16 Eylül 2008
HIMMM...<BR><BR>Belli ki işler iyi gitmiyor. Belki el altından anket yaptırıldı, görüldü ki yüzdede bir düşüş var.
E, ne yapmak lazım?
Bir "atraksiyon."
Ne olabilir, ne olabilir...
Savaş!
E, tarihe bakıldığında işe yaradığı olmuştur.
"Kahraman" olma ihtimali var yani.
Nasıl olsa bu devirde savaşların başı sonu da belli değil.
Kim galip, kim mağlup...
Eskidenmiş o.
Mercidabık’ta, Otlukbeli’nde...
Hangi tarihte kimler arasında oldu, neden başladı, kim kazandı, varsa antlaşma şartları...
Yok artık böyle bir şey.
Irak savaşının nedenini tam olarak bilen var mı?
Bitti mi, biter mi, ne oluyor...
Kim, ne kazandı...
Ama Bush’u ülkesinde kahraman olarak gören çok aptal vardır.
En azından Bush’un kendisi...
Fakat bizimki nereye saldıracak? Komşulara bakalım mesela.
Irak kapılmış...
Ermenistan’la arayı yeni düzelttik...
Kıbrıs’a bir barış harekátı daha yapılmaz...
Gürcistan’da Rusya bizden önce davrandı...
Ee?
Geriye Doğan Medya Grubu kalıyor!
* * *
Buna "sanatçı taktiği" de denilebilir.
Hani adını parlatmak isteyen ötekine saldırıyor ya...
Gözüne birini kestiriyor hani...
Yahut yeni albüm çıkacak, promosyon çalışmalarının bir parçası olarak rakipler yerden yere vuruluyor hani... Kendini de övecek bir şey bulamayınca karşıdakini yermek suretiyle albüm tanıtılıyor...
Böyle bir şey bu da zahir.
* * *
Ne bileyim...
Düşünüyorum, düşünüyorum...
Mantıklı bir neden bulamıyorum.
MIŞ-MUŞ
Japon şirketi, evde "orman havası" estiren cihaz satıyormuş.
Bize yanında bir de yangın söndürücü versinler!
Manavgat Müftüsü, "Bikiniliye bakmak orucun sevabını azaltır" demiş.
Hani güzele bakmak sevaptı?!
103 yıllık telefon tıkır tıkır çalışıyormuş.
Eski toprak!
Erdoğan, "Deniz Feneri’nde hata yapanlar cezasını çeksin" demiş.
Ay ağzından kaçtı!
Vücudu okşamak, "basit cinsel saldırı"ymış.
Yıllarca "ön sevişme" diye yutturdular bize!
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2008
DAHA önce de yazmıştım... Taraf’ta sevdiğim bir köşe var (artık ekte)... Telesiyej. Televizyon programlarını eleştiriyor daha çok. Fakat bu defa benim bir yazıma takılmış.
Tanımadığı ve neden onu seçtiğini bilmediği bir okuru (Ben kim olduğunu tahmin edebiliyorum) şikáyet edince, bakmış benim yazıya, içinde o da okuru gibi vefa bulamamış, dertlenmiş, almış kalemi eline...
Konunun ne olduğuna girmiyorum. Çünkü yazıyla ilgili kendimi savunma gereği duymuyorum.
Herhangi birini hedef alan yazı değildi, dolayısıyla vefayla ilişkilendirilmesini abes buluyorum. Haklı olduğum sadece bir kişinin alınganlık göstermesinden belli zaten. (Bundan sonra tepki gelirse, saymam.)
Bugün yapacağım şey, bu vesileyle vefa, dostluk, arkadaşlık üzerine biraz laflamak olacak yalnızca. Biraz da gazetecilik üzerine.
Şu ünlü, "Gerçek dost kara günde belli olur" sözünden başlayalım mesela.
Oldum olası doğru gelmiyor bana.
Daha doğrusu eksik buluyorum.
Bu sözü duyduğum zaman aklıma hemen "arkadaş"ının iyi gününe tahammülü olmayanlar geliyor. Kötü günde koşmayı, "ne iyi insan" olduğunu etrafa göstermek için fırsat bilen sözde dostlar...
Dostlar birbirlerinin başarılarını da beraberce kutlayabilmeliler. Koşmak için kara günü bekleyenleri akbabaya benzetiyorum.
Dostlukta en önemli kriterlerden biri şu benim için:
Her iki taraf da birbirini istediği zaman arayabilmeli ve ULAŞABİLMELİ birbirine. Tek taraflıysa bu, dostluktan söz edilmez. Yalnız bir tarafından canının istediği zamanlara sıkıştırılmaz dostluk.
Bundan ötesi, o süslü püslü laflar hiç ilgilendirmiyor beni.
* * *
Sayın Telesiyej yazarı,
Size isminizle hitap edemiyorum, isminiz yok çünkü.
Ne güzel!
Her zaman özenmişimdir, isimsiz yazanlara. Mesela ben de isimsiz yazıyor olsaydım kimse beni "vefasızlık"la suçlamayacaktı şimdi.
Siz... Aylardır herkesi eleştirip duruyorsunuz. Uzaydan gelmediğinize göre, bunların içinde tanışınız, arkadaşınız, hatta dostunuz olanlar vardır mutlaka. Ama ne onlar ne de onların adına başka biri "vefasız" diyemiyor size.
Özgürsünüz.
Aslında Türkiye’de iyi bir gazeteci, doğru dürüst köşe yazarı olmak için "isimsiz" olmak şart bana sorarsanız. Öteki türlüsü elini kolunu bağlıyor insanın. Kimse eleştiriye gelemiyor, herkes kayırılmak istiyor çünkü. Bakıyorsunuz arkanızdan bir incinmişler ordusu! Ve neler yapabilecekleri hiç belli olmaz.
Türkiye’de 70 milyon "dokunulmaz" var!
Oysa kalemi eline aldı mı gazeteci, duygularını bir kenara koyabilmeli. İşin içinde babası olsa doğru bildiğini yazmalı. Sizin gazetenin de ilkesi bu değil mi? Hatta çıkış nedeni?
Vefanın yeri gazete köşeleri değildir Sayın Yazar. Ve çok derindir bu vefa meselesi. Bir girersem...
Son olarak benden size bir atasözü... "Dost acı söyler."
Karşıdaki de gerçek dostsa eğer, acı söze itiraz etmez.
Ama ne acı söylemeye cesaret edebilecek, ne de o acı sözü duymaya tahammül edebilecek birileri var ortada. Onun için sahte dostluklardan geçilmiyor ya...
MIŞ-MUŞ
ABD’de 22 yaşında üniversiteli kız, okul masraflarını çıkarmak için bekáretini satışa çıkarmış.
Yazık! Çok yazık! Hakikaten çok üzüldüm. Bizimki bedavaya gitti de...
Şanlıurfa’ya acı biber heykeli dikilmiş.
Buna da şükür, çiğköfteyi akıl edememişler!
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2008
Biri, kadınlara...<br><br>İncecik bir bedene ve ne olursa olsun bir erkeğe sahip olmanın dışında bir amaçları yoksa 50’lerinde "eşekten düşmüş karpuz"a dönebileceklerini söylesin!
*
Biri, erkeklere...
Kadınların sadece "penisdeğer" değil, saygıdeğer de olduğunu söylesin!
*
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2008
ANLAŞILDI... Kişisel "Cahillikler Kitabı"nı oluşturmam lazım artık. Ayol bilmediğim ne çok şey varmış! Mesela mahkemeler şöyle bir karar verebiliyormuş:<br><br>Kişisel gelişim cezası! Bir "hapis"i, bir "para"yı bilirdim.
Fakat bilmemek benim suçum değil. Kimseye verilmeyince bugüne kadar... E, boş zamanlarımda kanun okuyacak halim yok.
Neyse, Cem Uzan herkesten farklı ne yapıp ettiyse, gerçi ne yaptığını biliyoruz, Başbakan’a hakaret etti fakat işte siyasette değilse de hakarette farkını ortaya koydu demek ki "öfke kontrolü programına katılma ve üstüne kişisel gelişimle ilgili beş adet kitap okuma" cezası diye bir ceza aldı.
Adamı beğenmezsiniz bir de... Bu memlekette ilk özel televizyonu kurduğu gibi, ilk acayip cezayı da almış oldu.
Şimdi, kitap okuma deyince, başka ülkede olsa mahkemenin Cem Uzan’ı kayırdığı düşünülebilir. Fakat bu topraklarda bir adamdan kitap okumasının istenmesi büyük cezadır!
Hele kitabın "kişisel gelişim" denen cinsi...
"Ağırlaştırılmış müebbet"ten beterdir bana göre.
Her tür kitapla aram iyidir, lakin bu kitaplarla ilişkim ilk üç sayfadan öteye gidememiştir. Her seferinde, dördüncü sayfada gelişmemiş olarak kalmayı tercih etmişimdir.
Hayır, sonuna kadar okusam ne olacak?
"Sokma akıl"la nereye kadar gidilebilir?
Üstelik bilmediğimiz şeyler değildir yazılanlar. Nereden baksanız "Erkeğinizi nasıl elinizde tutarsınız"dan biraz hallice şeylerdir.
Eliniz kalem tutuyorsa, nasihat vermeyi de seviyorsanız, ki sevmeyen yoktur, sizin de bir "kişisel gelişim" kitabınız olabilir!
Fakat kime ne faydası olur, işte onun için bir şey diyemem.
Şöyle söyleyeyim ya da, bu kitaplardan birini okuyup da hayatı değişen kaç kişi vardır, hakikaten çok merak ediyorum.
Cem Uzan’la merakımı gidereceğim. Hem de beş kitap birden...
Bir de kurs...
Göreceğiz.
* * *
Bakın bu gelişim kitapları iyi bir şey olsaydı hákim kalkıp "ceza" olarak vermezdi bir kere!
Diyeceksiniz ki, "Cezalar adam etme amaçlıdır".
Yok yav?
20, 15, hatta 10 yıl bir deliğe tıkılan adam oradan bütün kötü hallerinden arınıp çıkar öyle mi?
Uzatmayayım, Cem Uzan’ın öfkesini kontrol etmesi şöyle dursun, bu cezayla direkt sinirlerine kastedilmiştir!
Fakat yine de bir bakmak lazım tabii, belki de yanılıyorumdur. Eğer öyleyse aynı kitapları tavsiye edebileceğimiz bir büyüğümüz var sırada. Fakat ona beş tanesi yetmez!
MIŞ-MUŞ
Pakistan’da, Benazir Butto’nun "Bay Yüzde 10" lakaplı kocası Ali Zerdari cumhurbaşkanı olmuş, halk sevinç içerisindeymiş."Hiç olmazsa adamın yüzdesi belli" diye seviniyorlar zahir!
Türkiye’nin tanıtımlarında yeni dönem başlıyormuş.E, çoktandır gerekiyordu; denizle güneşin yanına yanmış bir kel tepe yahut bir "dikkat ölüm tehlikesi!" işareti...
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2008
YILLAR önce bir "Karşı Şov" vardı televizyonda... Necef Uğurlu’nun yazdığı, Ahmet Uğurlu’nun oynadığı. Türünün en iyisiydi bana göre. Hálá daha iyisini görmedim. Gerçi yanılıyor da olabilirim, eskiden ayılıp bayıldığı bir sürü şeye bugünkü aklıyla "Bu muydu!" diyebiliyor insan.
Fakat zannetmiyorum. O şovdan yıllar sonra, benim de oyuncu olarak içinde bulunduğum "Pembe Patikler" dizisini yazdı Necef Uğurlu. Televizyonların gelmiş geçmiş en iyi komedi dizisiydi bana sorarsanız. Ama ne yazık ki espriler alışıldığı üzere "kör kör parmağım gözüne" cinsinden olmadığı için reyting rekorları kıramamıştık.
Hani Çetin Altan’ın bir ölçütü vardır medeniyetle ilgili... "Köylerde piyano çalınmalı" der... O gün bu topraklarda kalite reyting alıyor olacaktır di mi aynı zamanda? Hadi bakalım, Allah’tan umut kesilmez!
* * *
Şimdi nereden aklıma geldi, Karşı Şov... Bizim "her şeye karşı" halimizi gördükçe hep dilime dolanıyor zaten... "Karşıyız karşı, her şeye karşı." Çok güzel anlatırdı bu husustaki ahvalimizi.
Evet, bizi tarifte asla unutulmaması gereken tespitlerden biri budur:
Her şeye karşıdırlar!
Peki karşı olup da ne yaparız?
Karşısında durduğumuz şey her ne ise, seçenek mi üretiriz?
Hayır.
Üreten olursa ona da karşı çıkarız evvel Allah!
Son günlerden en basit örnek...
Deniz Seki’yle Nazire Şenlendirici’nin eşofmanlarını giyip Hüsnü Şenlendirici’nin stüdyosuna gitmeleri hadisesi...
Üçü oturup konuştular, herkes eteğindeki taşları döktü biliyorsunuz...
Ama biz buna karşıyız!
Yazdık, çizdik nitekim.
Daha önce, biri ötekine "metres" dedi, öteki berikine dövdü, diğeri öbürünün evini bastı, falan filan. Ona da karşıydık.
Hülya Avşar’ın Kaya Çilingiroğlu-Feraye Tanyolaç çiftiyle bir araya gelmesine de karşıyız.
Arada çocukları varmış. Olsun. Karşıyız.
Ama aynı zamanda ayrılınca düşman olan, çocukları arada çekiştirip duran ana-babalara da karşıyız. Rafet El Roman gibi mesela.
Bakın gazetelerin "cemiyet hayatı" sayfalarına... Ayrıldığı eşiyle yanındaki sevgilisine rağmen selamlaşanlara karşıyız. Birbirlerini görünce mekánı terk edenlere de karşıyız ama.
Kriter nedir?
Yok.
Şuursuzca karşıyız.
Yeryüzündeki türdeşlerimizden farklı olarak baskın bir karşı olma geni taşıdığımızı düşünüyorum!
* * *
Yeri gelmişken Deniz Seki, Hüsnü Şenlendirici ve Nazire Şenlendirici’yi kutluyorum. En çok da Nazire Şenlendirici’yi. Öteki ikisinin konuşmayı istemesi, sinirlerine hákim olup konuşabilmeleri ilişkideki konumları nedeniyle daha kolaydır ama Nazire Şenlendirici’ye hakikaten bravo...
MIŞ-MUŞ
Erol Büyükburç’la eşi "tüp bebek" yöntemiyle çocuk sahibi olacaklarmış.Adamcağız bugüne kadar hep "mahkeme yöntemiyle" baba olmuştu!..
Baykal, hükümetin "tepe"sini kastederek "Takke düştü kel göründü" demiş.Siz gelin bunu orada sırma saç görenlere anlatın bakalım!
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2008
DÜKKÁNDAN içeri giriyorum...<br><br>Buz gibi bir bakış tezgáhtarda... "Neden geldiniz" demiyor ama demeye getiriyor.
* * *
Taksiye biniyorum...
Şoför az önce büyük bir kavgadan çıkmış gibi. Henüz sinirleri yatışmamış. Bir vesileyle bana patlayabilir.
* * *
Bir kahve söylüyorum...
Garson öyle bir bakıyor ki yüzüme, "Açıksınız di mi?" diye sorma ihtiyacı duyuyorum.
Açıklarmış!
Ama benim orada olmam abes belli ki.
Dahası vicdansızın tekiyim!
Hiç mi acımıyorum onlara!
* * *
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım...
Bize "çalışmayı seven insanlar" denebilir mi?
Sabahları güle oynaya işe giden kaç kişi vardır içimizde?
Akşama kadar durmadan saate bakmaz mıyız?
Gün doldurmaktır yaptığımız.
Bakmayın siz işinden memnun olmadığını söyleyenlere. Hangi işe koysanız yine memnun olmayacaktır. Aslında çalışmayı sevmiyordur çünkü.
"İcat fakiri" bir millet olmamıza rağmen şu hayatta hiç çalışmadan yaşamanın bir yolunu bulmuş olanımız da az değildir.
Tembelizdir uzun lafın kısası.
Fakat bunu direkt olarak ifade edecek halimiz yoktur elbet!
Kılıf buluruz onun yerine.
Ramazan mesela, bu kılıflardan biri ve en büyüğüdür.
Ve de en "akan suları durduran"ı.
Yukarıda verdiğim örnekler bu topraklarda "birer ramazan klasiği"dir.
* * *
Bakın, tamam... 15 saat aç ve susuz kalmanın zor olduğunu biliyorum.
İnsanın enerjisini aldığını, dikkatini dağıttığını, neşesini yok ettiğini...
Ama hayat dursun mu yani bir ay?
Dursun, peki.
Ama gerçekten dursun o zaman.
Biliriz hiç olmazsa...
Elbet olacak şey değildir bu dediğim, olmasın da.
Fakat işyerleri kendi içinde bir çözüm bulmalı bu duruma. Personelin "ıstırap"ının müşteriye yansımasını engellemeliler bir şekilde.
En azından onların "aç"lığının müşterinin "suç"u olmadığını her sabah yeniden hatırlatmalılar çalışanlarına.
En önemlisi, oruç tutanlar bunun kişisel bir seçim olduğunu bilmeliler.
Ayrıca, bu kadar şikáyet edince dinen bir geçerliliği kalır mı orucun, onu da bir bilene sormak lazım.
Kimse kusura bakmasın, her fırsatta oruçlu olduğunun altını çizenlerin, tembelliklerine mazeret olarak ramazanı kullandıklarını düşünüyorum.
* * *
Ha, bütün bunların üstüne şu da var:
Belki de "çalışmadan yaşamak" insanoğlunun varması gereken "ideal nokta"dır.
"Nirvana" gibi bir nevi...
Ben tembeliz deyip dururken aslında dünyanın başaramadığını başardık belki de, ne bileyim.
MIŞ-MUŞ
Burcu Güneş, "Ben seksi bir kadınım" demiş.
Baktı ki gözükmüyor, beyan edeyim dedi!
Bir internet sitesinin yaptığı ankette Beren Saat ile yakıştırılan Oktay Kaynarca, "Beren’i çok beğenirim" demiş.
Hop! Sadece yakıştırdılar. "Allah tamamına erdirsin" diyen olmadı!
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2008
Gazinolar vardı eskiden... Ve o gazinolarda sahne alan "sanatçılar"...
Ben de onlardan biriydim.
Her birimizin orada olma nedeni farklıydı. Ve kendi aramızda sınıflara ayrılırdık.
á Ağzıyla kuş tutsa "racon"a uymadığı için daima uvertür kalanlar...
á Patronun gözdesi olan karga sesliler...
á Yeteneği olmayan ama "masa"sı olanlar...
á "Halkın sanatçısı" olduğu için mecburen orada tutulanlar...
á Hatırı sayılır "ağabey"lerin, "baba"ların ricasıyla kadroya alınanlar...
á Üstüne oynanılan "balon"lar...
á Hakiki sanatçılar...
Şimdi bakıyorum da her yer gazinoymuş meğer. Medya dünyası da dahil.
*
Hani "Türkiye Avrupa’nın neresinde" falan diye tartışıyoruz ya bazen...
Aslında fazla söze gerek yok.
Siz de okumuşsunuzdur, Danimarka Başbakanı’nın eşi bir televizyon kanalında yayımlanan dans yarışmasına katılmış. Yarışmanın ismi "Dans Etmeyi Seviyor." Yarı çıplak, yani gerektiği gibi, oradan oraya savrulmuş partnerinin kollarında.
Şimdi Emine Hanım’ı düşünün aynı pozisyonda...
Hadi yarışmadan vazgeçtim, "Emine Hanım dans etmeyi seviyor" dese biri sadece...
Düşünemiyorsunuz di mi?
Dedim size, fazla söze gerek yok.
*
Erkekler ikiye ayrılır.
Çentik atanlar, atmayanlar.
Çentik atanlar da kendi arasında üçe ayrılır:
"Bir gecede kaç defa"cılar.
"Bir ömürde kaç kadın"cılar.
Her ikisi için de çentik atanlar.
Bu çentikleri kendilerine saklamak için atmazlar elbet.
Övünmek için kullanırlar.
Onun için orada burada durmadan konuşurlar "Ha o mu, bir zamanlar o da yengenizdi."
Çentik sayısı kendilerince tatmin edici değilse hayali çentiklerle takviye yaparlar.
Aman kızlar!..
*
Şaka maka susuzluğa doğru hızla yol alıyoruz.
Siz bir "tık"la dünyanın her yerine, her bilgiye ulaşırken, annenizin Afrikalı hemcinsleri gibi elinde tasla su kuyruğuna girmesi yakındır.
Bilim adamları kafayı çalıştırmalı...
Birkaç yıl önce çamaşırı, suya gerek kalmadan, titreştirerek yıkayan makinenin haberini okumuştuk, ne oldu ona?
Zihni Sinir’ler suyu hayatımızdan çıkaran "proceler" üretmeli.
Rakıcılara da bir tavsiyem olacak. Şaraba geçiş yapsınlar. Yahut susuz ve buzsuz rakıya alıştırsınlar kendilerini.
Biz ne yapalım derseniz, sıradan vatandaşa bir iş düşmüyor.
Tasarruf?
Olmayan şeyin nesini tasarruf edeceksiniz.
Fakat durun bir dakika!
"İyi düşün iyi olsun" diyorlar ya hani...
Şu "The Secret" hadisesi...
70 milyon olarak "Yok canım, gürül gürül akacak sularımız" diye düşünürsek...
Gerçi yıllardır süren aymazlığımız da buydu bir nevi... Lakin tutmadı.
MIŞ MUŞ
Æ Çiklet çiğnemek stresi azaltıyormuş. Fakat karşıdakinin sinirini oynatıyor, o ayrı.
Æ ABD’de muhafazakárlığıyla öne çıkan başkan yardımcısı adayının 17’lik bekár kızı hamileymiş.
Muhafazakárlık kalıtımsal değil demek!
Æ Buzulların erimesiyle Kuzey Kutbu ada olmuş.
İkoncan’lara yeni kapı çıkıyor!
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2008
TAM da böyle oldu, dokuz ayın çarşambası bir araya geldi.<br><br>Eylül başı itibarıyla... Sonbahara girdik,
Ramazan geldi,
Okullar açıldı,
Yeni yayın dönemi başladı.
Gerçi sonuncusu "Ötekilere benzemeyen seçenek hangisidir?" tarzı test sorusunun doğru şıkkı gibi görünüyor ama öyle demeyin!
Hepsinden önemli.
Günlük hayatımızı düzenlemede hepsinden etkili.
Çoğu evde kaçta yatılıp kaçta kalkılacağı, hangi günler sosyalleşileceği hatta hangi geceler sevişileceği televizyona göre ayarlanıyor.
Çocukların okul durumu belki de bu kadar belirleyici değil aile içinde. O daha ziyade sokaktaki adam için belirleyici oluyor. Ben mesela... Randevularımı okul saatlerine göre ayarlıyorum.
Eksik olmasın(!) okul servisleri sorumlu birer ana-baba yaptılar bizi adeta. Aman çocuklar okuldan çıkmadan evde olalım diye koşturuyoruz. Bilmeyen ebeveyn olarak çocuğun sütüyle kurabiyesini verme telaşındayız zanneder.
Bu açıdan bakarsanız İstanbul’un bütün çocukları hepimizin!
* * *
Sahi biz nasıl giderdik okula?
Servis falan hatırlamıyorum ben... Otobüsle giderdik bir güzel. İki durak öteden yolculuğa dahil olan "uzaktan sevgili" sivilceli oğlanla kesişe kesişe... "Lale Devri çocukları" olarak...
Okulun önüne gelirsiniz, şeytan "inme" der... O da kırsın okulu, el ele tutuşun gidin... Sinemaya, parka, pastaneye...
Fakat melek der ki: "Ya baban görürse!"
Hatta bazılarımızın meleği "Orospu mu olucan?" diye sorardı da.
* * *
"Çarşamba"lardan biri de ramazan.
Elimde bir araştırma sonucu falan yok ama gördüğüm kadarıyla oruç tutanların sayısı geçen yıllara göre daha az.
Bu yıl tutmayanlardan birkaçına soruyorum... Günler uzunmuş, iftar çok geç oluyormuş!
"Mevsimlik Müslüman" denilebilir bu arkadaşlara.
Ramazan kışa gelirse ne alá!
Bir de yazmalara doyamadığım, sabahın dokuzunda "oruç sersemi" olanlar var.
Kardeşim!
Oruç tutmayanlar daha kahvaltısını etmedi. Siz üstelik sabaha karşı sahur yaptınız, tıka basa yediniz, yani daha toksunuz aslında.
Sersemliğin sebebini başka yerde arayın diyeceğim ama denmiyor tabii.
MIŞ-MUŞ
Baykal "CHP hantal parti" demiş.
Muhalefeti öyle benimsedi ki kendi partisine bile muhalif!
84 yaşındaki Nijeryalı, 86 eşinden 82’sini şeriat uyarınca boşamayı kabul etmiş.
Aslında eşlerinin yaşları kendisine yakın ise adama bir huzurevi ruhsatı verilerek iş tatlıya bağlanabilirdi!
Yazının Devamını Oku