Pakize Suda

Allah bilir

24 Temmuz 2003
<B>ARKADAŞLAR!<br><br></B>Çok meraklısınız. İyi değil bu kadarı. Nedir öğrenmek istediğiniz?

Kadın bir kaza geçirmiş. Başında 30 dikiş var. Bunda bütün gazeteler hemfikir mi?

Hemfikir.

Varsın detaylarda anlaşamasınlar.

Çok şikáyetçiyseniz tek gazete okuyacaksınız. Ki kafanız karışmasın.

Biz evcek hepsini okumaya devam edeceğiz. ‘‘Hangisi doğru?’’ oynuyoruz aramızda.

Tamam, insanda zaman içinde bir güvensizlik oluşuyor; ‘‘iki kere iki dört’’ diyene bile ‘‘Dur bakalım’’ diyecek kıvama geliniyor bu yüzden, fakat şüpheci olmak iyidir. Bakarsınız yarın bilim adamı olmuşsunuz şüphe ede ede. Alın size gazetelerin bilinmeyen bir faydası!

Konuya dalıverdim hemen ama durumdan haberi olmayan okurlar vardır belki.

Efendim, bir olay hakkında her gazete ayrı bir hikáye anlatıyormuş. Mesele bu. Şikáyet var.

Ben de yukarıda okuduklarınızı diyorum karşılık olarak.

***

Şimdi bunlar Derya Arbaş'ın taciz olayına da takılmışlardır muhakkak.

Kız Foça'dan mı geliyordu, Çeşme'den mi?

Olay sırasında kaç numaralı koltukta oturuyordu? Otobüs firması tacizde bulunan muavini dövüp işten mi kovdu, yoksa sahip mi çıktı? Savcılığa şikáyeti Derya mı yaptı, sevgilisi mi?

Rivayet muhtelif yine çünkü.

Fakat muhabir arkadaşlar da ne yapsınlar? Haber kaynağı ne diyorsa odur. Haber kaynağı (Trafik Canavarı gibi bir şey) her gelene başka bir şey anlatıyorsa... Üstelik her olayda kırk tane kaynak varsa...

Beş N Bir K'dan vazgeçeceğiz.

Bulduğumuzla yetinip, halimize şükredeceğiz.

‘‘Falanca olay nasıl olmuş, okudun mu?’’ diye soran olursa ‘‘Allah bilir’’ diyeceğiz.

***

Laf şehirlerarası otobüste olanlardan açılmışken kardeşimin başına gelen iki olayı nakledeyim bari.

İki firma, iki anlayış.

Bir tarihte kardeşim İstanbul'dan kalkıp İzmir istikametine gidecek olan otobüste yerini almışken, yanına bir beyefendi gelip oturuyor. Fakat kadınla erkeği ateşle barut gibi görenlerden olmadığı için, bundan hiç rahatsızlık duymuyor kardeşim. Ayrıca bir ‘‘Meraklı Melahat’’in sorularına muhatap olmaktansa... Erkek en azından yanlış anlaşılır düşüncesiyle sohbete girmez pek.

Fakat firma açısından kazın ayağı öyle değil tabii. Ahlaklı (!) muavinle şoför, kardeşimin orada oturmasına izin vermeyip, acilen bir ‘‘bayan yanı’’ buluyorlar kendisine.

‘‘Ben şikáyetçi değilim ki’’ demesine karşılık da ‘‘Biz p....... değiliz’’ diyorlar.

Ve yol boyunca hem muavinle şoförün hem de bazı yolcuların ‘‘Bilet alırken 'Bayan yanı' uyarısını yapmayan ahlaksıza dikiz’’ bakışlarına maruz kalıyor.

İkinci vaka yine bir İstanbul-İzmir seyahati sırasında gerçekleşiyor.

Bu sefer erkeğin yanından kalkmak isteyen kardeşim. Adamın oturuşundan rahatsızlık duyduğu için ve de otobüsün arka yarısı tamamen boş olduğundan hareketle...

Fakat muavin ‘‘Hayır efendim, prensip icabı herkes yerinde oturacak’’ diye diretiyor.

Aslında bu firmayı ötekine şikáyet etmek lazımdı. Ama ötekini şikáyet edecek kimse yok maalesef. Vallahi vesika verirler insanın eline.

***

Neyse...

‘‘Bu anlattıklarım başka hiçbir gazetede yok. Onun için detaylarından emin olabilirsiniz’’ desem de inanmayın. Şimdi yan koltuktaki adama gitsem muhabir olarak, misal, olayın Ankara otobüsünde cereyan ettiği çıkabilir ortaya.

Bilmiyorum.Allah bilir.


MIŞ-MUŞ


Ormanların dumanı tütüyormuş.

Yakında ‘‘orman’’ denen şey gözümüzde tütecek.

*

Sibel Tüzün, ‘‘Selüliti Gülben Ergen'e sorun’’ demiş.

Sibel Tüzün'ün dönüşü racona uygun oldu.
Yazının Devamını Oku

‘Yarın yine gelirsiniz değil mi?’

22 Temmuz 2003
<B>EN </B>korktuğum şeyin bu olduğunu o iki kadını görünce anladım. Mahalle aralarında küçük parklar vardır hani...

Birkaç ağaç, iki bank, bir çöp kutusu...

İşte onlardan birine yolum düştü geçenlerde. İçinden geçip gidiyordum ki, o iki kadına rastladım.

75-80 yaşlarında olmalıydılar. Bankta oturuyorlardı yanlarından geçtiğimde. Üç beş adm uzaklaşmıştım ki birinin diğerine,

‘‘Yarın yine gelirsiniz değil mi?’’ dediğini duydum.

Durdum.

Dönüp baktım.

Kalkmışlardı. Biri biraz daha dinç görünüyordu ama öteki zor yürüyordu.

Bense hiç yürüyemiyordum.

Kalakalmıştım.

Aklımda yeniden, yeniden o soru...

‘‘Yarın yine gelirsiniz değil mi?’’

Ne cevap verdiğini duymadım ötekinin. Belki de hiçbir şey söylememiştir.

Soran da bilmiyor muydu sanki ikisinin de gidecek başka yerinin olmadığını...

Gelebilecekleri en uzak yere gelmişlerdi işte.

Belli ki orada tanışmışlardı.

Her gün o bankta oturup konuşuyorlardı.

Torunlarından...

Çocuklarından...

Havanın sıcaklığından...

Dizlerinin ağrısından...

Başka?

Başka bir şey yok.

Dün herhangi bir şey olmamıştı ki hayatlarında.

Ondan önceki gün de...

Yarın da olmayacaktı.

Bir hayalin gerçekleşmesi...

Bir tanışma...

Bir başarı...

Bir sürpriz telefon...

Onu ona katıp yeni bir yemek deniyorlar mıydı acaba?

Elbiselerini kirlenmeden çıkardıkları oluyor muydu? Sırf değişiklik arzusuyla, yenisini giymek için?

***

En korktuğum şeyin bu olduğunu anladım onları görünce.

Bir parka mahkûm olmak.

Gidememek...

Hiçbir yere...

Belki hayallerde bile.

Hayaller gerçekleşme ihtimali var diye kurulur zira. Aman en imkánsızı için de yüreğinin bir köşesinde bir umut barındırır insan değil mi?

Kimbilir belki onlar da...

Mıhlanıp kaldığım yerden koşarak uzaklaştım. Dünyanın öbür ucuna gitmek istedim.

Evet, en korktuğum şey buymuş meğer. Anladım.

Ama ‘‘ölümden beter’’ demiyorum yine de. O günler gelince o parka bile öyle bir razı olur ki insan...

Tahmin ediyorum.


MIŞ-MUŞ


İnsan 180 yıl yaşayacakmış.

At atabildiğin kadar. Daha 90 yıl kimse ‘‘yalan’’ diyemez.

*

Kapıcılara ‘‘Türkçe'yi etkili ve güzel konuşabilme’’ gibi standartlar geliyormuş.

Şu standardı tüm Türkiye'nin tüm apartman sakinlerine getirsinler önce.

*

Kenan Doğulu, ‘‘Tarkan yeni bir Zeki Müren olacak’’ demiş.

E, iyi akıl; rakibi ‘‘put’’ yapıp bir köşeye dikmek...

*

Türk turizmini bu sefer de Irak Savaşı yakmış.

‘‘Yanıcı madde’’, ‘‘Patlayıcı madde’’ olamadı bir türlü.
Yazının Devamını Oku

İstanbul

20 Temmuz 2003
<B>NE </B>günlerdi ah o günler. Nisanda giderdim Bodrum'a, ekimde dönerdim.

Şimdi iş güç bırakmıyor. En fazla iki üç gün. Sonra İstanbul'da olmamı gerektiren bir şeyler çıkıyor illaki.

Oturup duruyoruz netice olarak.

İşin kötüsü, ben öyle İstanbul áşığı biri de değilim.

Kardeşim mesela... Neredeyse her sabah ilk iş toprağı öpecek kadar áşıktır. Allah mesut etsin.

Ben de sevmez değilim de...

Öyle aşkla meşkle tarif edilecek cinsten değil bağımız.

Hani şaire, ‘‘Ankara'nın nesini seversin?’’ diye sormuşlar da, ‘‘İstanbul'a dönüşünü’’ demiş ya... Ben de tersine, İstanbul'un en çok arkamda kalışını seviyorum. Habire bir yerlere gideyim. Budur gönlümde yatan.

Ve hálá doğduğum büyüdüğüm yerlere bağlıyım. Doyamadan geldim buralara, ondandır belki.

* * *

Şöyle diyaloglar geçiyor kardeşimle aramızda:

- Şu Boğaz'ın güzelliği nerede var?

- Aman! Yüzemedikten sonra ne yapayım?

* * *

- Sen hiç Beyoğlu'ndaki binalara alıcı gözüyle bakmadın galiba.

- Baktım, kararmış hepsi.

* * *

- Peki, Galata Kulesi'ne çıktın mı hiç?

- Peki, sen Gümüşlük'te güneşin batışına karşı denizin içine sofra kurdun mu hiç?

* * *

İşte ben de İstanbul'da yaşıyorum, buna yaşamak denirse.

Fakat yine de tecavüz kaçınılmazsa... Biliyorsunuz ne yapmak gerektiğini. Ben de bu prensipten hareketle İstanbul'un keyfini çıkarmaya bakıyorum.

Mesela neler yapıyorum...

‘‘Topkapı Sarayı'na gidip sultan bilmemkaçıncı Murad'ın kaftanına bakıyorum’’ desem yalan olur.

Ucunda yeme içme olmayan gezmelerden hoşlanmıyorum açıkçası. Ama deseler ki, ‘‘Sarayın bahçesine sultan sofrası kuruldu’’, koşa koşa...

* * *

Umumi arzu üzerine Beyoğlu'ndaki binalarla ilişkimin seviyesini yükseltiyorum mesela. Eskiden dükkán seviyesindeydi. Şimdi giriyorum bir kafeye, oturuyorum cam kenarına, bir yandan kahvemi höpürdetirken karşı binanın üst katlarını kesiyorum.

İlk intibamı hemen belirteyim:

‘‘Cık cık cık, ne binalar yapmış adamlar!’’

Hakikaten.

Peki şimdi nerede onlar gibi zevk sahibi insanlar?

Bilim adamları her gün bir belanın genini bulup duruyorlar. Çorap söküğü gibi genlerimiz. Zevksizlik geninin kaç numaralı gen olduğunu merak ediyorum şimdi.

Gerçi bulsalar ne olacak, ucube binalarla ördük anayurdu dört baştan. Bizi esaslı bir deprem paklar diyeceğim ucunda can olmasa.

Başka ne yapıyorum...

Ha, birkaç balıkçı keşfettim. Hele birinde masaya vapur yanaşıyor. Kandilli'de. Vallahi. Yolcular çoban salataya iniyorlar. Tavsiye ederim. İster yolcu olsun, ister hancı, ikisi de güzel.

Yaz biter... Ne yazı, ömür biter İstanbul bitmez. Daha Laila'sı, Reina'sı var. Anlatırım yine bir ara.

Not: ‘‘Pakize Hanım, Laila'ya gelene kadar Deniz Müzesi, Ayasofya Camii falan var’’ diyen mektuplarınızı bekliyorum.


MIŞ-MUŞ

Üşümezsoy, ‘‘Fay yeterince kırıldı’’ demiş.

Üşümezsoy'un ağzından fayın kulağına inşallah.

*

Erdoğan, ‘‘Ekonomiyi imtiyazlı hortumculardan kurtaracağız’’ demiş.

Bütün hortumculardan değil yani.

*

İngiltere'de bir dişçi, borcunu ödemeyen hastanın dişini oymuş.

Maazallah adam dişçi değil de beyin cerrahı olsaydı.
Yazının Devamını Oku

Koma dönüşü

19 Temmuz 2003
<B>ABD'</B>de 20 yaşında girdiği komadan 39 yaşında çıkan adamı duymuşsunuzdur. 19 yılda köprünün altından çok sular aktığı için adamcağızın uyum sorunu yaşayacağından söz ediliyor.

Acaba diyorum, Türkiye'de birinin başına gelseydi aynı şey... Vallahi adam akşam yatmış da sabah kalkmış gibi devam ederdi hayata gibime geliyor.

Gidin 19 yıl geriye...

Mesela kim vardı da yok oldu?

Demirel?

Ecevit?

Erbakan?

Evren?

Daha dün Evren'in ‘‘Asker krizini içime sindiremedim’’ diyen demeci vardı gazetelerde.

Erbakan deseniz bilfiil işin içinde hálá.

Demirel, Ecevit... Zamanında öyle içten ‘‘Allah başımızdan eksik etmesin’’ diye dua etmişiz ki... Ben hálá ediyorum, o başka.

*

Diyelim adam bir kahveye ya da bara gitti. Nedir mevzu?

Gayet tabii ‘‘Ne olacak bu memleketin hali?’’

Peki komaya girmeden önce?

‘‘Ne olacak bu memleketin hali?’’

‘‘Sorma birader’’
diye kaldığı yerden devam edebilir yani.

Peki, kimdi 19 yıl önce Süperstar?

Ajda Pekkan.

Şimdi kim?

Ajda Pekkan.

İnsanı yüreğinin tam ortasından vuran şarkıları kim yapıyordu o yıllarda?

Sezen Aksu.

Hálá vuran kim? Bırakın bu günü, adam bir 19 yıl daha yatsa, kalktığında cevap aynı Sezen Aksu olacaktır, emin olun.

*

O günden bugüne birtakım gelişmeler olmadı değil tabii.

Kulak kepçemizin evrim geçirip Mycep'e dönüşmesi...

Bilgisayarların bir börek açmadığının kalması falan.

Fakat bunlara biz komaya girmeyenler bile şaşırıyoruz zaten.

Şarkılar deseniz... Hiç yabancılık çekmez. ‘‘Nostalji’’ yoksa ‘‘Best of’’ var.

Bir tek bana şaşırabilir.

‘‘Şarkıcı bıraktım, yazıcı buldum’’ diye. Komaya dönüş bile yapabilir bu yüzden.

Mustafa ile Emre


Mustafa Sandal, Emre Altuğ için ‘‘Onun gibi vücudum olsa soyunmazdım’’,

Emre Altuğ, Mustafa Sandal için ‘‘Onun gibi sesim olsa şarkı söylemezdim’’ demiş.

Bu lafları ettiklerine göre birbirlerini çok beğeniyorlar demektir.

Biri ötekinin dansını çok beğeniyordur mesela, öbürü onun şarkılarını... Hatta belki tam da Mustafa Emre'nin vücudunu, Emre Mustafa'nın sesini...

Fakat bunu ifade etmek insan doğasına aykırı olduğundan ya birbirlerinde eksik bir yan bulup onun altını çizecekler ya da işte dediğim gibi, hayran oldukları şey neyse tam onu karalayacaklar.

İşte budur hayat boyunca yaptığımız. Hepimizin.

‘‘Onun yerinde olsam’’ diye başlayan cümleler genellikle eleştiri içerse de ‘‘Ah, bir olsam onun yerinde’’ arzusunu barındırıyor gizliden gizliye. Yani bana öyle geliyor. Bir tek kıskançlık bu kadar rahat söyletiyor kişiye en acımasız sözleri. E, kıskançlık da hayranlıktan doğuyor biliyorsunuz.

Küçücükten başlıyor.

Sırma saçlı mıydınız?

En çok her fırsatta saçınızı çeken arkadaşlarınız yüzünden ağlamışsınızdır o zaman.

Ya da ‘‘Kedi gözlü’’ diye alay ettikleri için... Güzelim yeşil gözleriniz var idiyse... O yaşlarda kedi gözünün dünyanın en güzel gözü olduğunu iki taraf da bilmez tabii, bunu da bir hayvan dostu olarak hemen araya sıkıştırayım.

Yani diyeceğim, biri bir yanınızı yerden yere vuruyorsa eğer... İyidir.

Bu durumda hakarete teşekkürle karşılık vermek yerinde bir davranış olur.

Yapamıyoruz, o başka.

Netice olarak, Mustafa'yla Emre birbirlerini çok takdir ediyorlar, merak etmeyin. Ne bileyim, olur ya vardır belki aranızda dert edinen.

Kapatın kuyuyu!


DAİMA bir tercih durumu...

Aslında buna tercih de denmez. Bize soran yok zira.

İki ‘‘iyi’’den biri varsa öteki yok.

Misal ‘‘Güzeller talihsiz olur.’’ Böyle bir şey var. Yaşana yaşana görülmüş.

Yani ‘‘Hem gören çarpılsın hem de habire başıma kuş pislesin’’ olmuyor, kader müsaade etmiyor.

Sonra, kumarda kaybeden aşkta kazanıyor mesela. Bir yandan da paralar gelse halbuki. Yok. İki iyilik birarada barınmıyor.

En son petrol olan ülkede demokrasinin olmadığı çıktı ortaya.

Buyurun buradan yakın.

Tamam birinden biri olmasın; ya köküne kadar demokrasinin nimetlerinden faydalanırız ya da gözümüze sürmeyi çeker, bir limuzinden iner ötekine bineriz.

Fakat ortada öyle bir durum var ki...

İkisinden de azar azar.

Hal böyle olunca ne limuzine binebiliyoruz ne de... Bakın devamını getiremiyorum. Sırf Batman'da mı nerede iki varil petrol çıktığı için yapamıyorum bunu.

Hayır, varillerde boğulsak anlayacağım. Ama dediğim gibi iki varil için.

Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmiyor.

Kapatın şu kıytırık kuyuyu!

Öteki kendini kurtarsın bari. Bakın ‘‘Uyum Yasası’’ çıkarmaktan bir hal olduk, yine de uyamıyoruz bir türlü.

MIŞ-MUŞ


Dedikodu ömür uzatıyormuş.Biz Türkler kazık bile kakarız.

Erdoğan ‘‘Benden çorba yerine bonfile beklemeyin’’ demiş.

Ama çorba yerine su-ekmek bekleyebilirsiniz.

Otomobiller artık yolda birbirleriyle konuşabileceklermiş.

‘‘Abi, son hızla geliyorum sol yanını alıp götüreceğim.’’
Yazının Devamını Oku

Cevap veriyorum

17 Temmuz 2003
<B>N.Ç.-Ankara<br><br></B>Nedir bu? Kahpe kader ağlarını Türkiye'deki bütün N.Ç.'ler için örüyor galiba. Gerçi sizin derdiniz adı ne olursa olsun bütün kadınların başında.

Şimdi bana kızacaksınız ama sizin dünyanın en büyük felaketi olarak gördüğünüz şey dert de sayılmaz aslında. Gönül meselelerini baklava börek olarak görüyorum ben artık. Gerçi yaşarken üzüyor insanı ama hayatın tuzu biberi bunlar.

Acının da keyiflisi oluyor. Aşk acısı da böyle bir şey. Ölümlerin, hastalıkların veya küçük N.Ç.'nin başına gelenlerin yanında...

Bana bu ‘‘Giden erkekler’’ meselesinden fenalık geldi biliyor musunuz?

Artık şunu bileceksiniz ki erkeğin bir müddet sonra gidecek olması durumu sakalı bıyığı kadar gerçektir. Gitmeyen miskinliğinden gitmiyordur.

Siz de gidin! Ne duruyorsunuz?

Her biri bulunmaz Hint kumaşı mı bu adamların?

Baktınız baktınız da daha iyisini bulamadınız mı?

Bakın artık yastıklar bile ayrı ayrı. Annelerimizin gençliğindeki gibi ikisi bir arada değil. Bir yastıkta kocamak eskidendi. Yastıklar idrak etti bunu bir siz edemediniz.

Genel olarak, bütün kadınlara söylüyorum, yalnız N.Ç.'ye değil.

***

İnci-İstanbul

Buyurun, bir gidenin ardından bakan bir hanımefendi daha.

Fakat bu meselede durum biraz farklılık arz ediyor.

İnci, sevgilisiyle birbirlerine áşık olduklarını iddia ediyor. Arada ikinci kadın falan da yok. Fakat birtakım sorunlar var. İnci'ye göre pire, sevgilisine göre deve ebadında sorunlar. Sevgili ‘‘Ayrılmalıyız’’ diyor ağlaya ağlaya. Hatta ayrılmış bile kendi adına. Birlikte olana kadar ayılan bayılan taraf olan sevgili, ilk yatıştan sonra sorunları görüvermiş.

‘‘Neden?’’ diye bana soruyor İnci.

İnci'cim,

Senin áşık olduğuna inanıyorum ama onunkine, hayır.

Bak, şunu unutma: Genellikle kadınlar yatınca áşık olurlar, erkekler yatınca ayarlar.

Seninki aymış. Sorunlar falan bahane. Yoksa aşkın gözü kördür, sorun morun görmez.

O senin için ölüp bittiği günleri düşünüp yanılma. Onlar Y.Ö. idi. Y.Ö. başka Y.S. başka bir devirdir.

Bu işler zor işler İnci'cim.

Senin sevdiğin seni sevmez, seni seveni sen sevmezsin. İkisinin denk düştüğü pek nadirdir. Hiç görmeden giden var. Ama üç beş kere denk düşüren Allah'ın şanslı kulları da var tabii. Daha çok gençsin, o kullardan olursun inşallah.

***

Sezen Aksu-İstanbul

Bu bir cevap değil soru aslında.

Sezen'cim ne oldu benim şala? Efendim, Sezen Aksu bundan tahmini bir ay önce, kendisinden en az altı aydır haber alamamışken, bir konser için bulunduğu İzmir'den beni arayarak,

‘‘Pakize, annem ikimize şal ördürmüş, gelirken getiricem’’ dedi.

O gün bugündür ses yok.

Tahminimce benim şalda gözü kaldı, bir iki klip attıracak öyle verecek. Fakat ben derhal istiyorum şalımı.

Gerekirse polisle kapıya giderim. Şal, mal... Alıkoyma diye bir suç var bu memlekette.

Haberin olsun Sezen!

Bu bir ihtar ve aynı zamanda ihbardır.


MIŞ-MUŞ


Popoyu havaya kaldıran popo sutyeni çıkmış.

Doğrucu bir popomuz vardı, onu da yoldan çıkardık çok şükür.

*

ABD'li kadınların yüzde 60'ı aldatıyormuş.

Bizimkilerin yüzde yüzü saman altından su yürütücü olduğundan oranı bilemiyoruz.

*

Ecevit geçen yıl Bush'a Kuran hediye etmiş.

Fakat Bush ne bilsin, aptes almadan okumaya kalktı herhalde, işleri rast gitmiyor.
Yazının Devamını Oku

Hayvanı sev depremden korun

15 Temmuz 2003
<B>MÜCADELE,</B> mücadele...<br> Bırakmadınız evinizde bir fındık faresi olsun... Yaşasın bir kenarda... Deprem zamanı tırmansın direklere, uyarsın sizi...

Şimdi ne yapacaksınız bakalım. Depremcilerin ağzına bakıp durun. Lakin onlar da ne bilecekler... Bildikleri depremin uzatmaları oynadığı. Bir de deprem olduktan sonra hangi fayın kaç kilometre kırıldığı.

Var mı bize bu bilginin bir faydası?

‘‘Bu gece deprem olacak’’ diyebiliyorlar mı ben ona bakarım.

Ama hayvanlar diyor.

Ey hayvansevmezler!

Allah'ın sopası yok. İnsanın kafasına vurmaz ama böyle muhtaç eder işte o sevmediğiniz hayvanlara.

Hadi bakalım şimdi... Kedi, köpek ne demek, yılanbalığıyla bile dost olacaksınız. Can havliyle. Bakacaksınız dostunuz toz olmuş, sizin de un ufak olmanıza az bir şey kaldı demektir.

‘‘Nereden bulacağız da takip edeceğiz yılanbalığını?’’ diyeceksiniz.

E söyledim, Allah'ın sopası yok. Ev bark haram artık size. Atacaksınız bir sandalye denizin içine, bakacaksınız yılanbalığı kaçacak delik arıyor mu aramıyor mu? Balıklar aşağıdan mı yüzüyor, yukarıdan mı?

Ya da ahır sahibi bir arkadaş edineceksiniz. Saat başı ‘‘Atlar tasmalarını kopardı mı?’’ diye soracaksınız.

‘‘Yok’’ derse arkadaşınız, yatıp bir saat daha uyursunuz.

***

Domuzlar var bir de...

Gerçi domuz eti haram. Diyanet'e bir sormak lazım, ‘‘Domuzun gözle takibi de haram mıdır?’’ diye.

‘‘Sekiz kat döşemenin altında kalırım da domuzdan medet ummam’’ diyebilirsiniz tabii. Ben de size ‘‘Domuz uyduramadık kaz verelim’’ derim. Yanında ördekle kuğu da var promosyon olarak.

Yapacağınız şey çok basit. Bu üçlüyü yanınıza alıp bir göl kıyısına gideceksiniz. Sonra göle girip serinlemeyi teklif edeceksiniz.

‘‘Hay hay’’ derlerse ne álá.

Fakat gölde süzülmek yerine kıçlarını sallaya sallaya aksi yöne doğru kaçmayı tercih ederlerse siz de kaçın. Deprem geliyor zira.

Gerçi kaçmayın. Orası uygun. Açık arazi. Oturun bekleyin. Depremden sonra eve gider hasar tespiti yaparsınız.

‘‘Bütün bunlar çok zor’’ diyorsanız, bir kedi ya da köpek alacaksınız evinize. Yalnız dikkat edin, özellikle sokak kedisi ve köpeği olacak. Benim kediler bütün depremleri bildiler. Bir saat önceden çeşitli tuhaflıklar sergileyerek uyardılar beni. Her depremi açık arazide karşıladım sayelerinde.

(Allah günah yazmasın, bu pembe yalan sayılır. Aslında kıçını bile oynatmadı benimkiler. Hayır fırsattan istifade şu sokak hayvanlarına birer yuva bulayım diyorum. Bu insanların kendi canları tehlikeye girmeden hayvanlara bir faydası dokunmayacak belli.)


MIŞ-MUŞ


Erbakan, ‘‘AKP büyülenmiş’’ demiş.

AKP değil biz büyülendik ki, tek başına iktidar yaptık adamları.

*

Ormanlarda yapılaşmaya imkán sağlayan yasanın gündeme geldiği yıl yangın sayısı ikiye katlanıyormuş.

Yasayı çıkar, vatandaş yaksın, önce mahkûm et sonra affet, gitsin yapılaşsın... Halbuki kısa yoldan Ankara eliyle yakılsa...

*

Üniversitelilerle, eğitimi ilköğretim seviyesinde olanların televizyon izleme oranları aynıymış.

Bütün yollar TV'nin karşısındaki koltuğa çıkıyor anlayacağınız.
Yazının Devamını Oku

Cola Turka ve alaturka

13 Temmuz 2003
<B>SİZ </B>de denemişsinizdir mutlaka. Bana Pepsi'yle Coca Cola'yı ayıramayanları tavlayabilir gibi geldi. Ama sıkı Coca Cola'cıları...

Iıh.

Ekşimsi mi desem...

Yuttuğunuz anda tadı damağınızdan uçup gidiyor mu desem...

Ne bileyim, bilmeden içsem ‘‘Bu colada bir tuhaflık var’’ derim işte.

Ama tam da emin değilim.

Adından tırsmış olduğum için psikolojik olabilir eleştirilerimin nedeni.

‘‘Cola Turka’’ ne demek?

‘‘Türk kolası’’ysa... Türk bayrağına canımız feda ama Türk kolası, Türk peyniri, Türk makarnası... Biraz suyu çıkmış olmuyor mu milliyetçiliğin?

Türk ádetlerine, alışkanlıklarına uygunluksa vurgulanmak istenen, şerbeti kutulasaydınız o zaman. Elálemin colasını değil.

‘‘Ülker Cola’’ olamaz mıydı şunun adı?

Reklamından da anlaşılıyor ki hepimizin içinde gávura kim olduğumuzu gösterme isteği yatıyor. Bir zamanlar kot pantolon reklamı vardı buna benzer. Bir şaşırtma, mat etme, dize getirme durumudur gidiyor.

Ama ne diyeceksiniz...

‘‘Hayal de mi kurmayalım?’’

‘‘Reklamlarda olsun alt etmeyelim mi şu adamları?’’
diye sorabilirler.

Hayır, komik oluyor da biraz...

Sen kalk adamların yaptığı şeyin tıpatıp aynısını yapmak için çabala, sonra da karşılarına çıkıp ‘‘Gördünüz mü dünyanın kaç bucak olduğunu’’ tavrı takın. Şimdi o reklamdaki Amerikalı bir yudum alsa Cola Turka'dan, ‘‘A, evet bizim colayı taklit etmeye çalışmışsınız’’ dese, mosmor olmaz mı bizim şişman?

Cola Turka'dan sonra gelelim alaturka bir evlilik hadisesine...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iki isimli oğullarından ikincisini de evlendirmek üzere harekete geçmiş.

Çocukların isimlerini tutamıyorum aklımda. Oysa Özal'ın değil çocuklarını, gelinlerini, damatlarını, torunlarını, yeğenlerini sular seller gibi bilirdim. Bunama dönemine mi girdim, yoksa kabahat çocuklarına İspanyol asilzadesi gibi isim takan R. Tayyip Erdoğan'da mı bilmiyorum. Kızlarınınkine de dilim dönmüyor.

Neyse konu bu değil.

Ayrıca iki isim fena olmuyor. Kafadan bir oturaklılık katıyor insana. Mesela benim ismim sade Pakize yerine Pakize Fazilet Suda gibi bir şey olsaydı inanıyorum ki şu medya dünyasında daha itibarlı bir yerim olurdu.

Uzatmayayım, benim takmış olduğum husus gelin adayının yaşı. 1986 doğumluymuş Reyyan.

Bakın yine araya girip isimlere döneceğim mecburen. Şu AKP iktidarında bugüne kadar duymadığım isimleri duydum. İşte Reyyan mesela... Kardeşleri de Revha ve Ravza. Hiçbir işe yaramasa bu iktidar, isim haznemizi genişletti.

Artık sadede geliyorum.

Kızcağız 17 yaşında bir çocuk. (Evet, erkekler 'ofşşş' şeklinde garip sesler çıkaradursunlar, 17 yaşında birinin çocuk sayıldığını iddia ediyorum.) Yasalar da izin vermiyor zaten. Babasının imzasıyla evlenebilecek.

Hayır ortada ‘‘evlenmezsek ölürüz’’ dedirten bir aşk falan olsa bir derece... Görücü evliliği olacakmış. Sanki kız kıtlığı vardı memlekette, buluna buluna kemiklerinin gelişmesi tamamlanmamış bir çocuk bulundu.

‘‘Evlenmelerine ne hacet, 17, hatta 14-15 yaşında kızların nasıl yaşadıklarını biliyoruz’’ diyeceksiniz... Onların 30'una varmadan bedensel ve ruhsal olarak uğradıkları çöküntüyü de biliyorsunuzdur o zaman. Bilmiyorsanız bir anlatırım size. Hem evlilik başka yük, başka bir sorumluluk.

Diyeceğim Başbakan'a yakışmadı. Anadolu'ya kötü örnek oldu.


MIŞ-MUŞ

New York'taki fuhuş çetesinin başı bir Türk kadınıymış.

Pazarladığı kızlar Amerikalıysa biz Cola Turka'cılar gurur duyarız bununla.

*

Çiller de Yüce Divan yolundaymış.

Başında ‘‘Yüce’’ var ya... Tansu Hanım iyi bir şey zanneder şimdi bunu.

*

Evlilik erkekte yaratıcılığı öldürüyormuş.

Kabiliyetsizliklerine mazeret arıyorlar.
Yazının Devamını Oku

Garibim üniversite

12 Temmuz 2003
Kadınlar eşlerini başka kadına kaptırırlarsa ekonomik zorlukla karşılaşacaklarını düşünür, bundan korkarlarmış. Onun için kıskanırlarmış eşlerini öteki kadınlardan. Yani kıskançlığın altında adamın aşkından ölüp bitmeler falan yatmıyor aslında.

Aldatılan erkeklerse rakiplerinin performansından korkarlarmış en çok. Bildiğimiz boyut ve skor meselesi yani.

Şimdi ‘‘Bu temcit pilavı nereden çıktı yine?’’ diyeceksiniz.

Üniversitenin biri araştıra araştıra bulmuş bunları. Koskoca üniversite. Hem de İngiltere'de.

Ayol ne lüzum vardı araştırmaya... İki Türk gazetesi alıp okusalardı. Yaza yaza bir hal olduk hepimiz.

Hadi ben neyse, görmüş geçirmişliğim var... Daha dünkü çocuklar bile bilip yazıyorlar. Garibim üniversite anca gelmiş bizim dediğimize.

Neyse artık... Kalkmış araştırmışlar, saygı duymak lazım.

Hem yine de bana öğrettiği bir şey var bu araştırmanın.

İnsan her yerde aynı insan. Bu konuları yazıp çizerken hep Türk erkeğiyle Türk kadınını esas alırdım. Diğerleriyle fazla teşrikimesaim olmadığından... Meğer üç aşağı beş yukarı herkes aynı davranışlar içindeymiş.

Mesela penis boyu söz konusu olduğunda ‘‘Ben İsveçliyim, ayıptır’’ demiyormuş kimse.

Ya da adamı öteki kadınlara kaptırmamak için yorganın altından hiç çıkarmamak bir çareyse... Farklı olan bir tek yorganlarmış. Birinin başı Fransa danteli, öteki, yorgancı Hayri'nin mitili. O kadar.

Bilmeden genel takılmışım yıllarca.

Netice olarak ‘‘kadın - erkek yazarı’’ takımı olarak üniversiteler üstü olduğumuza kanaat getirmiş bulunuyorum. Fakat bir profesörlük verirlerse, üniversiteye inmeyi de düşünebilirim kendi hesabıma.


Oh!


Madem laf aldatmadan açıldı...

Bu meselelerde, daha önce de belirtmişimdir herhalde, hiç taraf tutmam.

Genellikle iki takım vardır hani...

Birincisi her olaya ‘‘Erkektir, yapar’’ penceresinden bakar... Mesela Pınar Altuğ'un dedikodular yüzünden ‘‘Çocuklar Duymasın’’ dizisinden çıkarılması ihtimalini gündeme getirenler o takımdandır.

Tamer Karadağlı hakkında da çok dedikodular çıktı fakat aklımızdan geçti mi böyle bir şey?

Tamam, Pınar da çıkarılmayacak büyük ihtimalle ama bunun konuşuluyor olması bile büyük haksızlık. Öyle yönetmene sormalar falan...

İkinci takımsa daima ‘‘Kadın neylerse güzel eyler’’ diyenler. Var öyle bir amigolar grubu, isim vermeyeyim şimdi.

Oysa her ilişki özeldir. Şartlar değişiktir. Kendi içinde değerlendirilmelidir. Hatta bize nedir? Bu az bulunan üçüncü takımın fikri oluyor.

Ama genel olarak kadınlar ve erkekler hakkında vardır bir fikrimiz ve kimse de yüzümüzü kara çıkarmamıştır bugüne kadar, o başka.

Diyeceğim ben öyle ‘‘Kadın bakış açısı’’, ‘‘Erkek bakış açısı’’ falan bilmem.

Bir bakış açım vardır elbet lakin cinsiyetimden tamamen bağımsızdır.

Lafı şuraya getireceğim:

Son günlerde bir kadın tiyatrocunun, eşini aldatmak suretiyle ondan intikam aldığı yazılıp çiziliyor.

‘‘Oh! İnşallah doğrudur, aferin kadına’’ diyeceğim de bunu ‘‘Kadından yana, erkeğe düşman’’ bir genel tavır sanmanızı istemiyorum. Hayır, erkeklerden gelecek mektupları biliyorum da...

Aslında nedir bu telaşım, ‘‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’’ deyip, eski yazılarımı hatırlamanızı tavsiye etsem ve sadede gelsem iyi olacak.

Bu karı kocanın evliliklerinin içyüzünü bilmiyorum. Kişiliklerini de derinlemesine bilmem. Gerçi ikisi de arkadaşım sayılır ama hiçbir zaman can ciğer kuzu sarması olmadık. Fakat bende de herkes kadar gözlem yeteneği varsa ki var olduğunu düşünüyorum çektiğim fotoğraf şuydu:

Çok zeki, çok yetenekli, çok birikimli, çok akıllı, çok dayanılmaz, çok bilen, çok şu, çok bu bir erkek. Artık dolayısıyla mıdır nedir çok da dediğim dedik.

Ve çok hak ediyor.

Neyi?

Her şeyi. Dişi sineği bile.

Karısının yanında bile kaşıyla gözüyle olsun flört durumları...

Kadının da var bir sürü meziyeti ama galiba eşi rol dağıtırken ‘‘Sen anaç, yumuşak, tatlı, idareci, sabırlı, hoşgörülü bir kadın olacaksın’’ demiş. Kadın da rolünün hakkını verdi doğrusu.

Bakın, katiyen suçlamıyorum erkeği. Hayat kısa, nimet çok. Üç günlük dünyada evlilik denen ucubeye nimetleri kaptırmak akıl kárı bir iş değil. Kimse kaptırmasın ama. Kadın da. Anladı nitekim o da. ‘‘Oh’’ dememin nedeni bu.

İnşallah doğrudur yazılanlar. Maymun gözünü açmıştır. Darısı, erkek ya da kadın bütün boyun eğenlerin, sabredenlerin, katlananların başına.


MIŞ-MUŞ


İstanbullular deprem olacak diye sokaklara dökülmüşler.

Öyle bekliyoruz ki şu depremi, Mecnun Leyla'sını beklememiştir...

Ecevit'e de Yüce Divan yolu görünmüş.

Bakalım ‘‘eş durumundan’’ oraya da beraber mi gidecekler.

Cumhurbaşkanı ile Başbakan bir hafta boyunca telefonda bile görüşmemişler.

İlişkileri patlıcanlı kebap gibi; bir kavga bir küslük, bir kavga bir küslük...
Yazının Devamını Oku