12 Haziran 2003
<B>‘‘BİLMİYOR muydun?’’</B> diyeceksiniz. Biliyordum ama unutmak istiyordum. Unutmuştum da.
Her şey, herkes sahiciydi.
O konak, aşklar, itişip kakışmalar...
Kaptırmıştım kendimi.
Gerçi arada Seymen Ağa konser verip şaşırtıyordu beni ama ‘‘Canım insan ağa da olsa sesi güzelse arada çıkar şarkı da söyler’’ diye geçiştiriyordum.
Fakat geçen gün artık tolore edemeyeceğim bir noktaya geldim.
Gazetede bir haber... Bahar hastaymış, ölsün müymüş ölmesin miymiş. Karar verilemiyormuş. Yok, Allah katında değil, yapımcılar nezdinde.
Resmen yıkıldım.
Demek her şey kurguydu.
Dicle o gözünden sakındığı çocuğu doğurmamıştı ha?
Ali'yle Sümbül Hanım birbirlerini hiç sevmemişlerdi öyle mi?
Bahar'la Seymen hiç sevişmemişlerdi demek...
Salih'le Zeynep'in nikáhı da yalandı öyleyse.
Dahası, öyle birileri yaşamıyordu.
Ne hakkınız var benim hayallerimi yıkmaya?
Ben Erol Taş'ın yolunu kesip hesap soran milletin evladıyım, bunu bilmiyor musunuz?
* * *
Yapımcıların yerinde olsam, dizi filmler yayınlandığı sürece filmle ilgili haber yapılmasına izin vermem. Gerçi nasıl olacak bu bilmiyorum ama...
Hatta keşke oyuncular da hiç ortalıkta görünmeseler. Bir gece önce hastanede bıraktığınız adam bakıyorsunuz bilmemnerenin açılışında kurdele kesiyor.
Ama mümkün değil tabii. Su akarken küpü doldurmanın dayanılmaz cazibesi insanı her taşın altından çıkmaya zorluyor. Kendimden biliyorum. Sadece 17 bölüm yayınlanan Pembe Patikler'in Hadiye'si olarak bana bile ne teklifler geldi.
Yine de en az Asmalı Konak oyuncularına rastlıyorduk. Belki de Kapadokya'da ikamet ettiklerinden.
* * *
Herhalde saçmalamıyorumdur.
ABD'li psikologlar, ‘‘Dizinin sonunda Bahar'ı öldürmeyin’’ demişler.
Neden?
Tabii ki seyircinin psikolojisini düşündüklerinden. E, benim de dediğim bu işte.
Zedelemeyin psikolojimizi!
Asmalı Konak'ta öyle bir ailenin yaşamadığı gerçeği kafama dank ettiğinden beri benim psikolojim bozuldu şahsen. Sanki annemin annem olmadığını öğrendim.
Bahar'ın ölüp ölmeyeceğini kapalı kapılar ardında kendi aranızda tartışın. Bana niye duyuruyorsunuz?
Bilmiyorum belki de internette seyirciye soruyorlardır bile ‘‘Nasıl final istersiniz?’’ diye. Oysa ben geçen akşam dizinin senaristi Mahinur Ergun'la karşılaştım da ‘‘Ne olacak?’’ diye sormadım. Fakat habire gazetelerde okuyup duruyorum çeşit çeşit sonları.
Büyü bozuldu işte.
MIŞ-MUŞ
TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Başkanı ‘‘Ülkeyi sarsacak belgeler bulduk’’ demiş.
Ben kendimi bildim bileli sarsıntı içinde olduğumuzdan hiç farkına varmayabiliriz.
İncirlik tarih oluyormuş.
Sade coğrafya olamayacak bir türlü.
Tuğba Özay, ‘‘Podyuma çıkanların hepsi manken değil’’ demiş.
Fakat ne yapsınlar, gidecekleri yere en kestirme yol podyum olunca.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2003
<B>HATIRLADIĞIM </B>ilk TV reklamı Mintax'ınkiydi. Biri kadın üç çizgi film karakteri, elleri bellerinde, bacaklarını bir o yana bir bu yana sallayarak, ‘‘Çamaşırda Mintax, bulaşıkta Mintax
Tertemiz yapar, ilk günkü gibi’’ diye şarkı söylerlerdi.
Bayrak çıkana kadar ekrana yapıştığımız günlerdi. Evet her akşam, direğe bayrak çekilir, İstiklal Marşı okunur, kanal kapanırdı. Artık ertesi güne kadar ne ‘‘necefli maşrapa’’ ne başka bir şey. ‘‘Necefli maşrapa’’yı bilenler bilmeyenlere anlatsın.
İlk heves... Reklamları da seyrederdik. Zaten seyretmeyip de ne yapacaksınız, zaplayacak başka kanal yok ki. A, pardon biz İzmirlilerin iki tane de Yunan kanalı vardı. Onların reklamları mükemmeldi bizimkilerle kıyaslayınca. ‘‘Makaronya Misko’’ kalmış o günlerden aklımda.
Hayat ne sadeymiş. Düşünsenize, çamaşırda da, bulaşıkta da Mintax. Şimdi neredeyse çorabımızın bir teki için ayrı, öteki teki için ayrı deterjan var piyasada.
Çamaşırın ömrünü uzatanlar...
Hijyen sağlayanlar...
Hindistancevizliler, kaymaklılar...
Ne? Kaymaklısı yok mu? A, hayret! O da çıkar yakında merak etmeyin.
Geçtiğimiz cuma gecesi Reklamcılar Derneği tarafından düzenlenen Kristal Elma Reklam Ödülleri Töreni'nde aklımdan geçti bunlar.
Yok, ‘‘nereden nereye geldik’’ geyiği yapmayacağım. Geceden izlenimlerimi aktaracağım sadece.
* * *
Törenin ilk dakikalarında 134 reklamcının ödül alacağını duyunca, ‘‘Allahım, ömür biter bu gece bitmez’’ düşüncesinin yarattığı ruh haliyle hafif bir baygınlık geçirir gibi oldum.
Hayret! Hem de her ödülün önce yanlış birine verilmesine, sonra geri alınmasına, en nihayet doğru adama verilmesine rağmen gece bitti. Demek her şeyin bir sonu olduğu doğruymuş.
Törenin sonuna kadar oturup, her dakikasını pür dikkat izlediğim halde kimin hangi ödülü aldığını ancak ertesi günkü gazetelerden öğrenebildim. Şimdi organizasyonu gerçekleştirenler bunu benim zeká düzeyime yoracaklardır. Takdiri size bırakıyorum.
Erkeklere bir müjdem var. Geçen yıl ‘‘düşük belli’’ olarak kadın vücudunda yerini almak suretiyle içinizi açan pantolonlar bu yıl öldürücü hale gelmiş. Zira artık belleri falan yok, iki parçadan ibaretler. Gerisi kalça, göbek, kasık. Eğer bu kızlar işyerinde de bu pantolonlarla geziyorlarsa erkekçikler reklamlarda habire kadınları kullanmasınlar da ne yapsınlar?
Töreni Okan Bayülgen sundu. ‘‘Varlığı orada oluşuma ekstra anlam kattı’’ desem kendisini pek sevdiğimi anlatmış olurum herhalde.
Fakat şu hayatta hiçbir mana ifade etmese de bir konuya değinmeden geçemeyeceğim. Okan tepede, biz aşağıda olmamıza rağmen... Hani insanlar aşağıdan bakınca biraz daha uzun görünürler ya... Okan hálá kısaydı.
Ali Taran'la Sinan Çetin hiçbir törene katılmazlarmış. Bu yıl ilk protestosunu gerçekleştirmiş olan Serdar Erener de katılmaz herhalde bundan böyle... Belki bir araya gelip MRD'yi kurarlar. MRD'nin ne olduğunu tahmin edersiniz.
Sloganı ‘‘Herkese bir ödül’’ olabilecek yarışmada ‘‘Çelik’’in ödülsüz kalması beni de çok şaşırttı. ‘‘Robotsun dediler, vermediler’’ diyordur şimdi. Ne yani? ‘‘Estağfurullah’’ diyen bunu diyemez mi?
‘‘Reklam’’ deyip geçmeyin! Çok önemli. Bakın bana bile bir köşe doldurttu.
MIŞ-MUŞ
Masallar 9 yaşından küçük çocuğa zarar veriyormuş.
Bir yandan da ileride dinleyeceği masallara karşı hazırlıklı olur.
Gelir vergisi beyanları belli olunca işadamı, doktor ve avukatların yoksul olduğu ortaya çıkmış.
Doğrudur. Utançtan yoksun olmak da bir nevi yoksulluk sayılabilir.
Meksika'da sadece şişmanlar için tatil köyü açılıyormuş.
‘‘Sen Kendi Göbeğine Bak Tatil Köyü.’’
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2003
<B>‘‘ÖLÜM ona yakışmadı.’’<br><br></B>Son yılların moda lafı. Çok da şık hakikaten. Ölenin yakınlarını onore eden... Fazla söze de gerek bırakmıyor. <B>‘‘Yakışmadı’’</B> dediniz mi söylenecek her şeyi söylemiş oluyorsunuz. Fakat benim sinirime dokunuyor. Tabiri caizse taktım bu lafa. Zira buradan ölümün bazı kişilere yakıştığı sonucunu çıkarıyorum. Zaten herkesin arkasından söylenmiyor. Bakıyorum falanca vefat etmiş, fakat kimseden tık yok. Anlıyorum ki ölüm ona yakıştı.
Hayır insan merak ediyor, acaba bana yakışacak mı yakışmayacak mı diye.
Ölüm kimseye yakışmıyor arkadaşlar, fakat ne yapacaksınız yakıştırılmış bir kere.
* * *
Aslında anlıyorum tabii bu lafı edenlerin ne demek istediklerini.
Bir şey demek istemiyorlar. Sadece insan konduramaz ya ölümü yakınlarına, sevdiklerine... Gayet masumane söylenmiş bir laf yani.
Siz de öküz altında buzağı aramayın. Kimse ‘‘Kansere çare arayan bilim adamına hayat yakışır da kahvede pişpirik oynayan adama ahiret uygun düşer’’ demek istemiyor.
Ama kabul edin ki bazı kişilerin yokluğu daha çok sayıda insanın, hatta bütün toplumun hayatını etkiler. Bazı ölümlere daha çok yanılır.
Fakat yine de ‘‘Yakışmadı’’ dememek lazım. Kimine yakıştırır, kimine yarıştırmazsak Hitler'den ne farkımız kalır arkadaşlar?
Çok mu abarttım?
Hayır, bu lafın kafalarda ‘‘Bunlardan daha çok var nasıl olsa’’ya kadar gidecek olmasından korkuyorum.
* * *
Bir de ölüm biçiminin yakışıp yakışmaması hususu var.
En taze örnek Ercan Arıklı. Arıklı'ya bir halk otobüsünün çarpmış olmasından duyulan dehşet neredeyse kaybından duyulan üzüntünün önüne geçecekti.
Gerçi duyunca ben de çok şaşırdım, o an ‘‘Ercan Bey sokakta gezmez ki!’’ gibi saçma sapan bir düşünce geçti aklımdan ama çabuk toparlandım. Üzeyir Garih de orada oluşunu garipsediğimiz bir yerde kaybetmişti hayatını. Demek kimse sandığımız gibi sırça köşkte yaşamıyor.
Arıklı ne türlü ölseydi yüreğimize su serpilecekti acaba?
Ölüm de düğün gibi, kişinin şanına şerefine uygun mu olmalı?
Ben size bir şey diyeyim mi, ölümün en fecisi yatak döşek yatarak, bile bile, bekleye bekleye, can havliyle doktor doktor gezerek, gün sayarak, o kahredici süreci yaşayarak ölmek. Hani illa ölümü de iyisi, kötüsü diye ayıracaksak ‘‘küt’’ diye geleni en iyisi vallahi.
* * *
Bu vesileyle Ercan Arıklı'nın kaybından duyduğum üzüntüyü de belirteyim. Gerçi tanışmıyorduk ama yaptığı işleri takip eden biri olarak uzaktan uzağa sever sayardım. Hem kim olursa olsun bütün ölümler etkiliyor beni.
Birçok ünlü gazeteciyi bu mesleğe kazandıranın o olduğunu biliyoruz. Beni de 2 yıl önce böyle aniden, hem de 51 yaşındayken aramızdan ayrılan Orhan Olcay teşvik etmişti yazmaya. O götürmüştü yazdıklarımı Ertuğrul Özkök'e. Şimdi ikisinin erken ölümlerine bakınca, birilerinin ‘‘Bu kadınları kim musallat ettiyse başımıza...’’ dediğini düşüneceğim neredeyse.
MIŞ-MUŞ
Türkiye'deki Rus kızları seks kölesiymiş.
Esas bizim adamlar onların kölesi.
*
Türkiye'nin mönüsü ‘‘çay+peynir+simit’’miş.
E, olacak o kadar; daha düne kadar başımızda mönüsü ‘‘çay+bisküvi’’ olan başbakan vardı.
*
Erdoğan, AB'ye orduyu övmüş.
Kan kusup ‘‘Kızılcık şerbeti içtim’’ diyor.
*
Giyilebilir bilgisayar geliyormuş.
Geriye bir tek döllenebilir olanı kaldı.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2003
Aslen Fenerbahçeli olup, duruma göre tuttuğum takımı değiştirdiğimden bahsetmiştim değil mi? Fakat kişisel tarihimde hiçbir takım için sokaklara dökülmüşlüğüm, hiçbirinin bayrağını penceremden sallandırmışlığım yoktur. Ama geçtiğimiz pazar günü kader aldı beni, 2 kilometrelik siyah-beyaz bayrağın önünde, Dolmabahçe istikametinde yürüttü. İradem dışında gerçekleşmiş olsa da tarihime böyle bir not düşüldü netice olarak.
Nasıl olup da iradem dışında gerçekleştiğini merak eden varsa... Her şey öyle bir pazar günü sokağa çıkma gafletinde bulunmamla başladı. Normal bir pazar günü bile kapıdan dışarı adım atmak cesaret isterken...
Benim tuhaf inanışlarım vardır, ‘‘Bir konuyla hiç ilgilenmezsem, o konu gelip beni bulmaz’’ gibi. Mesela, ‘‘Doktora gidip oramı buramı kurcalatmazsam hastalanmam’’ diye düşünürüm. O gün de böyle düşünmüş olmalıyım. Kutlama falan ilgimi çekmiyor ya... Ben de onun ilgisini çekmem. Fakat kazın ayağı öyle değilmiş. Orası tıkalı, burası kapalı derken ailecek kendimizi bir anda Beşiktaş'ın orta yerinde arabadan inmiş ve Dolmabahçe'ye doğru akan sele kapılmış bulduğumuzda anladım bunu.
Dört yanımız sevinince azan (nedense) taraftarla çevrili. Yürüyoruz bilmemkaç bin kişi takmış peşimize ve bilmemkaç bin kişi katmış önümüze. Hadi biz üç kardeş neyse de anacığım Kábe'yi tavaf edecek yaşı ve nur yüzüyle hayatının en garip yürüyüşünü yapıyor. Üstelik koyu bir Galatasaraylı olarak. Ablam da öyle.
Kardeşimle ben takım mevzuunda kimin arabasına binersek onun türküsünü çığırdığımızdan, ‘‘Beşiktaş'ım sen çok yaşa / Feda olsun bu can sana’’ diye bağırmaktan gocunmadık. Fakat ailenin diğer yarısı Galatasaray'a cinsel atıfta bulunan kalabalığa el sallarken epey zorlandı.
Allah'tan renkli giyinmeyi seven birileri değilmişiz. Hayır, üzerimizde tesadüfen sarılar kırmızılar olabilirdi. Kaderin insanı nerelere sürükleyeceği belli olmuyor. Daima tedbirli olmak lazım demek ki.
Netice olarak artık en koyu Beşiktaşlıyı bile cebimden çıkaracak durumdayım. Hiçbiri dizleri kireçli anacığını o izdihamın içine sokup yürütmemiştir, eminim.
Fakat hakikaten çok güzel bir tabloydu. Yanar döner Fenerbahçeli ben, Galatasaraylı annem ve ablam, takımsız kardeşim, Beşiktaş için yürüyoruz. Alın size mozaik.
TUĞBA İLE RAFET
Biz bunu hep yaparız.
Yani kadınlar. Birinci kadınken ikinci kadına kızarız sonra bir bakarsınız ikinci kadın olmuşuz.
Tuğba'nın durumu bu. Gerçi bu bir iddia, birinci kadının yalancısıyız, gözümüzle görmüşlüğümüz yok.
Bir süredir Tuğba'yla Rafet'in uçkurlarını takip etmekten milletçe helák olduk.
Harama uçkur çözdüler mi çözmediler mi?
Önce o mu çözdü, öteki mi?
Çocuklar kimde kalacak? Çok çözende mi, az çözende mi?
Uçkuru bilmem ama dilleri fazla çözük bunların. Bir biri anlatıyor ötekinin ne mal olduğunu, bir öteki...
Ay bir anlasak, hangisidir malın gözü... Çatlayacağım vallahi meraktan.
Son maçı 1-0 Rafet aldı. Tuğba evli bir adamın evine girerken görüldü. Adamın karısı tarafından. Üstelik eve kadar bekleyememişler arabada öpüşmüşler.
‘‘Arabada öpüşen, evde neler yapmaz’’ diye düşünüyor olmalı adamın eski bir manken olan karısı. Haklı tabii. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.
Fakat adamcağız da ne yapsın, eldeki manken eskiyince... Belki de elinde küçük beden etek vardı, onu denetecekti kızcağıza. Ne de olsa karısı genişlemiştir artık. Bu da olabilir yani. Gerçi öpüşmeyi nasıl izah edeceğiz. Peki, eve gelip eteği denemeyi kabul ettiği için teşekkür etmiş olamaz mı? Ne var yani, Amerika'da gelinleri dudaktan öperek tebrik ediyor davetliler. Burası da bir nevi küçük Amerika değil mi?
Kalbi bozmamak lazım.
Zaten Tuğba da ‘‘Bu Rafet'in komplosu’’ diyor.
Nasıl yani?
Herhalde şöyle:
Rafet, adamın birinin karısına gidip diyor ki, ‘‘Siz yarın gazeteleri arayıp 'Kocam beni Tuğba'yla aldatıyor' deyin, hem siz şöhret olursunuz hem ben karımın ne kötü bir kadın olduğunu cümle áleme duyurmuş olurum.’’
Kadın hemen ‘‘hay hay’’ diyor tabii.
Ya da direkt adamın kendisine gidiyor, ‘‘Karımı bir bahaneyle evinize götürün, yolda giderken de öpün. Mümkünse bunu karınızın görmesini sağlayın. Gerisine karışmayın’’ diyor.
Olur mu olur.
Bu memlekette kimin başına ne geldiyse komplodan geldi zaten. Adeta Komplo Cumhuriyeti.
Hatta bu mevzuun her gün her gazetede yarım sayfa yer alması da rakiplerimin bana bir komplosu olabilir. Maksat beni baştan çıkarıp köşemi sudan şeylerle doldurmamı sağlamak. Muvaffak oldular nitekim.
MIŞ-MUŞ
Arınç Tokyo'da ‘‘Umarım Japonlar İslam'ı tanıdıkça hak dinine geçeceklerdir’’ demiş.
Siz daha tesettür defilesiyle uğraşın, adamların büyük hedefleri var.
‘‘Çocuklar Duymasın’’ 4 milyon dolara Star'a geçmiş.
‘‘Maliyeciler Duymasın.’’
Sosyal Bilgiler kitabındaki bir fotoğraf ‘‘Sarışın Türk olmaz’’ gerekçesiyle çıkarılmış.
Milli Eğitim Bakanlığı'nın kadınlardan haberi yok galiba.
CHP'de başlatılan Anadolu Hareketi Deniz Baykal'ı partiyi sağa kaydırmakla suçlamış.
Ne yapsın, seçmeni peşinden sürükleyemeyince o seçmenin peşinden gidiyor.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2003
<B>HERKES </B>zaman zaman saçmalıyor. En akıllı, en zeki geçinenler bile... Yılmaz Erdoğan ne demiş geçenlerde?
‘‘Bakire bir kıza aşık olursam evlenirim.’’
Peki bu laf üzerine fikrimi soran gazeteci arkadaşlarıma ben ne demişim?
‘‘Bunlar kızları bozuyor bozuyor, sonra ortada kız arıyorlar.’’
Hay dilimi eşek arısı soksun e mi?
‘‘Bozmak’’ ne demek be kadın? Sevişmiş kadın bozulmuş mu oluyor?
Sen buna ‘‘bozulmak’’ dersen Yılmaz Erdoğan'lar da çıkar ‘‘bozulmamış’’ kız ararlar tabii.
Aslında tek kelimeyle toplumdaki yaygın zihniyeti ortaya koymuşum fakat ne yazık ki aynı zamanda tasdik eder gibi de olmuşum. Oysa tam tersini düşünüyorum. Yani güya. Fakat demek bilinçaltımda toplumla gayet uyumluyum.
Hakikaten üzüntü duydum. Yılmaz Erdoğan'a kızacak yüzüm kalmadı.
***
Peki derinlerde bir yerde bile olsa beni böyle düşünmeye iten şey nedir?
Kimdir sebep olan?
Kendimi bildim bileli bizi erkeklerden korumaya çalışan annem mi?
‘‘Vermek’’, ‘‘düzmek’’ sözcüklerinin sırf dilimize değil içimize de yerleşmiş olması mı?
Sevişen kızların ‘‘kirlenmiş’’ olarak nitelendirildiği, geneleve düştüğü, mahalleli tarafından taşlandığı eski Türk filmleri mi?
Kanlı çarşaf geleneğine sahip bir ülkenin evladı olmak mı?
Kızların, bırakın sevişmeyi, sevdi diye aile meclisi kararıyla öldürülmesi mi?
Sevişen kadını aşağılayan, suçlayan yasalar mı?
Hepsi herhalde.
Demek insan kolay kolay kurtulamıyor ait olduğu toplumun etkisinden. Hücrelerine nakşoluyor o alay ettiği gelenekler, görenekler.
Sırf kendimden yola çıkarak vardığımı sanmayın bu kanıya. Bakın ben kasabada yaşamıyorum, üstelik çevremdekiler de bu mevzuları aşmış kişiler. Buna rağmen herkes birbirinin çetelesini tutuyor. Yemin ederim. Yazarken çizerken mangalda kül bırakmayanların aslında onun bunun kızının kaçta, kiminle eve döndüğünü takip eden ve orada burada dedikodusunu yapan komşu teyzeden farkı yok, inanın.
Yani yok aslında birbirimizden farkımız, ama bazılarımız gerektiğinde, toplumun önünde gittiğimizi düşündürecek parlak laflar etmeyi biliyoruz, o kadar.
***
Yılmaz Erdoğan gibi düşünen erkeklere gelince...
Hakikaten bu fikirdeyseniz hayattaki tek amacınız her gördüğünüz kızı yatağa atmak olmayacak. Çelişmeyeceksiniz kendi kendinizle.
Cinsel özgürlüğün ölçüsünü kaçırmış kızlardan bıkmış olabilirsiniz ama kadınlar da vajinadan ibaret sayılmaktan bıktılar, haberiniz olsun.
Son bir şey söylemek gerekirse, bu konuda da ne Doğulu ne Batılıyız. Hilkat garibesi gibi bir şeyiz işte. Onun için daha çok pot kırar, çok tartışırız.
MIŞ-MUŞ
Her seçimde Türkiye'yi kurtarmaya talip olan Besim Tibuk kurtarılacak hale gelmiş.
Verilmiş sadakamız varmış.
*
Seda Sayan ‘‘Fahriye Abla’’ olacakmış.
Rol yapmasına gerek kalmayacak.
*
‘‘Düşük kur-yüksek faiz’’ kavgası kızışmış.
Orasını bilmem, burada ‘‘Düşük gelir-yüksek gider’’ kavgası var.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2003
<B>SEVGİLİNİZE </B>onu çok sevdiğinizi belli etmeyeceksiniz. İlişkinizin selameti açısından. Hani sevildiğinden artık emin olduğu an çeker gider ya insan... A, bilmiyor musunuz? Vallahi öyledir, dikkat edin bakın. Onun için bendini çiğneyip aşsa bile sevginiz, belli etmeyeceksiniz. Hepten gizleyin demiyorum tabii, bir miktar göstereceksiniz, yoksa yine çeker gider.
***
İşyerinizde çok çalışkan olmayacaksınız. Her işi yıkarlar üzerinize. E, tembel de olmayacaksınız. Kapıya konmayacak fakat tez günde hurdaya da çıkmayacak, orta yolu bulacaksınız.
***
Arkadaşlıklarınızda ne habire verecek, ne habire alacaksınız.
***
Ne tokatınız ensesinde olacak çocuklarınızın, ne de enseye tokat şeye parmak durumunda olacaksınız. Bir ölçek ana baba, bir ölçek arkadaşlık.
***
Çok akıllı olmayacaksınız. Gerçi insanın elinde değil ama belli etmeyeceksiniz. Kimse kendinden akıllı olanı sevmez. Fakat akılsızı da sevmezler. Bilmiyorum ne yapacaksınız.
***
Çok güzel olmayacaksınız. Elálemi çatlatıp düşman kazanmanın size bir faydası olmaz. Fakat sizi yok sayacakları kadar çirkin de olmayacaksınız. İkisinin ortasında bir yerde olmanız hem sizi hem arkadaşlarınızı mutlu eder.
***
Çok zengin olmayacaksınız. Herkesin gözü kalır, güle güle harcayamazsınız. Hele bizim memlekette... Korumasız pencereden bile bakamazsınız vallahi. ‘‘Parasız adam lüzumsuz adam’’ inanışının muhatabı da olmayacaksınız. En iyisi zengine yakın orta halli olmak.
***
Çok iyi olmayacaksınız. Tepenize binerler. Çok kötü de olmayacaksınız. Korkutur, saydırırsınız ama sevdiremezsiniz kendinizi. Bu hususta pek zorlanacağınızı sanmıyorum, herkes biraz iyi biraz kötüdür zaten.
***
Çok başarılı olmayacaksınız. Gerçi olsanız da tez günde alaşağı ederler ama yine de siz ‘‘az kuru’’ misali ‘‘az başarı’’yı tercih etmek suretiyle insanlara iş çıkarmayacak bir yerde dursanız iyi olur.
***
Çok yemeyeceksiniz. Obez olursunuz. Fakat az yerseniz de bunca nimete yazık, günah, ayıp olur. Neyse ki ne kadar yiyeceğimiz hususunda kafa patlatan dev uzman kadrosu 24 saat işbaşında.
***
Uzatmayayım, her şeyin bir dozu var. Ne altında kalacak, ne üstüne çıkacaksınız. Velhasıl ömrünüz doz ayarıyla geçecek. Kısaca ‘‘Hayat ilaç gibidir’’ de diyebiliriz.
MIŞ-MUŞ
AKP altı ayda 11 bin atama yapmış.
Kimse çalışmadılar diyemez.
*
Kraliçe Elizabeth, yarım asırdır saltanat sürüyormuş.
Biz Ecevit'i erken gönderdik.
*
Bir röportajında, ‘‘Bakire bir kıza áşık olursam evlenirim’’ diyen Yılmaz Erdoğan, ‘‘Bakire kız aramıyorum’’ demiş.
Hayır, kızlar da arada kaldılar şimdi, yatsınlar mı yatmasınlar mı?
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2003
<B>BU </B>kadarcıktı işte. Üç yazı günü. Gidişim biraz ani oldu sizin için, farkındayım. Öncesinde bir ‘‘gidiyorum’’ yazısı şeyttiremedim. Hani ballandıra ballandıra neler yapacağımı anlatan... Özellikle yazmadım. Kimsenin gözü kalmasın diye. Benim kalıyor şahsen. Hatta nazarımın değdiği bile oluyor.
Bir ara ‘‘Ah! Çok fenayım’’ diye bir yazı döşeneyim dedim. Hani eski zaman ebeveynlerinin çocuklarını ‘‘Dişçiye gidiyoruz’’ diye kandırmaları gibi. Sonra yutmayacağınız kanaatine vardım.
Fakat hakikaten pek de iyi değildim. Bilen bilir, bu yazı işinden gözünüz, kulağınız, aklınız, fikriniz, ruhunuz, her bir şeyiniz zıvanadan çıkar. Önünüze konan salataya bile ‘‘Bundan yazı çıkar mı acaba?’’ diye bakarsınız ki az yorucu değildir böyle yaşamak. Ve işin acı tarafı o salatadan yazı çıkardığınız da olur.
Neden acı?
Zira bu, aynı zamanda artık bu işin esnafı olduğunuzu da gösterir ki pek de matah bir şey değildir. ‘‘Maalesef ruhu yok’’ durumu hasıl olmuştur.
Bir gün gazete çıkarırsam (öteki dünyada) haftada iki günden fazla yazdırmam yazarlarıma. Adamların hakiki konular kapmaya zamanları olsun.
Ha, bir de şu tehlike var: Bir süre sonra göz kulak kesilmekten öyle bir noktaya gelirsiniz ki değil salatadan yazı çıkarmak, başbakan ameliyatla kadın olsa iki satır yazmak gelmez içinizden. (İyice bir korkutuyorum ki ışığı görenin çıkması haline mani olayım biraz.)
* * *
Belki bu üç dört günlük süre içinde ne yaptığımı merak edeniniz vardır. Anlatayım. Uyudum uyandım, uyudum uyandım, uyudum uyandım. O kadar. Bayağı değişiklik oldu benim için. Vallahi dalga geçmiyorum. Eski uyumalarımda ‘‘Ah! Daha mış-muş yapmadım’’ diye fırlardım yattığım yerden, bu sefer okuldan kaçmış çocuk suçluluğunda ter içinde döndüm durdum yatakta. Hatta Aydın Doğan'la Ertuğrul Özkök'e yakalanırım da ‘‘Ne bu fink atmalar?’’ diye kulağımı çekerler korkusuyla sokağa da çıkmadım.
Ve oturup yazı yazdım. Tatil hobisi olarak. ‘‘Sahne tozu’’ diye bir bağımlılığı bilirdim de ‘‘mürekkep kokusu’’ da varmış demek. Gerçi mürekkep mi kaldı ama ne diyeyim? ‘‘Tuş tıkırtısı’’ desem ben kalemle yazıyorum. ‘‘Káğıt hışırtısı’’ olabilir bakın... Her neyse, bir şeyin tiryakisi olmuşum işte.
* * *
Şimdi ‘‘Ne işe yaradı peki bu izin?’’ diyeceksiniz.
Demeyin. Her şeye rağmen, üç dört gün bile olsa, yükümlülükten azade yaşamak az buz bir konfor değil.
Herkese tavsiye ediyorum kısa kısa araları. İzninizi kuşbaşı doğrayıp bütün seneye yayın. Ben öyle yapacağım.
Fakat yanar yanar şu üç günde kaçırdığım konulara yanarım. Bana inat ortalığı konu bastı. Genç subayların rahatsızlığından tutun da Sertab'ın Eurovision birinciliğine kadar. Hayır, fikirlerimden mahrum kaldınız, yandığım bu.
Neyse... Ne genç subayların rahatsızlığı meselesi sondur bu ülkede, ne de Sertab'ın birinciliğini suyunu çıkarmadan koyarız bir kenara... Sıkmayın kendinizi.
MIŞ-MUŞ
Cuma namazı ilk kez resmi programa girmiş.
İyi. Hiç olmazsa ileride ‘‘Ani oldu’’ demeyeceğiz hiçbir şey için.
Hülya Avşar, ‘‘Kızımla cuma namazı kılarım’’ demiş.
Dileğimiz on sene sonra ‘‘Kızımla cuma namazı ister kılarız ister kılmayız’’ diyebilmesi.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2003
<B>KEDİ </B>olalı fare tuttum, Bingöl'e gittim. Daha önce turneler dolayısıyla doğunun hemen hemen her yerine gitmişliğim vardı, fakat köşe yazıcısı kimliğiyle ilk oluyor.
‘‘Git de kim olarak gidersen git’’ demeyin. Ben eskiden bir tek ‘‘Buranın nesi meşhurdur, ne giyeceğim’’, bununla ilgilenirdim; yöre halkı yanıma gelip ‘‘Devlet bize ev versin’’ falan da demezdi. Diyeceğim bu seferki gidişim çok farklı oldu. Gerçi yine yemedim değil. Yeri gelmişken, oralara yolu düşenler Bingöl'den Elazığ'a doğru 56 km. gidip kaburga yemeyi ihmal etmesinler.
* * *
Gelelim Bingöl hatıralarına... Dedim ya kedi olalı fare tuttum, bu mevzudan bıkmış olmanız ihtimaline rağmen anlatacağım.
Her sabah uykuya daldığım saatte, yani 05.00'te kalkmak suretiyle hayatımın en büyük reformunu yapmış biri olarak çıktım yola.
Uçakla Diyarbakır, minibüsle, papatya ve gelincik tarlaları arasında, 2.5 saat süren yolculuktan sonra Bingöl...
Yolun düzünden çok çukuru var. Böbrek taşı olanlara tavsiye ederim. Düşmezse paranızı iade ediyoruz.
Fakat sizi yanlış yönlendirmiş, yetkililerin de günahını almış olmayayım, çukur doldurma çalışmaları devam ediyordu.
Şoförümüz Liceli İbrahim. Dünya şirini. Bir kusuru, düz yolda sakin sakin giderken viraj görünce hız yapması. Heyecan kattı seyahatimize, eksik olmasın.
‘‘Birini tanımak için ya içki sofrasına oturacaksın ya yolculuğa çıkacaksın’’ derler ya... Bu yolculukta anladım ki Fatih Altaylı mükemmel biri.
Ayrıca oraların tecrübelisi olarak her konuda rehberlik yaptı ekibimize. Ve de nasıl tanınıyor, seviliyor oralardaki herkes tarafından...
Övünmek gibi olmasın, ekibimizin tamamı mükemmeldi. Aydın Doğan seçip de mi alıyor nedir?
Bu kampanyayla ilgili (nasıl olsa biliyorsunuz diye açıklama gereği duymuyorum) gazetemle gurur duyduğumu da hemen araya sıkıştırayım.
Bingöl'de ‘‘deprem sonrası klasikleri’’ yaşanıyor.
Misal,
Yardımlar gelmiş ama eşit dağıtılmıyormuş.
Acilen ‘‘Afet Bölgesi’’ ilan edilmeliymiş ama hükümetten ‘‘tık’’ yokmuş.
Hiçbir Allah'ın kulunun giyemeyeceği giysiler yardım diye gönderiliyormuş.
Kimse hasarından memnun değil Bingöl'de.
Şöyle: Vatandaş ‘‘Hasarım çok’’ diyor, yetkililer, ‘‘Hayır az.’’. Netice olarak ellerinde ‘‘az hasarlı’’ raporları, tepelerinde ‘‘çok hasarlı’’ binalarıyla oturup duruyorlar.
‘‘Aynı deprem İstanbul'da olsaydı hasar daha büyük olurdu.’’ Herkes bu konuda hemfikir. Hakikaten sadece 8 bina tam olarak yıkılmış.
Bingöl'de insan depremi hissetmiyor. Valilikte otururken 4 nokta bilmemkaç büyüklüğünde deprem olmuş, İstanbul'dan arayıp söylemeselerdi haberimiz olmayacaktı.
Vali'yle Belediye Başkanı deprem münasebetiyle münasebetlerini kesmişler. Küsler yani.
Lise sın sınıf öğrencilerinin ufak bir istirhamları var. Üniversiteye ya sınavsız girmek istiyorlar ya da ‘‘ek puan’’. Ellerinde kapı gibi emsal var: 1971 depremi sonrası.
Zaten var olan işsizlik daha da artmış, başta Diyarbakır'a olmak üzere göç artmış.
Bingöl'de sokağa çıkan ya da camdan bakan kadın nüfusu sıfır. Bir kadın göremeden döndük İstanbul'a.
Bu yaz arabayla bütün Anadolu'yu dolaşmaya niyetliyim. ‘‘Tembellik geni’’ genliğini göstermezse tabii.
MIŞ-MUŞ
Pakize Suda, cumartesi günkü yazısını yazamamış!
İyi ki bir Bingöl'e gittim yani.
Erkeklerde doğurganlık geni bulunmuş.
Mesele, işe yarıyor mu?.. Ona bakarsanız beyinleri de var.
Dünya giderek şişmanlıyormuş.
Diyet enflasyonu ters tepti.
Yazının Devamını Oku