Pakize Suda

Hiçbir şey kokmuyor

10 Temmuz 2003
<B>YAĞ </B>iyice kızmış olacak. Bu şart. Sonrası size kalmış. İster yoğurt dökün üzerine yerken, ister sarmısaklı domates sosu. Ama nerede artık... Bizi güzelim patlıcan biber kızartmasından da mahrum etti ya şu beslenme uzmanları...

O koku gelmeyince açık pencerelerden, ne anlarım ben yazdan?

Göbek salata tutmuyor kızartmanın yerini. Ne kokusu var ne tadı. Plastik sanki. Tıpkı bizim gibi.

Sahi eskiden daha mı başkaydı insanlar?

‘‘Nevi şahsına münhasır’’ denecek cinsten tipler var aklımda çocukluğumdan kalan. Şimdi herkes birbirine benziyor sanki. Çok azaldı o renkli kişilikler.

Bilmiyorum patlıcan kızartmasıyla bir ilgisi var mı...

Belki kuru köfteyle vardır. O da yok artık. Hani bol yağda kızartılan... Soğuk da yenen... Pikniğe götürülen... Ekmek arası yapılan... Patates kızartmasının kadim dostu...

Şimdi ızgara köfte var. Eh, hiç yoktan iyidir.

***

Bir de beni kokusunun peşine takıp, hiç tanımadığım birilerinin penceresinden içeri sokabilecek etli biber dolması vardı.

Ona da mı yasak geldi?

Yoksa çok mu meşakkatli yapması?

Biberler de mi nasibini aldı yoksa kokusuzluktan?

Bilmiyorum. Bildiğim ‘‘Sevdiğim o koku yok artık hiçbir evde’’.

Peki karpuz neden kokmuyor?

Mümkün müydü komşunun karpuz kestiğinden haberimizin olmaması?

Hem de mutfaklar şimdiki gibi ‘‘Aydınlık’’ denen o ortak ‘‘Karanlık’’a bakmazdı. Evler müstakildi. Herkesin mutfağı başka bir yerde...

Şeftalinin kokusunu elimizden kaç yıkayışta çıkarırdık, hatırlasanıza...

Bir kirazdan memnunum. Kurdunu döktü ya... Kokmasa da olur artık.

***

Reçel kaynatan kaldı mı içinizde peki?..

Vişne, çilek, incir...

Vardır belki ama kokusu iki sokak öteden duyulmuyor artık onun da.

Peki kapınız çalınıp da komşunuz elinde bir tabakla çıkageliyor mu? Tabakta ocaktan yeni inmiş bir şeyler, dillerde ‘‘Ne zahmet ettiniz.’’

‘‘Kokmuştur komşum.’’

Hiçbir şey kokmuyor artık.

Belki bu yüzden bitmiştir komşuluklar da. İçli dışlı olmalar...

Hatta aşk bile bu yüzden değişmiş olabilir.

‘‘Göbek salata aşkları’’ var şimdi.

Saman gibi.


MIŞ-MUŞ


Deprem profesörleri halkı tedirgin ediyormuş.

Profesörü değil de depremin kendisi tedirgin ettiği gün adam olacağız zaten.

*

Erkekler pisuvar kullanırken bir pisliği hedef alıyorlarmış.

Çivi çiviyi söker.

*

Gül ‘‘asker krizi’’yle ilgili ‘‘Dünyanın en kuvvetli ordusuna bu yapılmaz’’ demiş.

Dünyanın az kuvvetli öteki ordularına yapılacak her şey mubah demek, öyle mi?

*

Bedrettin Dalan, ‘‘Ben olmasam mankenlik gelişmezdi’’ demiş.

Gelişmişlikte küme düşmüşüz. Bütün politikacılar sizin gibi çıkmadı, görüyorsunuz Sayın Dalan.
Yazının Devamını Oku

Köşe yazarları ne işe yarar?

8 Temmuz 2003
<B>‘‘KÖŞE yazarları ne işe yarar?’’<br><br></B>Sövülmeye... Bir kaşık suda boğulmaya...

Tehdit edilmeye...

Öteki köşe yazarlarının hedefi olmaya...

Arabasına bomba koyulmaya...

Pusu kurup öldürülmeye...

Hakkında habire dava açılmaya...

Bunlara yarar köşe yazarları.

Fakat tabii Hugo Young'un sorduğu bu değil.

Efendim, Hugo Young The Guardian Gazetesi yazarlarındanmış. (Neden ‘‘mış’’ dediğimi ileriki satırlarda açıklayacağım.) Geçenlerde Radikal'de yazdığı yazıda sordu bu soruyu, cevabını da verdi.

‘‘Köşe yazarlarının işi güvenilmez ve en genel anlamıyla düşünürsek, gereksiz bir iştir.’’

Katiyen katılmıyorum Mr. Young'a.

Bir kere köşe yazarı hiçbir şey söylemese, köşesini nadasa bıraksa bile gazete sayfasında bir yer işgal etmekte midir?

Etmektedir.

Misal, bizim gazetede 22 köşe yazarı varmış. Nereden baksanız 1 metrekare yer tutar köşelerinin toplamı.

Bu ne demektir?

Muhabirlerin daha az haber toplaması, yabancı gazetelerden daha az tercüme yapılması falan. Yani gazetenin diğer fikir emekçilerinin daha az çalışması. Hiçbir işe yaramasa bu işe yarar köşe yazarları.

Şimdi dünya güzeli Reklam Grup Başkanı'mız Ayşe Sözeri Cemal, ‘‘Ben o köşeleri reklamla doldururum, gazete abad olur’’ diyebilir. Orasını bilemem, bildiğim, benim köşemin reklam aldığı. Yazımın orta yerinde bir araba markası görüyorum kaç cumartesidir.

***

Sonra Mr. Young bilir mi ki biz izin bile yapamıyoruz. Gazetemiz bizden iki gün zor vazgeçiyor.

Neden?

Okurdan şikáyet geliyor zira.

Mr. Young, ‘‘Lütfen izin yapmayın’’ diyen mektuplar almıyor herhalde okuyucusundan.

Tabii ‘‘Köşe yazarı ne işe yarar?’’ diye sorar o zaman. Bizde bugüne kadar neden kimsenin aklına gelmedi bunu sormak?

‘‘Umumi arzu’’ diye bir şey var burada.

***

Aslında ben bu Hugo Young'ın Hugo Young olduğuna inanmıyorum. Bence bizden biri bu zat. Kendisine Mr. Young süsü vermesinin nedeni rahat rahat içini dökebilme arzusu.

Şüphelendiğim biri var hatta. Yerine geçmek için özellikle Young soyadlı birini seçmesini de anlıyorum.

Takma isimler özlemleri dile getirir daima. İnsanız. En doğal ‘‘insanlık hali’’nden bile komplekse kapılabiliyoruz.

Kendimden biliyorum. Bana şimdi takma isim gerekse ‘‘Melissa Çıtır’’ gibi bir şey seçerdim herhalde. Herkeste vardır. Obezseniz ‘‘Filiz’’i bulursunuz bula bula, mısır koçanı gibiyseniz ‘‘Levent’’i.

Fakat sırf yaşına başına zıt soyadı seçmesi değil tabii bu zattan şüphe etmemin nedeni. Kendi dışındaki tüm köşe yazarlarının gereksizliğini her gün köşesinden çeşitli vesilelerle ima etmektedir. Sabıkalıdır yani. Asıl neden bu.

Aslında gönlü ‘‘Pakize Suda ne işe yarar?’’, ‘‘Ayşe Arman gerekli midir?’’ diye sormak isterdi ama kendini ele vermemek için genelleştirmiş durumu.

Fakat bu arada benim paranoyaklığım da ‘‘ikslarc’’ ölçüsüne vardı galiba. Köşe yazarlığı, köşe yazarı açısından bakınca bu işe de yarıyor demek.


MIŞ-MUŞ


Pınar Altuğ, ‘‘Kocamı 3 yılda 8 erkekle aldatmam mümkün mü?’’ demiş.

Evet biraz fazla gibi duruyor. 5 nasıl? Hadi 3 olsun.

*

Londra trafiğini bir Türk çözecekmiş.

Şimdiden çözümü çözecek birini aramaya başlasalar iyi olur.

*

Akdenizli maço erkek tipi tarihe karışıyormuş.

Zeytinyağı yumuşattı bunları.
Yazının Devamını Oku

Okuyucu istekleri

6 Temmuz 2003
<B>KÖŞEMİ </B>haftada bir okuyucu isteklerine ayırayım diyorum. Ama öyle ‘‘Hale, Lale, Jale ve bütün mahalle için bir yazı’’ durumu olamaz. Zira okuyucu, dinleyicinin bir şarkıda birleşmesi gibi bir konuda birleşmiyor. Herkes için dünyanın en önemli meselesi farklı.

Bir de bizi öyle bir yere koymuş ki okuyucu... Eksik olmasın... Biz yazdık mı ‘‘Şıp’’ diye çözülecek mesele.

Bu memlekette sorun varsa sebebi köşe yazarlarının vurdumduymazlığıdır. Bir yazsak tamamdır. Hükümet, belediye, bütün kurum ve kuruluşlar... Hepsinin bizden ödü patlıyor. Okuyucunun kanaati bu.

E, vardır bir bildikleri.

Bugünden tezi yok bir bir isteklerini yerine getireceğim.

* * *

Mesela Kuşadası'nda oturan bir okurum... Her gece sarhoş turistlerin kapısının önünden bağıra bağıra geçmesinden şikáyetçi.

‘‘Bunu yazın Pakize Hanım’’ diyor.

Yazdım işte.

Şimdi iş, turistlerin Türkçe öğrenip bir Hürriyet Gazetesi almalarına, beni okuyup okura hak vermelerine, ya güzergáh değiştirmelerine ya da içkiye tövbe etmelerine kaldı.

E, olmayacak şey değil. Yeter ki önce balık kavağa çıksın bir.

* * *

İzninizle yakınlarıma torpil yapacağım. Neticede onlar da okuyucu.

Ablamın da bir isteği var. O da şu:

‘‘Sanatçılar Hakk'ın rahmetine kavuşmadan emekli edilmesinler.’’

Hemen belirteyim, kendisi İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçılarındandır.

Ne zaman konu sıkıntısı çeksem bu emeklilik meselesini hatırlatır bana.

‘‘Ayol bu kaç kişiyi ilgilendirir’’ derim ben de.

‘‘A, şekerim, bunun operası var, balesi var, orkestrası var, senfonisi var, tiyatrosu var, mehter takımı var, Nevzat Atlığ korosu var, ...’’ derken, bende Türkiye'nin sanatçıya kestiği intibaı uyanır, pes ederim ve bir gün yazacağıma söz veririm.

O ‘‘bir gün’’ bugün işte.

* * *

Yeğenim konservatuvar mezunu. Fülitist. Fakat opera orkestrası ve senfonide boş kadro olmadığından öğretmenlik yapıyor.

‘‘Hiç bizim sorunlarımıza değinmiyor’’ diyormuş annesine.

İşte değiniyorum.

Ey devlet!

Habire okul, cami, hastane, yol, köprü, şu bu yapacağına her mahalleye bir orkestra kur. Misal, ‘‘Valideçeşme Senfoni Orkestrası.’’

‘‘Emsali var mı böyle saçmalığın’’
diyen olursa aranızda, ben de ona ‘‘Siz 100 yıl uyuyan prenstiniz galiba, bugün uyandınız’’ derim. Ayol emsalden geçilmiyor memlekette. Kendine af çıkaran bakanları bile gördük.

* * *

Kardeşimin de var bir parmak basılası meselesi. Fakat ayrı bir yazı konusu yapmak üzere rafta tutmaya devam edeceğim.

Anneminse hiçbir isteği yok. Onun Emin oğlu var zira. Bana müdanası yok.

Nasıl okuyucu istekleri?

Değer değil mi her hafta yer vermeye?

DÜZELTME: Dün, Cumartesi Hürriyet'te yayımlanan iki yazım aynı başlık altında, tek yazıymış gibi çıkmış. Neyse, siz akıllısınız anlamışsınızdır.


MIŞ-MUŞ

Erdoğan, ‘‘Her şey yolunda’’ demiş.

Arkadaşlarına ‘‘Merak etmeyin, iktidardayız’’ diyor.

Vücudun toplam değeri 63 trilyonmuş.

Yine Allah'tan fayda var insana.

Prof. İhsan Doğramacı, ‘‘En güzel benim YÖK'ümdü’’ demiş.

Bu güzellik yarışmasında yarışmacılar aynı zamanda jüri üyesi. Öğrencilerse podyumda serili halı.
Yazının Devamını Oku

Siluet mahalli

5 Temmuz 2003
Şimdi gülsem olmaz.<br><br>Gülmek her zaman iki kalem pirzola değil. Ayıp sayıldığı zamanlar, suç sayıldığı durumlar var. Tahminimce benimki ikinci kapsama giriyor. Yani giriyordur mutlaka.

Mevzu şu:

Biliyorsunuz, her sene bu zamanlar Ardahan'da bir araziye Atatürk'ün silueti gölge olarak düşüyor. Muhteşem bir manzara tabii. Türkiye'nin dört bir yanından durumu seyre gidiyorlar. Zaten bize ‘‘Falanca yerde bir şey var’’ diyeceksiniz. Konaktı, siluetti... Gerisini tur şirketlerine bırakacaksınız. Bir de belediyelere tabii.

Misal, Damal Belediyesi derhal ‘‘Atatürk'ün İzinde ve Gölgesinde Damal Şenlikleri’’ni düzenlemiş.

Gülmek isteyip de suç işlerim korkusuyla gülemediğim durum bu değil elbet. Nesine güleceksiniz zaten bunun? Anca saygıyla eğilinir. Zaten şenlik de öyle gülüp oynanan bir şenlik değil. Göndere bayrak çekilip İstiklal Marşı okunuyor. Karşıda Atatürk'ün silueti...

Gülmemi getiren şey tam 18.10'da, yani herkes pürdikkat olayı izlerken, siluet mahallinden koyun sürüsünün geçmesi.

Çocukluğum geldi aklıma. Okul günleri...

Ne zaman bir tören olsa gülme tutardı hepimizi. Belki de o anda gülmemizi gerektirecek hiçbir komik durum bulunmazdı ortada ama bize neden gerekmezdi ki. Öyle gererdik kendimizi, öğretmenlerin suratı öyle asık olurdu ki... O yaşadığımız şey sinir boşalmasıydı belli.

Ama bu tam olarak öyle değil. Koyunlar geçmiş resmen. Hakiki bir gülme sebebi yani. Öyle tıngır mıngır geçmişler.

Ben şimdi sıkı bir hayvansever olduğumdan kızamıyorum tabii koyunlara, CHP Ardahan Milletvekili Öğüt gibi.

Ne bilsin koyun?

‘‘Bastığın yeri tanı’’ desen ne anlayacak? Laftan anlayan koyunlar da var gerçi ama bunlar demek ki anlamayanlardan.

Fakat Öğüt'ün de haklı olduğu taraf yok değil. Öküz altında buzağı aramak lazım oralarda. Kar üstünde manidar ayak izleri bile gördü bu milletin gözleri. Hal böyle olunca çobana sorarlar tabii, ‘‘Be adam bu kadar mı tesadüf olur o saatte orada koyunlarla bulunuşun?’’ diye.

Hayır sanki akşam yemeği için rezervasyon yaptırmışlardı da tam o saatte çayırın tam orasında olmaları gerekiyordu.

Neyse, artık koyunlar da öğrenmiştir herhalde, ‘‘Her çayırın otu yenmez.’’

* * *

‘‘ABD Başkanı Clinton 1999 yılında
'Bu çok güzel bir etek ama üstünde durması ne işime yarayacak?' sözünü hangi kadına söylemiştir?’’

A
- HillaryC- Pınar Altuğ

B- Tansu ÇillerD- Monica

Soru bu olsaydı yarışmacı Fırat Zengin 250 milyarı, hatta belki 500 milyarı alıp gitmişti.

Gerçi ne mümkün... Sanki bunlar ‘‘Kim 500 Milyar İster?’’ dedikçe halk hatları kilitliyor, ‘‘Katiyen, hiçbirimiz istemeyiz’’ diye. Ayol, yedi senede hiç olmazsa bir kişiye verir insan, yarışmanın adına hürmeten.

Haliyle benim soru eşyanın tabiatına aykırı oluyor. Yarışma sorusu dediğin daima tereddüte mahal verecek. Şimdi ‘‘Senin soruda da var aynı şey’’ diyeceksiniz.

Asla.

Bırakın Clinton'ı, hiçbir erkek nikáhlı karısının eteksiz haline meraklı değildir. Etekli haline de meraklı değildir. Hatta hiçbir haline meraklı değildir.

Bu yüzden A şıkkının üzerinde düşünülemez bile.

B şıkkı doğru olsa, bir diplomatik skandal yaşanmış demektir ki çoktan kulağımıza gelirdi.

C şıkkı deseniz, Pınar o yıllarda gayrimüslim cemaate açılmamıştı henüz.

Doğru cevap haliyle D şıkkı oluyor. Hani Monica'yı hiç duymamış olan bile bu yoldan doğru cevaba ulaşabilirdi.

Diyeceğim, soruları ben hazırlamış olsaydım Zengin'in o stüdyodan 500 milyarı alıp çıkmaması için seyirci koltuğunda oturuyor olması gerekirdi. İşte onun için bana hazırlatmıyorlar zaten. Zengin'in şanssızlığı...

Kenan Işık faktörüne gelince...

Hiç günahını almayın adamın. Gerçi isterse adından bile vazgeçirebilir bir yarışmacıyı, budur bunca yıldır bizde bıraktığı intiba. Fakat bu sefer, tarihlere takmış olan yarışmacıya, ‘‘1876'yla 1877 arasında bir sene varmış gibi düşünmeyin, biri aralık öteki ocak olabilir’’ mealinde bir şeyler bile söyledi. Daha ne yapsaydı?

Gerçi bu tartışmanın modası geçmiş olacaktır siz bu satırları okuduğunuzda ama ben de fikrimi beyan etmeseydim olmazdı.

Özellikle Fırat Zengin'e seslenmeseydim...

Fırat Bey!

Siz siz olun ansiklopedilerdeki tarihlere fazla itibar etmeyin. Daha Zeki Müren'in doğum tarihinde anlaşabilmiş iki kaynak görülmemiştir.

İkincisi siz telefonun icat edildiği gün bugünkü teknolojiye kavuştuğunu düşünmüş olmalısınız ki başkanın ‘‘Kimin işine yarayacak bu’’ demesine bir mana veremediniz. Oysa o günlerde telefon denilen şey iki kibrit kutusunun arasına gerilmiş ipten ibaret bir şeydi. (Aman bunu bilgi olarak bir kenara yazmayın, yani 'mesela' diyorum sadece.)

Bu kadar Fırat Bey. Yani kendiniz ettiniz kendiniz buldunuz gibi bir durum da yok değil.




MIŞ-MUŞ


Tarkan'ın yeni imajı hastabakıcı gibiymiş.

E, yakışır Tarkan hastalarına.

Aşkta zıt kutupların birbirini çektiği inanışı yanlışmış.

Bu da mı? Anlaşıldı, ömrümüzün ikinci yarısı birinci yarısında yazdıklarımızı silmekle geçecek.

Arabeskçi koca eşini daha çok dövüyormuş.

İyi. Hiç olmazsa peşin teşhis imkánı doğdu.

Mesut Yılmaz ‘‘Türk halkına nefes almaları için fırsat veriyorum, istendiği zaman belki dönerim’’ demiş.

Bu nefes denen şey stok da edilmez ki...
Yazının Devamını Oku

N.Ç.

3 Temmuz 2003
<B>‘‘HİÇ tınmadı’’</B> demişsinizdir.<br><br>Tek laf etmeyince... ‘‘Pınar Altuğ'un sevgili kataloğunu atlamadı da 13 yaşındaki çocuğa 28 kişinin tecavüz edişini görmezden geldi’’ diye düşünmüşsünüzdür.

Şimdi ‘‘Kelimelerin bittiği zamanlar vardır’’ falan gibi edebiyat parçalamayayım ama hakikaten var öyle zamanlar. Bu da o zamanlardan işte. Ne idiği belirsiz yaratıklara ne söylenir ne bileyim? Duyarlar mı? Anlarlar mı?

Umutsuzluktan susuş durumu yani.

Bir de şöyle bir şey var... Hani insan yakınlarına koştuğundan daha kolay koşar ya, daha uzak hissettiklerinin acısına... ‘‘El iyisi’’ der kimileri onlara. El iyiliğinden değil halbuki. Yakınlarına öyle derinden üzülür ki eli ayağı tutmaz, gönlü dayanmaz.

Onun gibi bir durum işte bu da. Pek de umurumda olmayan bir sürü konuya bulaştım da buna elim gitmedi. Ama içime de sinmedi.

Bir de işin görünenden daha acı bir yanı var. O 28 kişiden o kadar çok var ki memlekette... Potansiyel tecavüzcü olarak dolaşıyorlar. An meselesi yani icraata geçmeleri. Hem de ‘‘pek saygın’’ zannettiğiniz kişiler.

Hani belli olsa kılık kıyafetinden, uzak tutarsınız çoluk çocuğunuzu... Kültür, eğitim, şu bu... Ne olursa olsun sapıklık baki kalıyor.

Hepimiz bir sürü şey görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz, seziyoruz. Ama gizli bir anlaşma var sanki, kimse kimseyi rezil etmiyor. Kaybolup gidiyorlar aramızda.

Kızıltepe'nin ileri gelenlerindenmiş tecavüzcüler. Öyledir zaten. İleri gidenler hep ileri gelenlerdir. Her hususta.

***

Ne tatsız mevzu değil mi?

Uzatacak değilim.

Fakat bu yazıdan yine ‘‘erkekler tu kaka’’ gibi bir sonuç çıkarmayın. Gerçi kadın kısmının ‘‘Falan yerde 13 yaşında bir erkek çocuk varmış, hadi gidip sıraya dizilelim’’ dediği görülmemiştir ama, N.Ç.'yi 28 kişiye pazarlayan da kadın neticede.

Bu kadın erkek meselesi değil yani. Artık insanoğlunun tamamından umudu kesmek mi lazım bilmiyorum. Yoksa yakmamalı mı yorganı. İnşallah pire kadardırlar, düşündüğümün aksine.


MIŞ-MUŞ


Tayvan'da bilim adamları, denizanasından aldıkları DNA'ları zebra balığına yerleştirerek karanlıkta ışıldayan süs balığı geliştirmişler.

Başımıza yağacak olan taş bu fırsatı da kaçırırsa...

*

İstanbul yasadışı organ nakli cennetiymiş.

Yıllardır ‘‘cennet vatan’’ dedikleri bu muydu yoksa?

*

Dünyada en hızlı büyüyen 2. ülke olmuşuz.

Bu ne ki, siz bizi bir de ‘‘Gelişmeden Büyüyen Ülkeler’’ yarışmasında görün.

*

Meclis lojmanları iş merkezi oluyormuş.

E, eskiden neydi? İş bağlamalar, iş bitirmeler nerede olurdu?

*

Besiciler ineklerine Sarıkız yerine Seda, Gülben, Nez isimlerini takar olmuşlar.

Haklılar, Sarıkız'ın bir sütü var, ötekilerin eti, sütü, kılı, tüyü, kakası para.
Yazının Devamını Oku

Kadından köşe yazarı olmaz

1 Temmuz 2003
<B>NE </B>diyeyim yani? Ölümlü dünya. Bugün var yarın yokuz, ‘‘olur’’ deyip de neden üzeyim erkekçiklerimizi.

Canlarım benim.

Hiç üzülmeyin. Vallahi olmaz. Olmuyor işte nitekim, görüyorsunuz. Laga luga, fasa fiso, iki şık şık, bir tık tık, o kadar.

Aslında kadından hiçbir şey olmaz. Kadından ‘‘kadın’’ olur bir tek.

Fakat zamanımız artıyor biliyor musunuz? 24 saat ‘‘kadın’’lık yapamıyor insan. Bizim de doğrulduğumuz zamanlar oluyor. Mecburen. Siz alıp başınızı mühim işlerinizin başına gittiğinizde boş kalıyoruz. İşte o saatlerde birtakım girişimlerde bulunuyoruz. Köşe yazmak da bunlardan biri.

Ama ‘‘ne anlatacağız?’’ meselesi var tabii. Biliyorsunuz, kadınlar algılama, idrak, öğrenme, anlama gibi kavramlardan yoksun olarak dünyaya geldiklerinden... Haliyle olan bitenden bihaberiz.

* * *

İki cinsin neden böyle farklı yaratıldığını bilmiyorum. Hadi fiziksel olarak anladık... Fakat onda da boşluğun bize denk gelmesi büyük haksızlık ama hadi o neyse diyelim de bu boşluğun kafalarda da devam etmesi... Gerçi bilim adamları ‘‘Fark yok’’ diyor ama kim inanır tabii, pratikte görüyoruz işte. Vermemiş Mabut.

Hal böyle olunca az önce yatağımızdan kalkıp giden sizlerden ve kendimizden başka ne anlatabiliriz yazılarımızda? Adım Hıdır, bildiğim budur.

Ha bir de hayata dair birtakım şeyler. Fakat hayat nedir ki ona dair şeyler ne olsun. Fasa fisoluk oradan geliyor.

Oysa erkeklerimiz...

Onlar olmasa...

Seçim zamanı hangi partinin yüzde kaç oy alacağından nereden haberimiz olacaktı?

Kapalı kapılar ardında Siyasi Ahmet'le siyasi Mehmet'in neler konuştuğundan?

Doların düşüp faizin yükseldiğini ancak bankanın kapısında öğrenecektik.

Amanın! Düşüncesi bile korkunç.

Şükür ki Allah donatıp yollamış erkekçiklerimizi.

* * *

Şimdi ‘‘Nedir yine, ne oluyor?’’ diyeceksiniz.

A, haberiniz yok mu, ortalık BBG evine döndü. O küçümsedikleri evdeki kavgaların aynısı basında yapılıyor bir süredir. Bir tek elimiz belimizde değil. Gerçi onu da yaparız ama bir yandan tuşlara nasıl basacağız, o var.

‘‘Onlar plastik’’ demiş bu defa biri. Beyefendi demir. Zaten bu pas durumu da oradan geliyor.

Eş dost dedi ki, ‘‘Artık görmezden gel bunları, farkında değil misin şöhret isteyen size bulaşıyor.’’

Ama kapıya gelen de geri çevrilmez ki. Yüzünü kızartıp istediyse yapacaksın elinden geleni.

Mesela en son Nihat Genç istemiş. Yazdım işte adını. Helál-ü hoş olsun.


MIŞ-MUŞ


Kargalar Almanya'da kadınlara saldırıyormuş.

A, orada kargalara mı kalmış bu iş?

İngiliz bilim adamları gelecekteki başarının 10 yaşında belli olduğunu ortaya çıkarmışlar.

Ooo, biz onu çoktan keşfettik de, ‘‘Adam olacak çocuk b.kundan belli olur’’ dedik.

Gül, ‘‘Biz değil AB ağlasın’’ demiş.

İktidar insanı megaloman da yapıyor.
Yazının Devamını Oku

Sözde gezi yazısı

29 Haziran 2003
<B>‘‘HAYATTA hiç ilgi duymadığın konu ne?’’</B> diye sorarsanız... Bir dakika, hiç ilgi duymadığım demeyeyim de, hani <B>‘‘ilgimin top teni’’</B> gibi bir sıralama yapsam en sondadır futbol. Buna rağmen beni tutup tutup futbol maçlarına götürüyorlar. Yüzlerce gazetecinin içinden...

Bu sefer de Turkcell aldı Türkiye-Brezilya maçına götürdü, Fransa'ya. Gide gele Hıncal Uluç'la Haşmet Babaoğlu gibi köşemi belli günlerde futbola ayıracağım galiba.

Zaten kendimi kadere teslim ettim. Bugüne kadar verdiği hizmetten memnunum doğrusu. Bundan sonra futbol yazarı da yapacaksa yapsın beni.

* * *

Şimdilik seyahatimin maç saatine tekabül eden kısmından ziyade, diğer kısımlarını anlatmakla yetineceğim.

Zaten maçın nesini anlatayım. Olmuş bitmiş. Gerçi televizyonlardaki spor programlarında bir hafta anlatıyorlar. Ben ‘‘Şeydilmiş şeyin davası’’ diyorum bu programlara. Ne olduğunu anlamışsınızdır, açık açık yazamam takdir edersiniz ki.

Neyse uzatmayayım, şimdi bu Turkcell davette bulunduğunda dedim ki, ‘‘Bana bir hoşluk yapmak istiyorsanız şu faturaları indirin biraz, Fransa'ya gitmiş kadar olurum’’.

Takmadılar tabii.

Hakikaten anam ağladı faturalardan. Hayır bazen diyorum ki, ‘‘Acaba normal telefonların tersine cep telefonlarında görüşme yapılan değil de yapılmayan dakikalar mı fatura ediliyor?’’

Ne bileyim? Anca o zaman hesap tutuyor.

Neyse kalktım gittim netice olarak. ‘‘Pakize’’ dedim, ‘‘Sen bu gezinin ücretini peşin peşin ödedin zaten. Hatta seni Avustralya üzerinden aşırıp döndürseler Türkiye'ye yeridir’’.

Fazla mı yüklendim?

Peki, kesiyorum, Fransa'ya geliyorum.

* * *

Fransa, biliyorsunuz şarap diyarı. E, şarabın yanında ne gider? Peynir.

Allah'ımıza bin şükür, ekip olarak yıllık şarap ve peynir ihtiyacımızı temin etmiş olarak döndük memlekete. Ben daha ziyade peynir üzerine çalıştım. Dönüşte şaraplar ağır gelecek de uçak düşecek diye korkmadım desem yalan olur. İfade de ettim. Cevap olarak ‘‘Düşse düşse senin peynirlerin yüzünden düşer’’ dediler.

Bu arada yaşlandığımı anladım. Gerçi hiçbir kadının bunu idrak edecek yaşa geldiği görülmemiştir. Yaşlanmadan (!) ölüp giderler. Bakalım, insan ömrü 150 yıla falan çıkarsa, kadınların da son birkaç yılı yaşlı olarak geçirmeleri söz konusu olur belki.

Konu dağıtmakta üstüme yoktur gördüğünüz gibi. Niye yaşlanmıştım ben?

Hah buldum!

Eskiden sadece incik boncuk, koku, şu bu alırdım dışarıdan, şimdi daha çok yiyecek alıyorum. Ekmek bile getirmeyi düşündüm bir ara. Sonra utandım. Gerçi sanat eseri niyetine alacaktım; bilenler bilir, kıyıp da yiyemezsiniz. Heykeltıraşlıkla fırıncılık birbirine girmiş.

Ayol yerim bitti. Fransa'nın F'sinde kaldım. Ben bu yazıyı oralara gitmeden de yazardım.

Oturup bir de dünya seyahati yazayım bari haftaya.


MIŞ-MUŞ


Fay hattı üzerine inşa edilen Bolu Tüneli 650 milyon dolar harcandıktan sonra patates deposu oluyormuş.

Yakışır. İnsanın patates püresinden mamul beyni olunca...

*

Çağla Şikel ‘‘Drama gücümü göstereceğim’’ demiş.

Bugüne kadar gösterdikleri de hiç fena değildi.

*

Aysun Kayacı, ‘‘Şişmanladım, bari evleneyim’’ demiş.

Başka hangi cümle kadınların bilinçaltını bu kadar ortaya koyabilirdi?
Yazının Devamını Oku

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde...

28 Haziran 2003
Sevgili gençler!<br><br>Bugün sizden bir şey isteyeceğim. Sakın kimseye ‘‘Seni seviyorum’’ demeyin.

Lütfen. Kullanmayın artık bu sözü. Başka bir şey deyin birbirinize onun yerine. Duygularınıza daha denk düşen bir şey... Benim aklıma gelmiyor ama siz bulursunuz. Ne de olsa sizin duygularınız...

Hayır, içini dolduracaksanız ‘‘Seni seviyorum’’un, bir diyeceğim yok. Ama umudum da yok.

‘‘Seni seviyorum’’ öyle ‘‘Kendine iyi bak’’ gibi bir söz değildir. Laf olsun diye söylenen...

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde hakkını vereceksiniz.

Bir kere onu gerçekten seviyor olmanız lazım. Yani öyle dokununca geçiverecek arzularla falan karıştırmayacaksınız.

*

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, o biri en az tuttuğunuz takım kadar önemli olacak hayatınızda.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, bir saat eksik uyumayı göze alabileceksiniz onu daha çok görmek uğruna.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, elini tutmak da önemli olacak başka şeyler kadar.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, ‘‘Sevgilimsin’’ de demiş olduğunuzu bileceksiniz.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, onu özleyecek, düşünecek, merak edeceksiniz.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, onun gözü telefonda (evet, cep telefonu çıktığından beri kulak değil gözler telefonda) aramanızı beklediğini unutmayacaksınız.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, ona sürprizler yapmayı, ufak hediyeler almayı ihmal etmeyeceksiniz.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, ona şiirler okuyacak hatta kabiliyetiniz varsa, yazacaksınız da.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, şarkıdaki gibi, ellerinizde çiçeklerle kapısında bekleyeceksiniz.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, belki ömrünüzün sonuna kadar değil ama hiç olmazsa yarın, öbür gün de seveceğinizden emin olacaksınız.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, aynı zamanda ‘‘Free takılalım’’ da diyemeyeceğinizi bileceksiniz.

Birine ‘‘Seni seviyorum’’ dediğinizde, o aşktan söz ederken siz ‘‘Ben almayayım, alana da mani olmayayım’’ demeyeceksiniz.

*

Nasıl?

Çok mu zor?

Fazla mı zahmetli?

İnsanın birini sevip sevmediği tam da böyle belli oluyor arkadaşlar. Sevmeyince ‘‘iş’’ gibi geliyor bütün bu saydıklarım.

O zaman ‘‘Seni seviyorum’’ demeyeceksiniz. Bu kadar basit. Bir gün farkında olmadan bütün bunları yapıyor olduğunuzu görünceye kadar.

Şimdi ‘‘Ne var bunda? Keşke herkes birbirine bolca 'Seni seviyorum' dese’’ diye düşünenler olacaktır.

İyi. O zaman birbirini gerçekten sevenler yeni bir söz bulsunlar söyleyecek. ‘‘Seni seviyorum’’ orta malı olsun. Zaten oldu olacağı kadar.

Şiddetli aldatma


Daha önce hiç olmayan bir şey oluyor.

Yeryüzünde ilk defa yaşanacak.

‘‘Nedir?’’ diye soracak olursanız, bir çift boşanacak. Pınar Altuğ-Umut Elçioğlu çifti.

Ya. Ne garip değil mi?

Haliyle sebebini merak ediyor insan.

Şimdi ‘‘Başımıza taş yağacak’’ diye bir haber çıksa... Merak etmez misiniz?

Ne taşıdır?

Nereden koptu?

Daha önce neden yağmadı?

Yukarıda taş atan biri mi var?

Bu da öyle bir şey işte. Her zaman rastlanan bir şey olmadığından boşanma denen olay...

Bilimadamları devreye girdiler tabii hemen, halkı aydınlatmak için.

‘‘Boşanmalara bakan bilimadamı mı var?’’ diyeceksiniz. Var tabii.

Okumuyor musunuz gazetelerde ihtimal hesaplarını falan?

Neden sonuç ilişkilerini, tetikleyicileri, yan faktörleri?

Dört erkeğin varlığından söz ediliyor. Yani Pınar'ın hayatında o dört erkekten biri varmış güya. Aslında günümüzde genellikle dört erkeğin anca bir adam ettiği göz önüne alınırsa keşke dördü birden Pınar'ın sevgilisi olsa ama nerede... Daha buna cesaret edecek kadın anasından doğmadı maalesef.

Arkadaşlar, benim bildiğim ‘‘şiddetli geçimsizlik’’ diye de bir şey vardır. Pınar'la Umut'unki de ondan olamaz mı?

Ama çok klasik, pek sade olur değil mi? Magazine gelmez.

Şiddetle geçinememe hali sadece sıradan insanlara özgüdür. Ünlüler ise gül gibi geçinirler. Haliyle bir ayrılma söz konusu olduğunda taraflardan biri mutlaka bir dolap çeviriyordur.

Bu dolaba ‘‘şiddetli aldatma’’ diyebiliriz.

Pınar'a atfedilen şey bu. Fakat isimde anlaşamıyoruz bir türlü. Cemi mi, İzzet mi, Tony mi, Gökhan mı?

Bir de bunu çözdük mü Pınar meselesi hallolmuş olacak. Sıradakine bakacağız.

Yaşasın Türkiye!

MIŞ-MUŞ


AKP 15 bin imam kadrosu istemiş.Az bile, 70 milyonun hatim duası edilecek.

Bursa Karacabey'de bir adam 30 yıl uğraşıp beyaz tavus kuşu üretmiş.

Halbuki çamaşır suyuna sokup çıkaracaktı, 30 saniyesini alırdı.

Bilimadamları sayesinde brokoliden bonfile tadı alacakmışız.

Canınız brokoli istediğinde ne yiyeceksiniz bilmiyorum; onu da bilahare hallederler herhalde bilimadamları.

Kokmayan çorap icat edilmiş.Artık tek suçlu ayaklarınız.

Bilimadamları kellik ilacı yapmışlar, prostata iyi gelmiş.Kel aláka.
Yazının Devamını Oku