Çektim sandığınızda bir gün bir yerden değişik ve çoğu zaman üzücü bir biçimde tezahür edişini görüyorsunuz.
Bir de galiba insanoğlu tekeşli değil. Biz olması için zorluyoruz ama başaramıyoruz. Doğa bu! Depremleri durduramıyoruz; ne yerin altındakileri ne de gönüllerimizle, bedenlerimizdekini.
Mış muş...
Tansu Çiller:‘‘Babam bana dünyanın sekizinci harikası derdi’’ demiş.
Adamcağız Allah'ın sevgili kuluymuş ki; sekizinci harikanın ne harikalar yarattığını görmeden göçüp gitti.
Binalara kimlik belgesi geliyormuş.
Sahtecilere yeni iş çıktı.
Deprem vergisiyle arabası, evi ve cep telefonu olanın cebinden yarım milyara yakın para çıkacakmış.
Gördüğünüz gibi bizim memlekette depremzede olmak için illa enkaz altından çıkmak şart değil.
Ecevit deprem vergisine tepkilere; ‘‘Doğal’’ demiş.
Bizim merakımız tepkilerin değil vergilerin doğal olup olmadığı.
MEDYADAKİ YERİMİZ
Bu köşeden sataşmalara cevap vermek istemiyorum ama bazen kaçınılmaz oluyor. Okurlardan özür diliyorum. Bir televizyon programı. Konu, 'Kadının medyadaki yeri.' Ya da ben öyle zannediyorum. 'Şarkıcıların ne hakla gazete köşelerinde yazıyor olmaları' da olabilir. Programa katılan konuklar gazeteci ve çoğu kadın. İçlerinden biri var ki bize çok kızgın. Eskiden bir köşesi vardı, şimdi yok. Sebebi bu olmalı. Eğer biz varız diye o yoksa gücümüzden korktum doğrusu. Ancak ben aynı kanıda değilim. Bence onun yok oluşunun sebebi bizim varlığımız değil, kendisinin gazetecilikte varlık gösterememesi olmalı.
Kendisine naçizane bir tavsiyem olacak. Üç, beş entellektüel arkadaşı için değil, okurlar için yazmayı denesin.
Ne donanımlı olduğunu ispatlama işini ise arkadaşlarıyla sık sık biraraya geldikleri barlara saklasın. Yazılarına bir parça tat katsın. İnsan hem entellektüel, hem de anlaşılır olabilir.
Paylaş