19 Şubat 2004
<B>BU </B>seferki Sibirya'dan geliyormuş.<br> İyi. Bir değişiklik olur bizim için de. Tebdili karda ferahlık vardır bakarsınız.
Anladığınız üzere 21 Şubat'ta gelmesi beklenen kardan bahsediyorum.
‘‘Yeni kar yolda’’ diyor gazeteler.
Eskisi de ‘‘yol’’da gerçi... Hálá ara yollarda durup duruyor. Şu yazıyı kaleme aldığım 18 Şubat Çarşamba gününün sabahı yine patinaj sesleriyle uyanmış bulunuyoruz. Hálá kaldırımın kıyısına park ettiği arabasının burnunu yola çevirebilen biri yok. Saat başı deneyip deneyip iniyorlar arabadan.
Yetkililer de ne yapsın... Ana yolları açtılar, gerisi ‘‘Herkes kendi kapısının önünü süpürürse şehir tertemiz olur’’ hadisesi...
Bir de ‘‘Okullar olmasa maarifi ne güzel yönetirdim’’ diyen eski bir Milli Eğitim Bakanı misali vatandaşı evden çıkartmamak suretiyle 2. Kar Vakası'nı kazasız belasız atlatmamızı sağladılar çok şükür... E, daha ne olsun?
Diyeceğim, ha bire valiliği arayıp ‘‘Zihni Sinir Projeleri’’ni aratmayacak öneriler sunanlar için bundan iyi fırsat olamaz. Dahiyane fikirlerini uygulasınlar işte kapı önlerinde... Bakın yenisi de geliyormuş...
Hayır, benim anlamadığım, ‘‘küresel ısınma’’ dedikleri bu muydu?
Her yer ısındı da biz soğuduk mu?
Bunda dış mihrakların parmağı olabilir mi?
Bizi kimse sevmez zaten. Nitekim küresel ısınma da sıcak bakmıyor işte!
***
Fakat benim esasında karla buzla uğraşacak halim yok bu sıralar. Aile olarak kendi çapımızda bir tecavüz olayı yaşadık. Tintin tecavüze uğradı. Uğramış daha doğrusu. Bütün ana babalar gibi bizim de karnı şişmeye başlayınca haberimiz oldu.
Önce konduramadık. Bize göre hálá bakireydi zira. Hiç dışarı yalnız çıkmamıştı, eve hiç misafir köpek gelmemişti...
Ur var herhalde diye telaşlandık. Hamileymiş meğer. O an ölüyorum zannettim. Bir apartman dairesinde iki kedi, bir ana köpek, en az dört beş de yavru köpek... Fakat ur mur olacağına bu durum ehvenişer tabii.
Ama yine de ameliyatla alındı yavrular. Zira büyük bir köpeğin tecavüzüne uğramış Tintin. Bir zaman sonra neredeyse her biri kendinden büyük olacak yavruları ne taşıyabilir ne de doğurabilirmiş. Bizimki Terrier'in en küçük cinsi...
Olayın nasıl gerçekleştiğine gelince... Tintin'in boşaltım sisteminin, çalışmasını tamamlayarak atım aşamasına ulaşması daima benim afyonumun patlamasından önce gerçekleştiği için sabahları dolaştırma işini şoför yapıyordu. İşte o dolaştırmalardan birinde gelmiş başına ne geldiyse... Şoförün aniden iş bırakmasını aile meclisi benim huysuzluğuma yorduydu, meğer bundanmış. Bu, huysuzluktan yırttım anlamına gelmiyor tabii, o da ayrı.
Diyeceğim, siz siz olun köpeğinizi kimseye teslim etmeyin!
Son olarak... Kardeşim neden olaya ‘‘tecavüz’’ deyip durduğumu sordu. Tintin kendi isteğiyle çiftleşmiş olamaz mıymış...
Evet, bence de benim durumumda bir tuhaflık var. Beni Türk psikiyatrlarına emanet ediniz! ‘‘Ama erkek olmasın!’’ deermişim.
MIŞ-MUŞ
Türk gençliği, ‘‘Ne sevgi, ne özgürlük isteriz, çok para olsun yeter’’ diyormuş.
Aslında tebrik etmek lazım, yetişkinlerden farklı olarak fikirleriyle zikirleri aynı hiç olmazsa.
*
Sabırsızlar daha çabuk sigara tiryakisi oluyormuş.
Demek öteki dünyayı bir an önce görmek için de sabırsızlanıyorlar.
*
Yılmaz Erdoğan, Başbakan Erdoğan'a, ‘‘Korsanı önleyin, heykelinizi dikelim’’ demiş.
Heykel işi yattı!
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2004
<B>MERAKLISI </B>değilseniz zaman kaybetmeden öteki sütunlara geçiniz diye hemen belirtiyorum, bugün yine <B>Fadime'</B>yi anlatacağım. Daha önce de bazı hoşluklarını aktarmıştım, yenileri birikti epeydir. Fadime benim için birçok kişiden daha enteresan. Günde on kere gülümsetiyor hiç olmazsa. Sıradan biri değil. Anlatmaya değer yani.
Şimdi giden gittiyse kalan sağlar için konuya giriyorum.
Genç yaşına rağmen anneanne oldu bundan bir ay önce... Fakat eşe dosta ısrarla babaanne olduğunu söylüyor. Ne fark edermiş. Hakikaten fark etmiyor onun için, çünkü farkı bilmiyor. ‘‘Babaanne’’ daha çok kulağına çalınmış bir yerlerde demek...
Doğumu önce ben haber aldım. ‘‘Sabah su gelmiş, hemen hastaneye koşmuşlar, doğum olmuş’’ dedim bizimkine.
‘‘Ah!’’ dedi ellerini birbirine vurarak, ‘‘Bana çekti, benden de su gelmişti’’.
Sonra şu diyalog geçti aramızda:
- Fadime saçmalama! Her doğumda su gelir zaten.
- Sen doğurmadın ki ne bileceksin...
***
Ne koymuşlar adını diye sordum birkaç gün sonra... ‘‘Sorma, çok zor, aklımda tutamıyorum ama senin çalıştığın yerdeki kadının adından’’ dedi.
Ece'ymiş zor dediği... Zaten artık kocasıyla Nur diyorlar çocuğa. Birkaç günlüğüne misafir geldi bebek bunlara; Ece diye girdiği evden Nur olarak çıkacak.
‘‘Öteki zordu zor, akılda kalmıyordu.’’
Tintin'in adı için de aynı şeyi düşünüyor.
‘‘Nereden buldunuz bu zor ismi!’’
Daha bir kere Tintin demedi, ‘‘Oğlum’’ diyor onun yerine... Ki köpeğimiz dişidir ve bunu en az yüz kere kendisine söylemişimdir. Fakat çok da üstüne gitmiyorum, ‘‘Zor abla zor, kadınlık zor, erkek olsun bu!’’ diyebilir. Fadime için ‘‘olmaz’’ diye bir şey yok zira. Maksat gönül istesin.
1. Kar Felaketi'ni idrak ettiğimiz günlerdi... Önümüzde Kurban Bayramı vardı. Fadime camdan yağan kara baktı baktı, ‘‘Abla bu böyle devam ederse bayramı ertelerler di mi?’’ dedi.
Cevap vermedim. Çünkü artık ne desem boş. Fadime'yi kendi akışına bırakmak en iyisi. Hem Kurban Bayramı'nın 29 Ekim törenleri gibi ertelenmeyeceğini öğrenecek de ne olacak... Bizim gibi tatsız, renksiz biri olup çıkacak. Ben Fadime'nin bu haline hayranım ve piyango misali bana denk düştüğü için her gün şükrediyorum.
Şu anda televizyonda çok sevdiği ‘‘Çitlik’’ filmlerinden birini arıyor. ‘‘Koş abla buldum!’’ diye bağırması an meselesidir. ‘‘Çitlik’’ dediği ‘‘Çiftlik’’. Aslında böylesi daha doğru galiba. Çiftlik dediğiniz yerin çiti boldur hakikaten.
Geçen gün lafın arasında ‘‘Haram faresi’’ dedi. Lağım faresi olduğunu anlamamız epey zaman aldı.
Limuzine kısaca ‘‘muzi’’ diyor. E, Aptullah Apo oluyor da...
Canım Fadime'm, sen benim başıma gelen en iyi şeysin!
MIŞ-MUŞ
Ayşe Hatun Önal, ‘‘İyi şarkıcıyım’’ demiş.
Tabii tabii.
*
Popstar finalistleri sahneye çıkmak için gecede 7 milyar istiyorlarmış.
E normaldir; öyle yukarı fırlattılar ki çocukları, yere inmeleri zaman alacak.
*
Rusya'da Türklerin yaptığı bina çökmüş.
Çökertme işinde dışarı açıldık.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2004
<B>‘‘KAR yağmadan okul mu tatil edilirmiş?’’<br><br></B>Böyle dedi birçok kişi. Ayol her seferinde ancak kar yağdıktan sonra tatil etmeyi akıl ettiklerinden gelmedi mi başımıza ne geldiyse?
Çocuklar yollarda sefil olmadı mı?
Hatta donup ölmedi mi kaçı?
‘‘Ah bir yağmasa da şu kar, valiyle meteoroloji müdürü günlerini görseler!’’
Çarşamba günü günlük güneşlik havayı görünce benim de aklıma meteorolojinin yanılmış olabileceği gelmedi değil gerçi ama ellerimi ovuşturup onun bunun nasıl kurban edileceğinin hayalini de kurmadım.
Evet, ellerini ovuşturarak bekleyenleri gördüm. Pek üzülmüşlerdir herhalde, kar yetkilileri yalancı çıkarmadı diye.
Kendi başarılarımıza sevinmiyoruz, başkalarının başarısızlığına sevindiğimiz kadar. Öyle bekliyoruz... Bakalım kim tökezleyecek?.. Yok, öyle bekliyoruz demek yanlış, dua da ediyoruz bir an önce görelim diye.
Ben artık feryatlara falan inanmıyorum pek. ‘‘Hani yöneticimiz uyuyor mu?’’ türü feryatlara... Uyusun istiyoruz aslında. Uyusun ki biz de şikáyet edecek bir şeyler bulalım.
Yakınmayla besleniyoruz adeta. Felaketler olacak, biz habire ağlayacağız. Budur istediğimiz. Bu sefer ucuz atlattık ya... Çoğumuz eşekten düşmüşe döndük.
Tuhaf insanlarız vesselam.
* * *
Bir zatı muhteremse benden şikáyetçi. Daima. Eğer bir gün şu köşe yazıcılığı işini bırakırsam, Gazeteciler Bayramı'nın o güne kaydırılması için dilekçe verecek.
Aslında sinir olduğu daha niceleri var ama beni dişine göre buldu. Ötekilerin arkasında önemli birilerinin olduğunu düşünüyor belki de. Neyse bu bile bir lütuf benim için; her ne kadar sataşmalarında aksi yönde dokundurmalar yapsa da aslında tek torpilimin naçizane kalemim olduğu fikrinde demek.
Son şikáyetinin konusu şu:
Güler Sabancı, ‘‘Çeyizimi bekár evimde açtım’’ demiş, ben de Mış-Muş köşesinde, ‘‘Zaten artık bekaretler de bir bekár evinde bozuluyor’’ demişim.
Beyefendi soruyor, ‘‘Şaka mı, latife mi, matrak mı?.. Gülmece, güldürmece mi, eğlence mi?’’
Bu bir durumun ifadesi beyefendi! Gençlerin geldiği noktayı işaret ediyor. Artık gülen mi olur, ağlayan mı, bilemem.
Aslında anlayışınız itibarıyla benden çok sizin dikkat çekmek isteyeceğiniz bir husus olmalı bu. Ama tabii siz sadece başkalarının yazdıklarından alıntılar yapmayı kendinize tarz olarak seçtiğinizden...
Ben de oturmuş anlatıyorum... Oysa ağzımla kuş tutsam olmayacağını biliyorum. Sizin derdiniz başka çünkü. Yakından tanıyanlar söylüyorlar derdinizin ne olduğunu. ‘‘İdare et’’ diyorlar ama ben herkesi ciddiye alıyorum bu hayatta. İdare etmek çok büyük hakaret olur diye düşünüyorum. Yani bu satırlar bir bakıma size saygımdandır.
Son alarak, biz artık Cem Yılmaz'a gülüyoruz, haberiniz olsun! Siz adamların birbirinin yüzüne pasta attığı komedi filmlerinde kaldıysanız yapacak bir şey yok. Daha çok ‘‘sual’’ sorarsınız, ‘‘Bu latife mi?’’ diye.
MIŞ-MUŞ
Diana'nın gizli kaseti yayınlanacakmış.
Gizlisi saklısı kalmış mıydı?
Abidin, ‘‘Ben Tarkan değilim’’ demiş.
‘‘Sadece taklidiyim’’ dememiş mi?
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2004
Yılların geçtiğini Sevgililer Günü’nden anlıyorum. Şerefine daha dün yazmış gibiyim oysa bir yıl olmuş bile. Bu yıl kendi çapımda ‘yılın çifti’ni seçmeye karar verdim. ‘Yılın annesi’ seçiliyor da çiftlerin ne günahı var.
Hatta ‘çiftin teki’ bile seçilebilir ‘yılın çifti’ diye. Gerçi ‘ziftin peki’ gibi bir şey oluyor ama demek istediğim, çocuksuz Pınar Altuğ yılın anneliğine layık görülüyor da, sevgilisi olmayan biri neden taltif edilmesin. ‘Çiftin teki’ dediğim bu.
Aslında ‘yılın üçlüsü’ de seçilebilir. O da çok yaygın şimdilerde. Hatta bir kadın bir erkekten oluşan beraberlik kalmadı gibi bir şey. İlla yanına iki cinsten biri daha katılıyor.
Dörtlüleri de unutmamak lazım. Gül gibi geçinip giden gruplar var böyle. Fakat burası bir ‘aile köşesi.’ Ben yine hanım hanımcık ‘yılın çifti’ni seçeyim.
Lakin bir endişem var. Şimdi ben kalkar ‘yılın çifti’ ilan ederim iki kişiyi, yarın onlar gider başka birileriyle çiftleşirler. Bakın Tuğçe Kazaz’la Kenan Doğulu firmayla olan sözleşmelerine rağmen altı ay sabredemediler. Ayrıldıkları söyleniyor. Bilmiyorum, gazetelerin yalancısıyım.
Belki de yılın değil günün çiftini seçmek bu devre daha uygun düşecek.
Lafı uzatıyorum zira bir yandan aday adaylarını geçiriyorum aklımdan. Az sonra adaylar kalacak, onları da tek tek değerlendirip size neticeyi bildireceğim. Düşünün, 5 ay süren koskoca Popstar organizasyonunu tek başıma gerçekleştiriyorum şu anda ve bir yandan da sizi oyalıyorum.
İşte netice!
Rahşan Ecevit-Bülent Ecevit.
Hakikaten hak ettiler. Hiçbir şey olmasa ‘Peygamber sabrı’ ödülü vermek lazım. 60 sene mi ne oldu...
Üstelik yüzümü kara çıkarma ihtimalleri de sıfır. En uzunundan birer ömür daha bahşedilse kendilerine, eminim aynı muhabbetle sürer beraberlikleri.
‘Nedir bunun sırrı?’ diye sorsam, sanmıyorum cevap vereceklerini. Belki de budur sırrı. İlişki hakkında yorum yapmamak. Sokaktaki şipşakçıya bile gazeteci zannıyla ‘İlişkimiz böyleyken böyle’ diye anlatanların hali malum.
Bir de şu olabilir... Ali Polat’ın ‘Üçbin Yıllık Birikim’ adlı, özlü sözleri derlediği kitabında rastladım; Cervantes demiş ki ‘Evliliğin sessiz ve sakin sürmesi için ya koca sağır ya da kadın dilsiz olmalı.’ Bizim çiftimizde kocanın durumu uyuyor.
Dale Carnegie de demiş ki, ‘İyi bir kadın kocasının hoşlandığından hoşlanır.’
Gerçi pötibör bisküviden önce hangisi hoşlandı belli değil ama netice olarak bu söz de 60 yıl hakkında bize bir fikir verebilir.
ÖZ POPSTAR
Popstar Popstar... Buraya kadarmış arkadaşlar. Her şey normal seyrinde gidiyor aslında ama işte bu normal seyir bizim memlekette işin şeyini çıkarmaya tekabül ediyor.
Evet, ádetimiz olduğu üzere bunun da şeyini çıkarmış bulunuyoruz.
Önce işin tuttuğunu gören diğer kanallar değişik isimlerle benzer yarışmalar yapmaya soyundular, sonra Popstar’ın bizzat kendisi amip gibi bölünerek çoğalma yoluna gitti.
Şimdi Öz Popstar, Hakiki Popstar, Yeni Popstar şeklinde gider artık. Seyirci tepe sersemi olur; bir yandan da yapımcının pastadaki payı tostun içindeki kaşar dilimi zarafetine dönüştüğünden bir süre sonra hepsi bir bir kalkar gider. Böylece bir devir de kapanmış olur.
Sahi, neden ortaklıklar yürümez bizim memlekette?
Tarafların birbirini ‘Ben az iş yapayım, sen az para al’ şeklinde adalete (!) davet etmesinden midir?
Şimdi Popstar’ı başka kanallara taşımak üzere olanlara naçizane bir tavsiyem olacak. Psikolog değilim gerçi ama seyirciyim; benim gibi öteki seyircilerin de şunu görmek isteyeceğini tahmin ediyorum: Eski Popstar’dan en az bir iki yüz...
Artık Ahmet San mı olur, Haldun Dormen mi... Ama etik olmayabilir bu ayartmaya kalkışma durumu... O halde Deniz Seki bari... Aksi halde işiniz zor.
En iyisi aranızdaki anlaşmazlığı giderin. Popstarseverlerin kafasını karıştırmayın. Bakın Rauf Bey bile anlaşacak neredeyse. Yani umarım öyledir. Tabii siz bu satırları okuduğunuz sırada o çoktan şahsi zaferiyle anavatana veya yavruvatana dönmüş de olabilir.
MIŞ-MUŞ
Bir Alman’ın 18 kadını birden idare ettiği ortaya çıkmış.
Sevgililer Günü 19 neferini yitirdi bir günde, ona yanarım.
Röntgencilere ağır ceza geliyormuş. Anahtar deliklerinin iğne deliği ölçüsüne indirilmesi!
Diyet mucidi öldüğünde 117 kiloymuş.
Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma!
Stres cilde iyi geliyormuş.İyi; gerdirip gerdirip ‘stresten’ deriz artık.
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı ‘Daha çok Konya olayı yaşarız’ demiş.
E, her şeyin bir bedeli var; deniz, kum, güneş, kebap... Memleket güzel.
2059’da bile en büyük para 100 lira olacakmış.
Yani maaşlarda...
2015’te iki kişiden biri alerjik olacakmış.
Onu bilmem ama 2004’te iki kişiden biri alerjiye sebep oluyor bende.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2004
<B>İNSAN </B>neden yaşını saklar?<br><br><B>‘‘Ne lüzumu var’’</B> anlamında sormuyorum bu soruyu. Cevabını vereceğim de giriş yapıyorum. Zira yaşlılık maalesef bir suç, bir ayıp gibi değerlendiriliyor da ondan. Öyle bir yere konuyor ki yaşlılar... Oraya ne kadar geç ulaşılırsa kárdır.
‘‘Yaşlı’’ derken 40'ından gün almışlardan bahsediyorum, 80'ine gelmişlerden değil, haberiniz olsun.
Yine Hülya Avşar'a hürmetlerini gönderir gibi yapıp 40'ında olduğunu hatırlatıyor da biri... Oradan aklıma geldi zaten kafamı kurcalayan bu konu.
İnsanlar birbirine hakaret etmek istediklerinde ‘‘anam/babam yaşında’’ diyorlar.
‘‘Ben yaşımla gurur duyuyorum, üstelik gençliğim tek silahım olmadı hiçbir zaman’’ falan deyin istediğiniz kadar... Laga luga. Yani istediğiniz kadar kendinizden emin, başınız dik dolaşın durun, onlar sizi öyle bir harcarlar ki gıyabınızda...
Görüntünüzle iş yapmanız da şart değil. Üniversitede hoca olun isterseniz... Gazeteci olun, mühendis olun... Hiç fark etmez. Allamei cihan da olabilirsiniz. 40'ı geçmişseniz ‘‘ayıp’’ınız var demektir.
Hadi işi gücü bırakalım bir tarafa... Orada burada, sohbetlerde eş dost durur durur yaşınızı sorar. Hınzırca... Sonradan dedikodunuzu yapmak üzere...
‘‘Biliyor musun 45 yaşındaymış!’’
‘‘Aaa! Ne ayıp!’’ demez karşıdaki ama demeye getirir.
Hepimiz yaptık zamanında... 40'ına gelmiş adama ölmüş de reanimasyon servisinde yaşatılmaya çalışılıyor diye bakardım ben de.
Yani 40'ı geçtiyseniz işiniz bitiktir bu memlekette. Onun için geçmemeye çalışın. Baktınız artık imkánsız hale geldi, yavaş yavaş ilerleyin. Üç yılda bir yıl mesela... Düşmanlarınız çatlasın!
Ayol, sorarım size... Ataları bile ‘‘40'ından sonra azanı teneşir paklar’’ diyen bir toplumun, 40'ını geçmiş fakat gönlü kıpır kıpır evladı, 38'de takılıp kalmaz da ne yapar?
GİDENLERİN ARDINDAN...
Cem Karaca'nın ardından bir şeyler yazayım dedim ama baktım o hak ettiği ilgiyi gördü nasıl olsa... Bir de Sevin Okyay'ın salı günkü Radikal'de ‘‘Deli Dolu İstanbullu’’sunu okuyunca... O güzel yazının üzerine daha ne yazılır...
Cem Karaca'dan önce Nezahat Bayram öldü. Ailesi ölüm ilanı vermeseydi haberimiz olmayacaktı. Ne yazık! Oysa Türk Halk Müziği'nin önemli isimlerinden biriydi.
Yine Türk Halk Müziği sanatçılarından Atilla İçli'yi de kaybetmişiz bu arada. Ben de birilerinden duydum. Yoksa gazetelerde haberini okumuş değilim. TRT'de ‘‘Köyümüz Köylümüz’’ adında bir de programı vardı, hatırlarsınız...
Geçtiğimiz aralık ayında değerli besteci Selahattin Altınbaş da öldü. Onu da birilerinden duydum. Türk müziğini sevenler kendisini iyi tanırlar. Hiç ilgili olmayanlara bile ‘‘Ömrümüzün son demi, sonbaharıdır artık’’ ya da ‘‘Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini’’ desem... Hiç olmazsa bir defa bir yerlerde duyup mırıldanarak eşlik etmişliğiniz vardır bu şarkılara...
Hepsini saygıyla anıyorum.
MIŞ-MUŞ
Mühendisler Konya'da çöken binadan çöküşün nedenini öğrenmek için numune topluyorlarmış.
Mucize arıyorlar... Temiz beton, bol demir çıkar belki.
Çok zayıflayanın beyni de zayıflıyormuş.
Mankenlerin mazereti var demek ki, üstlerine gitmeyelim.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2004
<B>BİLMİYORUM </B>bizim kadar şikáyetsever bir millet daha var mıdır. Birine <B>‘‘Bir derdin var mı?’’</B> diye sormayın... Gerçi halimiz malum, şikáyet etmeyip de ne yapacaksınız, fakat hayatta şükretmek diye de bir şey var. Kullanılmaya kullanılmaya yakında çıkacak sözcüklerden.
Beni esas üzerinde durmaya davet eden husus, şikáyetlerin abuk sabukluğu.
Geçenlerde CNN'in seçim otobüsüyle İzmir'e gittik. Biliyorsunuz her seçim arifesinde medya hekim kesilir, nabız tutma işine girişir. Fakat bu biraz değişik bir nabız tutma tabii, kişinin bileğinden değil ağzından alınıyor.
Uzatmayayım, İzmirli'nin ağzına mikrofon tuttuk. E, hazır biri ayağına gelmiş, sana söz hakkı veriyor, ‘‘Yoktur bir şikáyetimiz’’ denir mi? Denmez. Teamüle aykırı. O halde bastıracaksın...
‘‘Bizim oğlan bi tarihte ishal olduydu, belediye hiç ilgilenmedi.’’
Çok mu abarttım? Peki o halde... ‘‘Kaldırımların rengi bir ton koyu olabilirdi.’’
Bu nasıl?
Netice olarak şikáyetlerin içeriği konusunda bir fikriniz olmuştur herhalde.
Ama bu bir bakıma iyiye işaret. Demek belediyeden yana kimsenin bir sıkıntısı yok. Zaten hakikaten İzmir'in belediye hizmetleri açısından durumu ‘‘Bundan iyisi Şam'da kayısı’’ dedirtecek cinsten.
***
Fakat unutmayın ki ben de bir insanım ve bu milletin bir ferdiyim. Madem benim de elime bir fırsat geçti, ben de bir ‘‘Ah!’’ çekeceğim elbet. Gerçi benimki biraz gecikmiş bir şikáyet olacak. Zira konunun müsebbibi başkanların kimi rahmetli oldu, kiminin yanında Ecevit bile çiçeği burnunda delikanlı sayılır. Ve işin en acı tarafı, kim gelirse gelsin durumun tashihi mümkün değil.
Herhalde eskiden belediyelerden çöpleri toplayıp suları akıtmasından başka bir iş beklenmiyormuş. Gerçi bu işler de o zamanlar bayağı bir meseleymiş, o başka. Ama belediyelerin bir görevinin de şehre kimlik kazandırmak olduğu gerçeğini zamanında herkes atlamış zahir. Misal, bakınca Afyon'un Burdur'dan ayrılması gerektiğini...
Eski fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla İzmir'in zaten hazır bir kimliği varmış. Fakat başkanların biri Kordon Boyu'ndaki, öteki Konak'la Uçkuyular arasındaki o güzelim Rum evlerinin yıkılıp yerine şimdiki ucube apartmanların dikilmesine izin vermiş.
Son dönem başkanlar da İzmir denince ilk akla gelenlerden Kordon'un kendisini yok etmek suretiyle tüy diktiler eksik olmasınlar. Şimdi o manasız alana isterlerse cennetten ağaç getirip koysunlar... Neye yarar, Kordon yok artık. İstanbul'un Boğaz'ını yok etmek gibi bir şey bu.
Yalnız ‘‘son dönem başkanlar’’ derken Piriştina'yı dışarıda tutuyorum. Çünkü o göreve geldiğinde proje dönülmez bir noktadaydı. Evimde onun döneminde hazırlanmış kültür yayınlarından oluşmuş bir arşiv dururken ‘‘Kordon'un katli’’ emrini de onun vermiş olması tuhaf olurdu zaten.
‘‘Yiğidi öldür hakkını yeme’’ demişler. Son dönem başkanlar çok önemli işler de yaptılar. Mesela uzunca bir süredir İzmir'in neredeyse bütün simgelerinin önüne geçen o meşhur pis kokusunu yok ettiler. Özfatura, Çakmur ve Piriştina bayrak yarışı misali elbirliğiyle bu meseleyi çözdüler. Şimdi Körfez'de balık tutulabiliyor, kıyısında çay içebiliyorsunuz.
***
Benim korkum martta bir kendini bilmez başkan gelir de Saat Kulesi'ni yıkar mı? Kemeraltı'na dozer sokup yerle bir eder mi? Kadifekale'nin kalesini devirir mi?
‘‘A olur mu hiç!’’ demeyin, yukarıda sözünü ettiklerim nasıl oldu?
İzmir'den Smyrna'nın kökünü yavaş yavaş nasıl kazıdık, nasıl sıradan bir sahil şehrine dönüştürdük İzmir'i... Bir kitap hazırlar dünyaya sunarız artık.
MIŞ-MUŞ
Güler Sabancı, ‘‘Çeyizimi bekár evimde açtım’’ demiş.
Zaten artık bekáretler de bir bekár evinde bozuluyor.
Seks ritmik yapıldığında kalbe iyi geliyormuş.
Yatağınızın başucuna bir ritim saz oturtacaksınız.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2004
<B>ANNEM </B>yine o ünlü sözünü söyledi:<br><br><B>‘‘Anne olmayan anlamaz.’’</B> Bu kadarla kalsa iyi, canıma da okudu. Vay ben nasıl olur da annesine rağmen evlenen Seren için, ‘‘Hayatının en doğru adımını attı’’ dermişim. Gençlere düpedüz ‘‘ana babanızı dinlemeyin’’ mesajı veriyormuşum. Hem bana neymiş elálemin aile içi meselelerinden. İlla burnumu sokacaksam ana-kızın arasını bulacak, uzlaştırıcı, barıştırıcı bir şeyler yazmalıymışım. Annem beni imam zannediyor. Camide cuma hutbesi veriyorum sanki.
Bu mevzudan Galatasaray'a geçti. Bu memlekette futbola bulaşmak akıl kárı mıymış?
‘‘Anne benim bir ilgim yok, okumadın mı?’’ diyecek oldum, ‘‘Ne okuyayım, adından belli şiddet içeriyor’’ dedi. ‘‘Çapraz Ateş’’ ya...
Peki ne yazayım ben anacığım? Aslında sormam abes, ‘‘Adını soyadını yaz, altını boş bırak’’ diyecek, eminim.
Ama hayret! Öyle demedi.
‘‘Moda yaz, yemek tarifi yap, gurme yazısı yaz, Güzin Abla gibi okura yol göster’’ dedi. Fakat sonuncusunu hemen geri aldı. Zira insanlara fayda yerine zararım dokunurmuş. Gençlere, ‘‘Büyüklerinizin dediklerini dikkate almayın’’, evlilere de ‘‘Derhal boşanın’’ dermişim.
***
Peki anacığım, bunu sen istedin. Al sana gurme yazısı!
Seninle Metro City'ye gitmiştik değil mi? İşte orada K Zone diye bir yer keşfettik senden sonra. Kafe-restoran. Coton'un içinde gibi. Zaten ortaklıkları da varmış.
Seninkinden iyi olmasın, çok iyi mutfağı var anacığım. Hele bir dört çeşit peynirden yapılan ince hamur pizzası var... Sonra güveçte özel sosla sotelenmiş renkli çan biberleri ve halka soğanlar üzerine marine edilmiş tavuk ve bonfile dilimleri...
Sen şimdi ‘‘Yemeğin bu kadar kalabalığı midenizi bozar’’ dersin ama bozmadı. Hatta altına ‘‘hellim ızgara’’, üstüne ‘‘cheescake’’ de yedik, yine de bir şeycikler olmadı.
Ama sen daha minimal takılmak istersen ‘‘beğendili bonfile’’yi tavsiye ederim. Bir patlıcan bir et, o kadar. Hani bizden habersiz İstanbul'a gelip de direkt K Zone'e gitmen icap ederse...
‘‘Nedir bu lezzetin sırrı?’’ diye hiç sorulmamış bir soru yönelttim patronlardan Halil Ataoğlu'na. Meğer aşçıyı da ortak etmişler işe. Tabii hal böyle olunca aşçı, ‘‘Zaten üç kuruş maaş alıyorum, zıkkımın kökünü yesinler’’ ruh haliyle hazırlamıyor yemekleri. Onun için doğru dürüst şeyler geliyor insanın önüne.
Sen şimdi kızarsın bana ama bir şef garson var... Adı Deniz'miş. Hani insanın paket ettirip yanında götüresi geliyor. Aklına bir şey gelmesin anacığım, dünya ahiret kardeşim olarak demek istedim.
Nasıl? Oldu mu?
Seni bilmem ama ben ömrümde böyle gurme yazısı okumadım. Hem şimdi misal ta Erzincan'daki adamı İstanbul'daki restoran ne ilgilendirir. Bu gazete memleketin her yerinde okunuyor. Sonra yiyen var yiyemeyen var. Neyse oldu bir kere. Dolduruşa geldim. Fakat hiç olmazsa lokantacılar bir teşekkür ederler... Sen dahil bütün Türkiye küstü bana ayol! Herkes pohpohlanmak istiyor.
MIŞ-MUŞ
Konya'da çöken apartmanın demiri çürük, betonu yanık çıkmış.
Türkiye gibi... Yöneticiler çürük, halk yanık.
*
İngiltere'de aynı evde yaşayan iki kardeşten biri, diğerinin öldüğünü 18 ay sonra fark etmiş.
Neyse... Ara sıra dünyanın başka yerlerinden böyle haberler gelince yalnız olmadığımızı anlıyoruz hiç olmazsa.
*
Karayolları kara hazırlanıyormuş.
Yollar nasıl daha çabuk kapanıp daha geç açılır, ona çalışıyorlardır herhalde.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2004
İtalya büyükelçisi <B>‘‘70 milyonun eniştesiyim’’</B> dedi ya geçenlerde... Bir Türk'le evli olduğu için... Ben de ‘‘Adamcağız bilmiyor ki biz daha çok 'yenge'ciyizdir, 'enişte'den gıcık kaparız’’ dedim.
Fakat baktım ki iki satırlık mış-muş kesmemiş beni, konuyu uzatmaya karar verdim.
Çarşıda, pazarda, bakkalda, yufkacıda, tamircide, şurada burada erkek esnafın size nasıl hitap ettiğine dikkat etmişsinizdir.
Kadınsanız ve yalnızsanız ‘‘abla’’...
Kadınsanız ve yanınızda bir erkek varsa ‘‘yenge’’...
Erkekseniz, her durumda ‘‘abi’’.
Peki neden şöyle değil hiç düşündünüz mü?
Erkekseniz ve yalnızsanız ‘‘abi’’...
Erkekseniz ve yanınızda bir kadın varsa ‘‘enişte’’...
Kadınsanız, her durumda ‘‘abla.’’
Neden?
Çünkü bu memlekette erkek kısmı daima KERTENKELENİN akrabası olmayı tercih eder, KERTİLENKELENİN değil.
Bazı yörelerde kız çocukların düğününe gitmeyen babalar, ağabeyler vardır, bilir misiniz?
İşte onun için kimse kimseye durduğu yerde gönüllü olarak ‘‘enişte’’ demeye meraklı değildir.
Bir kadının arkasından ‘‘Yengen olur’’ denmesi hem söyleyen hem dinleyen açısından gurur vesilesidir de ‘‘Bak bu adam senin enişten olur’’ dendiği zaman cinayet çıkar.
Enişteliğin de yengelik gibi, bir mahzur teşkil etmediği günler gelirse eğer, işte o zaman bu memlekette namus cinayetleri son bulur.
Sevgi ve barış
Benim için ‘‘Hiçbir şeyden nefret etmedi, sevgi ve barış kelimelerinden nefret ettiği kadar’’ diyebilirsiniz.
Şimdi yine bir yerde gözüme ilişti de ayrılmaz ikili...
Bilmiyorum nasıl bu hale geldim.
Çocukluğumda aslında tepelemek istediğim komşu çocuklarını sevmem gerektiği konusunda baskı gördüğümden mi...
İlkokulda zorla ezberletilen şiirlerin içinde bu iki kelimenin ha bire karşıma çıkmasından mı...
Bunları diline pelesenk edenlerin aslında kimseyi sevmediklerini gördüğümden mi...
Bu iki kelimenin aslında vahşi birer yaratık olan insanın doğasına aykırı olduğunu keşfettiğimden mi...
Birisi birisinin gırtlağına çökmeden önce illa ki sevgi ve barıştan söz ettiği için mi...
Savaşların nedeninin ‘‘sevgi ve barışın tesisi’’ olarak sunulmasından mı...
Bu iki kelimenin, üretim fazlalığından artık işportaya düşmüş olmasından mı...
Bilmiyorum.
Netice olarak, ne zaman bu iki kelimeyi duysam bilirim ki aslında orada ne sevgi vardır ne de barış. Zaten onun için lafını etmek icap etmiştir.
Geveze gözler
Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu...
‘‘Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur.’’
Suriye'nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina Shaaban söylemiş.
Bu aralarda diğer İslam ülkelerinin kadınları bize ders verir oldular. Nereden nereye geldiğimizin biz farkında değiliz ama başkaları farkında demek.
Neyse bu mevzu beni aşar... Ben kadınların gözünün ifadesinde kalayım en iyisi. Ki bundan daha zengin bir konu olamaz. Zira, alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir.
Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle.
Sever, sevişir, beğenir...
Döver, küser, barışır...
Nefret eder, hesap sorar, azarlar...
Kovar, çağırır, alay eder...
‘‘Erkek de bir insanoğlu, o da yapar’’ demeyin! Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar. Asla ne demek istediklerini anlamazsınız. Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır.
Çocukluğunuzu düşünün... Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza.
‘‘Misafirler gitsin ben sana gösteririm’’ bakışı...
‘‘Hadi artık odana git, yat’’ bakışı...
‘‘Ağzını şapırdatma!’’ bakışı...
‘‘Kıçım tutulsaydı da seni doğurmasaydım’’ bakışı...
‘‘Aynı babası!’’ bakışı...
Babanızdan bir bakış var mı aklınızda? Hiç zannetmiyorum olduğunu. Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.
Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün...
Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?
Hiç.
Peki kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?
Çok.
Ya, işte böyle.
MIŞ-MUŞ
Konya'da malzemeden çalınarak hatalı inşa edilen apartman çökmüş.
Konya deprem konusunda en az risk taşıyan yer ya... Müteahhit diğer yörelerle denge sağlamak istedi zahir.
Ebru Gündeş, ‘‘Botox'um yok, göğüs ve diş estetiğim var’’ demiş.
Demek kaşları Allah tarafından alnının ortasında.
Kaçamak, kalbi vuruyormuş. Karılarınız söylüyor beyler!
Gülben Ergen'in hedefi müzikalmiş. ‘‘Sayemde sahnelerden silinecek müzikal denen şey’’ demek istiyor.
Erdoğan ‘‘Atina'ya cami isterim’’ demiş. Sonra Atina'yı emsal gösterip Taksim'e de yapacak bir tane.
Düzenli olarak meyve yiyenler kendilerini daha seksi hissediyorlarmış.
Peki karşı tarafa bunu algılayabilmesi için ne yedirmek lazım?
Yazının Devamını Oku