Pakize Suda

Türkler çift gezer

3 Nisan 2004
‘Uyumak yalnız yapılan bir eylemdir. Seksten sonra olsa bile.’ Jack Nicholson’ın ‘Aşkta Her Şey Mümkün’ adlı filmdeki felsefesiymiş bu. Bizim Kelebek, bu felsefe üzerine küçük çaplı bir araştırma yapmış geçenlerde... Türklerin yatak ayırmadığı çıkmış ortaya.

Şaşardım zaten aksi çıksaydı.

Siz hiç sinemaya yalnız gidebilen birine rastladınız mı bugüne kadar?

Veya restorana, kafeye?

Mum ışığında akşam yemeği yesin bir başına demiyorum. Hani çarşıda falan, iki işinin arasında otursun bir yerde karnını doyursun... I-ıh. İlla yanında biri olacak. Kişi başına iki büfe düşmesinin nedeni de bu. Sırf ucuzluğundan değil tercih edilmesi. Tek başına lokantaya oturmaktan koruyor bizi büfeler.

Yolda yalnız yürüyenler aldatmasın sizi. Mutlaka az önce biri çıkmıştır kolundan. Ya da az sonra biriyle buluşacaktır.

Duymuşsunuzdur, akrepler için ‘Çift gezer’ derler. Yani evinizde akrep gördünüz mü bilin ki bir yerlerde eşi vardır. Diyorum ki akrepler de bizim için aynı şeyi söylüyorlardır:

‘Türkler çift gezer.’

Umumi yerlerde dikkat edin, kadınlar tuvalete beraber giderler. Biri ötekinin çantasını tutar kapıda. Bir yandan da dedikodu yaparlar, biri içeride, öteki dışarıda.

‘Evde yalnız sıkılmıyor musun?’

Dünyanın başka yerinde, birinin ötekine bu soruyu sorduğu duyulmuş mudur?

Benim en sık duyduğum soru bu. İki kişi olanlar ne yapıyorlar çok merak ediyorum. Sarılıp dans mı ediyorlar artık, pişti mi oynuyorlar...

‘Sohbet ediyorlardır’ diyeceksiniz. Haklısınız. Çenelerin bir saat bile durması hayal edilemez bizim memlekette.

‘Bana gelsene, televizyon seyrederiz.’

Bu var şimdi bir de. Gerçi bu sözün başka bir boyutu da var. Erkekler kadınlara söylüyor daha çok. Ünlü ‘Pul koleksiyonunu gösterme’ hadisesinin yerini aldı. Neyse... Hal böyle olunca kimse Türklerden yalnız uyumasını beklemesin.

Bu işin özünde paylaşmayı sevmek yatıyor tabii. Terlemeyi, horlamayı, gaz çıkarmayı; kremli yüzleri, bigudili saçları paylaşacağız illaki.

Türk’üm, doğruyum, paylaşırım!

Onun için evlilikler tadından yenmiyor zaten.

Yosun kokusu

Türkiye yoruma doymuyor.

Seçim bitti, seçilen seçildi, yıkılan yıkıldı... Pardon yıkılan yok. Diyeceğim analizler, sentezler, tespitler bitmedi, bitmez de.

Madem öyle, gel böyle, bir tane de benden. Yalnız gözünüzü dört açın, böylesine başka yerde rastlayamazsınız.

CHP’nin nerelerde seçimi kazandığına dikkat ettiniz mi hiç?

Hemen hatırlatıyorum... Çanakkale, İzmir, Muğla, İçel, Sinop, Trabzon, Artvin, Kırklareli.

Nedir bu illerin ortak özelliği?

Hepsinin deniz kenarında oluşu.

Birkaçının kendisi olmasa da ilçeleri denize sıfır.

Yani bu demektir ki YOSUN KOKUSU SEÇMENİ SOLA ÇEKİYOR.

Siz bunu görüşleriniz doğrultusunda değişik şekillerde ifade edebilirsiniz tabii.

Misal,

YOSUN KOKUSU SEÇMENİN AKLINI BAŞINA GETİRİYOR.

Ya da

YOSUN KOKUSU SEÇMENİ SERSEM EDİYOR.

Her neyse... Tespitim budur ve de önemlidir. Kaydedin bir kenara.

Bir başka sol parti. DSP’nin de aldığı üç ilden ikisinin Karadeniz kıyısında olması düşüncemin doğruluğunu pekiştiriyor.

İkinci tespitimse birinciye bağlı olarak Antalyalı ve Samsunlu seçmenlerin burunlarının tıkalı olduğudur ki oy verirken başka kriterler söz konusu olmuştur demek.

Sağı solu, altı üstü AKP’ye kesmiş olan, Eskişehir’de de seçimi DSP’nin kazanmış olmasını ise Porsuk Çayı’nı bağlıyorum. O da bir nevi deniz. Neticede ikisinin de hammaddesi su.

Hayır efendim! Hiç de saçmalamıyorum. Bugüne kadar kimsenin dikkatini çekmediyse bu hususlar, ne yapayım yani? Tespitimi içime mi atayım?

Hem siz durun... O kulaklarınız neler duyacak daha... Benim yorumumu mumla ararsınız.

MIŞ-MUŞ

Derviş ‘Sıkıntılıyız’ demiş. O sizin şahsi sıkıntınız.

Tayland Başbakanı’nın kızı McDonald’s’ta çalışıyormuş.

Ne var yani, bizimkiler de McDonald’s’ın memleketinde okuyorlar.

Erdoğan Annan’a, ‘Kıbrıs yüzünden seçimde altı puanım gitti’ demiş.

Kıbrıs Kıbrıs olalı ilk defa işe yaradı.

Ecevit, ‘Sandığa gitmeyenlerin gönlü bizde’ demiş.

Aşkla yola çıkanlara karşılık burada aşk var yol yok.
Yazının Devamını Oku

Seçim fingirdek kadın

1 Nisan 2004
<B>YİNE </B>fındık fıstığım elimde kaldı. Geçen seçimde de böyle olmuştu aslında, hazırlıklı olmalıydım ama kaptırmışım işte kendimi yine. Nerede çocukluğumuzdaki seçimler... Her bir oyun tadını çıkarırdık. Şimdi daha ben koltuğa yerleşirken en ücra köşedeki kasabayı bile kimin aldığı belli oluyor.

Bu sefer de öyle kalakaldım televizyonun karşısında. Teknoloji insanda ne tat bırakıyor ne tuz. Gerçi ‘sabaha kadar netice’ ama detaylardan bana ne artık... Oynanmış bitmiş maçların geyiği gibi habire neticeden netice çıkarmalar...

Bir partinin açık ara ile önde olması da işin tadını kaçırıyor tabii. Halbuki bir o öne geçse, bir öteki... Yüreğimiz ağzımıza gelse... Ne gezer.

***

Peki seçimin galibi kim?

‘Elbet AKP’ diyeceksiniz. O, durumun bizim gördüğümüz kısmı. Bir de aysberg gibi suyun altındaki galibiyetler var ki onları sadece parti liderleri görüyor.

Bakınız CHP Lideri Deniz Baykal.

Baykal,
CHP’nin seçimden gayet başarılı çıktığını müjdeledi hepimize.

‘Seçime 20 parti katıldı, CHP 2. parti oldu’ dedi.

Doğrudur. Yemin etse başı ağrımaz. Baykal’ın bu yaklaşımı hayatta daima bardağın dolu tarafını görmemiz gerektiği açısından da önemli.

Ayrıca, ‘Şu başarıyı biraz açabilir misiniz?’ diyen olursa, göğsünü gere gere işaret edeceği noktalar da yok değil.

Mesela, Şişli’de Mustafa Sarıgül’ün rekor kırması...

İzmir’de Piriştina’nın yıkıp geçmesi...

Her ne kadar bu başarıların CHP’yle bir ilgisi yoksa da ‘Komşuda pişer bize de düşer’ diye düşünülebilir.

Diyeceğim su götürür bir yanı var.

Öteki partilere gelince...

Mesela ANAP...

Yarın ‘2002’deki başarısızlığımızı yüzde 2.4’le tekrar etmek suretiyle, istikrarı sağlamış bulunuyoruz; ANAP Türkiye’nin istikrarlı tek partisidir’ diyebilir.

Haksız sayılmaz. Takdir edersiniz ki istikrar sağlamak da az şey değildir bizim memlekette.

MHP ile DYP...

Onlarda istikrar yok mesela. Oylarını artırdılar zira. Hatta bu bir genel seçim olsaydı barajı da aşacaklardı. Ama bu da başlı başına bir başarı tabii.

Aklınızda bulunsun, yolu da çok kolay. Önce dibe vuracaksınız, sonra yukarı doğru yarım santimetre tırmanacaksınız. Yükselmiş oluyorsunuz böylece.

DSP...

Ecevit de çıkıp ‘Ne bitmesi, sadece Rahşan Hanım ‘Seçmenleri dağınıklıktan kurtaralım Bülent’ dedi, hepsini üç ile topladık’ diyebilir. Ki olmayacak şey değil.

SP...

Erbakan Hoca’m ‘Kaleleri almaya Mardin’den başladık Allah’ın izniyle’ diye düşünüyordur büyük ihtimalle.

Burası Türkiye, hakikaten bir dahaki seçime alınmadık kale bırakmayabilir Hoca.

Son olarak, seçim denen şey fingirdek kadın gibidir, her partiye mavi boncuk dağıtır.

MIŞ-MUŞ

Halk seçimlerde liderlere demokrasi dersi vermiş.

12 milyon kişi oy kullanmayarak mı yaptı bunu?

Dış basın ‘AKP cesaretlenecek’ demiş.

Ne yapabiliriz... Kendi düşen ağlamaz.
Yazının Devamını Oku

Kedi köpek halleri

30 Mart 2004
<B>‘‘BU cins köpek almayacaktınız, bunlar çok yaramaz olur.’’</B> Sanki pet-shop'a gittim, ‘‘En havlayanından bi köpek istiyorum’’ dedim. Ayol bu kendi geldi. Kadıköy Meydanı'nda terk edilmiş olarak bulduk, sonra aile meclisi kararıyla bende kaldı. ‘‘Başıma kaldı’’ demek daha doğru ama çok sevdiğimden dilim varmıyor.

Kısaca iki kedi üzerine bir de köpek edinmeye niyetim yoktu. Tintin bana Tanrı misafiri. Başımın üstünde yeri var. Gerçi bunu ona söyleyemedim ama nereden anladıysa anladı, hakikaten başımın üstünde oturuyor. Hayır, kuyruğunu sallamasa bari... Gecenin bir yarısı yüzümde şlap şlap şlap... Yere indiriyorum, bu sefer tak, tak, tak, tak... O saatte neye sevindiğini bir anlasam...

Bu cins köpeği olanlar sokağa bakan dairelerde oturmayacakmış. Bodruma taşınacağım bunun yüzünden öyle mi? Ya da gökdelene? Uçaklara havlar bu sefer de. Fakat tabii hava trafiği karadaki kadar yoğun olmadığından bir miktar rahatlarız belki.

Hadi her kıpırdayan şeye havlama huyuna perdeleri kapalı tutmak suretiyle mani olduk diyelim, ‘‘protesto’’yu ne yapacağız?

‘‘Protesto’’ bizim evde, ‘‘kaka’’ya tekabül ediyor. Salonun orta yeri ise Taksim Meydanı'na...

İstediğiniz kadar gezdirin, mutlaka protesto için bir miktar kakayı saklamış oluyor bağırsağının bir kenarında.

Neyi protesto ettiği belli değil. Belki de benim ev kadını kimliğimi görmek hoşuna gidiyor. Elimde bezle... Oysa ev kadınlığını asmış durumdayım. Kumları değiştir, mamaları koy, suları tazele, protesto mahallini temizle, yıka, pakla, tara... Daha çok hayvanat bahçesi hizmetlisi gibiyim. Farkımız, benim maaşım ve izin günüm yok.

***

Bir kamera edinip belgesel çekeyim diyorum.

‘‘Kedi Köpek Halleri.’’

İki kedinin koridorda karşılaşıp bakışması mesela... Dünyanın en uzun belgeseli olur. Geçen gün saat tuttum, tam 3 saat 12 dakika bakıştılar.

İki kedinin düşmana karşı yaptığı güçbirliği mesela... İki düşman üçüncü düşmana karşı. ‘‘Sen bu gözünü çıkar, ben öteki gözünü çıkarayım.’’ Fakat öyle olmuyor. Tintin böyle durumlarda iki kediye de Fransız oluyor. O onları yok farz edince onlar da yok oluyorlar hakikaten. Her yazıdan bir mesaj bekleyenler bu noktaya dikkat etsinler işte.

Ve üçünün birer koltukta konuşlanıp birbirlerini kesmeleri... Yarı uyur yarı uyanık... Kulaklar bir ‘‘hazır ol’’da, bir ‘‘rahat’’ta... Bir yanları yat uyu der, bir yanları kalk dövüş.

Bu durum muhtelif şekillerde sonuçlanıyor. Bazen terapiden çıkmış gibi sakin sakin evin çeşitli köşelerine dağılıyorlar, bazen biri ötekilerden birinin koltuğunun dibine oturup kesişmeye yeni bir boyut kazandırıyor, bazen de ikili ya da üçlü mücadeleye giriyorlar ki o esnada benim sesim hepsinden fazla çıktığı için korkup kaçışıyorlar.

Hayvan sevmek böyle bir şey işte. Biraz da tımarhanede yaşamak. Ama değer.


MIŞ-MUŞ


ABD, ‘‘Seçim sonuçları beklediğimiz gibi çıktı’’ demiş.

Aynı zamanda istediğiniz gibi de herhalde.

*

Seçimlerden 10 ölü 200 yaralıyla çıkmışız.

70 milyonun seçimden nasıl çıktığını ise zaman gösterecek.

*

CHP'nin kaleleri düşmüş.

Olsun, kale muhafız subayımız dimdik ayakta çok şükür!
Yazının Devamını Oku

Bu, beynimizin büyümüş hali

28 Mart 2004
<B>BAZI </B>şeylerin nedenini anlamak için epey bir zaman geçmesi gerekiyor demek. Bakın mesela 2.4 milyon yıl sonra bazılarımızın neden kıt akıllı olduğu çıktı ortaya. Hatasız gen.

Neden bu. Demek hatasızlık her zaman iyi olmuyor.

Efendim, konu şu: İnsanoğlu bugünkü durumuna, 2.4 milyon yıl önceki bir gen hatasından dolayı gelmiş.

Şimdi uzun uzun bilimsel açıklamalar yaparak sizi sıkacak değilim. Gazeteler yazdı zaten. Mühim olan netice. Bir tek futbol maçları söz konusu olduğunda mühim olan netice değil. 90 dakika saniye saniye irdelenecek illaki. Türklerin detaya indiği yegáne konu bu.

Uzatmayayım. 2.4 milyon yıl önce insanoğlunun çenesi büyük, beyni küçükken genin biri bir arıza çıkarıyor ve çene küçülüyor. Buna bağlı olarak kafatası ve beyin büyüyor. Durum bu. ‘‘Beyin büyüdü de ne oldu?’’ diyeceksiniz.

Haklısınız. Ekmekle köfte midir bu ki ne kadar beyin o kadar akıl olsun. Değil tabii. Ama bir miktar faydası da olmuştur herhalde. Toplu iğne başı kadar beyine ne sığdıracaksınız... En fazla Sevda Masalı'nı idrak edebilir.

Hem pek akıllı olmayan insanlara neden ‘‘kuş beyinli’’ denir? Kuşun kafasına ne kadar beyin sığabilir sığsa sığsa... O yüzden.

Kafatası denen şey ‘‘T-box’’ mıdır ki açınca içinden XL beyin çıksın... Onun için işte 2.4 milyon yıl önce genlerden birinin su koyvermesi neticesi kafatasının iki oda bir salon büyüklüğüne erişmesi yine de iyi olmuş diyorum. Bir dirhem beyin bin ayıp örter. Fazla beyin göz çıkarmaz.

* * *

Şimdi tabii bu gerçeğin ortaya çıkması, büyük çeneli insanlar için hoş bir durum arz etmiyor. Ağızlarıyla kuş tutsalar artık biliyoruz ki beyinleri fındık kadardır.

Göreceksiniz, şimdi çene küçültme ameliyatları başlayacak. Kimse istemez bakar bakmaz beyni görünsün...

Aslında bu konu estetikçilerin uydurması da olabilir. Herkes beşer kere burnunu yaptırdı tabii... Yeni iş çıkaracaklar kendilerine.

Yarın da kalkıp şunu diyebilirler: ‘‘1.8 milyon yıl önce genin biri daha yamuk yaptı; insanoğlunun erkeğe tekabül eden kısmının kulak memesi, bezelye kadarken büyüyerek bugünkü halini aldı. Buna bağlı olarak penisi küçüldü.’’ Artık tut tutabilirsen erkekleri. Hiç olmazsa zevahiri kurtaracaklar haklı olarak.

* * *

Konuyla hiç ilgisi yok ama... Şu Sevda Masalı'ndaki kızların ablalarına ne oluyor Allah aşkına? Hepsinin birer şirret ablası var. Stüdyoda değillerse telefonla bağlanıp bağırıyorlar.

Biri bir damat adayını, ‘‘Yaşın 'kamile' ermiş’’ diye azarlıyordu geçen gün... Ayrıca aynı damat adayını ailecek ‘‘tasvir’’ etmiyorlarmış!

Hadi Türkçe'den vazgeçtim, o kimsede on numara değil de baldızı baldan tatlı bilirdik... Görümcelik müessesesinin günahını almışız bunca zaman.

Küçük çenem, büyük beynimle televizyon seyrediyorum da şu anda...


MIŞ-MUŞ

Mustafa Koç, ‘‘Olumlu hava sokağa insin’’ demiş.

Oradan da cebimize girsin lütfen.

Tansu Çiller gazetecilere, ‘‘Beni bayağı özlemişsiniz’’ demiş.

E, olabilir; beşer şaşar!

İÜ Rektörü Alemdaroğlu, ‘‘100 bin daha şehit verir, Kıbrıs'ı da Yunanistan'ı da alırız’’ demiş.

Son Osmanlı!
Yazının Devamını Oku

Formülsüz giymem abi!

27 Mart 2004
Her kadının bir topuk yüksekliği varmış. Ayakkabısının yani. Kimi alçak kimi yüksek sever değil konu. Bayağı formülle bulunuyor kişiye uygun topuk.

h=Q x (12+3s/8)

Q içinde ayrı formül var. Anlayacağınız ayakkabıcıdan önce bir ÖSS’ye hazırlık dershanesine uğrayacaksınız.

‘İdeal koca nasıl bulunur?’

‘İdeal kadın nasıl olmalı?’

Şimdi de ‘İdeal topuk’

Ben benimkini hesaplayamadım daha. Zamanında annemi dinlemediğimden fizik çalışıyorum önce. Ve mecburen, büyük ihtimalle bana denk olmayan topuklarla geziyorum ki ikide bir düşmem ondan demek. ‘36 numara ayak küçük geliyor boyuma’ diyordum ben de... Cehaletten.

Bakalım, ilerleyen günlerde formülün altından kalkmayı becerebilirsem topuğumun ideal yüksekliğini öğreneceğim.

Fakat benim esas merakım, çeşitli bağlantıları kurup bu formülü bulan, dahası buna gerek duyan adam kimdir? Nereden aklına geldi acaba?

Bir gün oturup dururken ‘Kalkıp bi topuk formülü bulayım’ der mi insan?

Gerçi düşününce pratikte zaten herkesin bir topuğu olduğunu fark ediyorum şimdi. Kaç kadına ‘Ayol nasıl duruyorsun bu topukların üzerinde?’ diye sormuşumdur. Onlar da benim şaşırmama şaşırmışlardır. Ama öyle böyle değil topuklar... Ayakkabıyı giymemişler üstüne binmişler adeta. Demek formülden önce içgüdüyle bulmuşlar ideal topuklarını.

İğne topuklu ayakkabıyla sabah yürüyüşüne çıkanı bilirim mesela. Ben bunu hep Türk kadınının nerede ne giyeceğini bilmemesine bağlardım. Meğer bu da içgüdü olayıymış. Düz lastikle yürüse düşecek.

Bakalım daha nelerin cahiliyiz.

Yarın bakarsınız her kadının ideal göğüs büyüklüğünün formülünü bulurlar. Şimdilik silikonu bir taktırıp bir çıkarttırarak, deneye yanıla el yordamıyla doğruyu bulmaya çalışıyor kadınlar. Zor tabii. Masraflı da. Halbuki bir hayırsever bilimadamı çıksa, göğüs başının yerden yüksekliğiyle iki göğüs arasındaki mesafeyi dört işleme tabi tutsa...

Bakın böyle işler piyasayı da canlandırır. Şimdi herkes ‘Bu benim topuğum değil’ diye bütün ayakkabılarını atacak. Elde formül yallah çarşıya...

Göğüs olayı deseniz keza. Kadın kısmı bir kere öğrendi mi göğsünün formüle uymadığını, dün kalkmış olsa ameliyat masasından vız gelir.

Yazıma son verirken, her yerinizin ideal olmasını dilerim. Formülünüz çok olsun.

Elimiz elimiz üstünde bekliyoruz

‘Seçimden sonra...’

‘Hele şu seçim geçsin bir...’

‘Dur bakalım, şu seçimi atlatalım...’

Bitiyor neyse yarın. Fakat bizde seçim biter bahane bitmez. Bayramı var, ramazanı var, yılbaşısı var, vergi ayı var, üç ayları var... Hiçbiri olmazsa yazı, kışı var.

Annemin yazı kışı çok ünlüdür mesela... İstanbul’a gelmek için ya havaların ısınmasını bekliyordur, ya serinlemesini. Gelmeye gönlü yok zira. Milletçe iş görmeye gönlümüzün olmadığı gibi.

Şimdi bakalım sırada ne var... Çalışmamızı, buluşmamızı, gelmemizi, gitmemizi, eğlenmemizi, alışverişimizi ertelemeye sebep... Pazartesiyi iple çekiyorum.

Takvime baktım Kütüphane Haftası’ymış önümüzdeki hafta. Benden hatırlatması... ‘Şu Kütüphane Haftası geçsin hele bir...’ diyebilirsiniz başınız sıkıştığında.

Daha da iyisi, yarın gece saatler 1 saat ileri alınıyor. Bir müddet yeni saate alışma süresinin atlatılmasıyla idare edilebilir.

Allah dağına göre kar verirmiş... Çok meraklısı olduğumuz, el el üstünde bekleme durumuna sebep olacak bol miktarda bayramımız, seçimimiz, şuyumuz buyumuz var çok şükür.

MIŞ-MUŞ

Erbakan’ın oğlu CHP’yi övmüş.Ey politika, sen nelere kadirsin!

Daha önce defalarca ayrılıp barışan Doğulu-Kazaz çifti bu defa kesin olarak ayrılmış.

Alıştıra alıştıra ayrıldılar.

Mars’ta tuzlu deniz varmış.Bizimkiler bir de sidikli havuz yaptılar mı turizm patlaması için eksiği kalmıyor.

İstanbul’un taşı toprağı sorunmuş.Bir şey değil, Erdoğan’ın tavsiyesiyle taşı sıkmaya kalkan gençlere olacak yine olan.

Gül, Kıbrıs konusunda umutlu ama kaygılıymış.

Kıbrıs’ta bir de umutsuz ama kaygısız olan biri var.

Rakıya zam üstüne zam geliyormuş.E, bu devirde gül suyuna zam üstüne zam yapacak değiller.
Yazının Devamını Oku

Vardı da biz mi seçmedik?

25 Mart 2004
<B>BEKİR Coşkun</B>...<br> Klasik bir deyişle, her yazısının altına imzamı atarım. Ama bunu söylerken bir tedirginlik duyuyorum. Biri çıkar da ‘‘Lütfettiniz’’ derse diye. Kendisi demez ama, bunu biliyorum.

O benim idolüm. Daha önce de yazdım, bir gün onun gibi olmak istiyorum.

Yani sadeleşmek... Hem yazıda, hem hayatta.

Az ama öz yazabilmek...

Bu meslekte sıkça düşülen duruma düşmemek... Nedir o? Okur, siyasetçi, sanatçı, yönetici, işadamı... Herkesin elbirliğiyle havaya sokması neticesinde alçak dağları yarattığına inanmak, ortalıkta ‘‘Kaderiniz kalemimin ucunda’’ diyen bir edayla dolanmak. Hem ayıp oluyor, hem komik duruyor. Hem ileride köşe elden gitti mi eşekten düşmüşe dönmek de var.

Ama niyet etmekle, istemekle olur mu bunlar, o da başka. ‘‘Sonradan görme’’yi biliyoruz da, ‘‘Sonradan hazım’’ da oluyor mu...

Fakat çok şükür şunun farkındayım ilk günden beri: Değerli olmak için ‘‘Tam sayfa yazarı’’ olmak gerekmiyor. O önemli olmanın şartı galiba Türkiye'de, öyle görünüyor.

Her zaman şaşmışımdır, neden Bekir Coşkun'un önüne açık çekler gitmez, gazeteler yarışmaz kapmak için... Gerçi belki de oluyordur ama o mütevazılığından ağzına almaz ki haberimiz olsun...

Ama eğer hakikaten gitmiyorsa öyle dudak uçuklatacak transfer teklifleri falan, şundandır: ‘‘İnsanlar kendilerinde mevcut ölçüyle Bekir Coşkun adındaki 'değer'i tespit edemiyor.’’

Bu cümleyi fotoğrafçı İlker Maga'dan çaldım. Tek farkla. O, Bekir Coşkun yerine Ara Güler demiş.

Ne doğru laf ama değil mi?

Düşünüyorum da bazı insanların yanında kendimi salak gibi hissetmemin altında da bu yatıyor olabilir. Demek salak olan ben değilim.

***

Neyse, yine başka sokaklara sapmayayım.

Diyeceğim şu:

Bekir Coşkun altına imza atacağım bir yazı daha yazmış salı günü. ‘‘Parolayı unutmayın...’’

Nedir parola?

‘‘Çalsın ama iyi yapsın.’’

Millet olarak oy verirken ‘‘Çalsın ama iş yapsın’’ diyormuşuz.

Evet, aynen öyle. Çünkü öyle demesek şöyle demek zorundayız: ‘‘Hem çalsın hem de iş yapmasın.’’

Yani ‘‘Çalmasın, iş yapsın’’ diye bir seçenek yok. Önümüzdeki iki kötüden daha az kötü olanını seçiyoruz mecburen.

Bu noktaya tepeden inme gelmedik elbet. Her partiyi, her görüşten adamı denedik. Baktık en güvendiğimiz bile çalıyor. Çalmayan yok. Kimi kendine, kimi etrafına, kimi cemaatine... Demek Türkiye'de bu işin raconu bu. ‘‘E, iş yapsın hiç olmazsa’’ diyoruz artık. Üstüne üstlük yan gelip yatan pişkinler de var çünkü.

Dürüst, namuslu başkanlar, adaylar da var tabii, ama nüfusları az. Oysa 81 tane il var Türkiye'de. 800 kadar da ilçe vardır herhalde. Beldeler de var. Yetmiyor yani, denk gelmiyor. Onun için birçoğu maalesef ‘‘çalacak ama iş yapacak’’.

Zaten adaylıktan başkanlığa giden yolun maddi manevi ne meşakkatli olduğunu görünce ucunda hizmet aşkından başka şeylerin de olduğunu düşünüyor insan. ‘‘Vatan Millet Sakarya’’ nutuklarının numara olduğunu çoktan anladık zira. Anlattılar eksik olmasınlar elbirliğiyle.

Netice olarak, önümüze konan bu, sevgili Bekir Coşkun. O ünlü sözden esinlenerek ‘‘Sırf iş yapmaya talip olan vardı da biz mi seçmedik?’’

MIŞ-MUŞ

Rüzgárda Boğaziçi ve Fatih köprülerini unutacakmışız.

Zenginlik işte... İki tane yazlık köprümüz oldu.

Fatih Terim'den sonra Şenol Güneş devri de bitmiş.

Nankörlük devri ise dünyanın sonuna kadar baki.
Yazının Devamını Oku

Bir şeye de pasta iyi gelsin!

23 Mart 2004
<B>İZMİR'</B>de bir hanımefendi yolumu kesip <B>‘‘Gazetelerdeki sağlıklı beslenme furyasını hicveden yazılarınıza devam edin’’</B> dedi. Memnuniyetle. Fakat bugün üç-beş satırla değinip başka konuya geçmeyi düşünüyorum.

Bir soru...

Siz hiç, neredeyse ağıza atılan her lokmanın ölüme bir adım daha yaklaşmak olduğunun anlatıldığı ve adının bence ‘‘Sağlıklı Yaşayalım’’ falan değil de ‘‘Sağlıklı Fıttıralım’’ olması gereken köşelerin komşu sütunlarına dikkat ettiniz mi? Neler var oralarda?

Hemen söyleyeyim, en hafifi kuzu dolması olan yemek tarifleri var. ‘‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’’ sözü ilk defa mecazi anlamından sıyrılıyor.

* * *

Gelelim esas konumuza...

Selülit.

Kadın kısmının baş belası. Gerçi bir gün olsun merak edip de vücudumun herhangi bir yerini iki parmağımla sıkıştırıp selülitim var mı yok mu diye bakmamışımdır. Öyle bir ilgisizlik hali, kadınların yüz karası olma durumu... Bazı ünlülerin zaman zaman basınla giriştiği kavgayı da hiç anlamam. Basının selüliti yüz kızartıcı bir suçmuş gibi sunmasını da...

‘‘İfşa ediyoruz, selüliti var!’’

‘‘Hayır vallahi yok.’’

Halbuki açıp göstereceksin. Ve diyeceksin ki: ‘‘Evet, var. Fakat bu benim iyi şarkı söylememe mani değil.’’

Ama ısrarla kendini aklamaya çalışınca fotoğrafçı arkadaşlar da tahrik oluyorlar haliyle.

Herkes görünüşüyle prim yapma çabasında. Köşe yazarları bile artistik pozlar vermeye başladılar. Erkeği, kadını... ‘‘Çirkinsen işin bitik’’ gibi bir kanaat var. İstersen tornacı ol, illa güzel olacaksın. Değilsen ekmek yok adeta. Hal böyle olunca herkes gereğini yapıyor.

* * *

‘‘Hayat zor’’ diyorum size, inanmıyorsunuz. İnsanların tamamıyla mücadele etmek yetmiyormuş gibi kendinizle de boğuşacaksınız. Karnınızla, kalçanızla, yüzünüzle, gözünüzle...

İnce kalmayı başardınız diyelim. Göğüslerinizi silikonlattınız, elmacık kemiklerinize takviye yaptırdınız, çenenizi törpülettirdiniz falan... Fakat işte selülit çıkıp geliyor bir gün. Zayıfa şişmana bakmıyor biliyorsunuz.

Hiç aklımda yoktu aslında selülit mevzuu. Ali Coşkun kışkırttı. Elinde çıplak kadın fotoğrafıyla baş sayfalarda görünce ‘‘Gündemi atlamayayım’’ dedim. Gerçi geciktim birkaç gün... Seçim telaşından.

* * *

Son olarak kadınlara ‘‘Selülitinizi sevin’’ diyeceğim. Hani o ünlü ‘‘Tecavüz kaçınılmazsa...’’ hadisesindeki gibi.

‘‘Neden?’’ derseniz, o kremlere inanmıyorum ben. Daha doğrusu tüm kremlere ve krem gibi ilaçlara bir inançsızlığım var. Nedeni büyük ihtimalle, kendimi bildim bileli annemin dizine sürdüğümüz antiromatizmal pomatların, masaj esnasında elimizin rahatça kaymasını sağlamaktan başka bir işe yaramadığını görmüş olmamızdır.

Ah, şimdi ne tepki gelir kimbilir ilaç firmalarından... Kazı çevireyim bari, yanmasın. Tabii her tedaviyi, tamamlayıcı başka tedavi yöntemleriyle birlikte uygulamak lazım. Selülitte de ilaveten doğru beslenmek çok önemli mesela. Sanıyorum brokoli buna da çok faydalıdır.

Ayol bir şeye de pasta iyi gelsin!

Ama ne gezer...

MIŞ-MUŞ

Kenan Doğulu-Tuğçe Kazaz aşkı bitmiş.

Mukavele nikáh etkisi yaptı demek.

Cola Turka Amerikalı çıkmış.

Amerikalıları Türkleştirirken... Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk.

Kadınlar eşleri, erkekler kendileri için zayıflıyormuş.

Sırf zayıflamak olsa... Yerine aklınıza gelen tüm fiilleri koyabilirsiniz, ‘‘sevişmek’’ten başlayın mesela.
Yazının Devamını Oku

Bu cilve kime güzelim?

21 Mart 2004
<B>UZUN </B>yolda ne yapacaksınız... Ha bire tabela okuyor insan. ‘‘Halil'in Yeri kendi yerinde!’’

‘‘Kestane şekeri Cenk'in içinde!’’

‘‘Kurtul’’,
az sonra ‘‘Kurtul!’’

Tabela yoksa öndeki kamyon var.

‘‘Bu cilve kime güzelim?’’

Bir iki sollamadan sonra bir başkası...

‘‘Yavaş ol, çarpacaksın!’’

Bir tane daha...

‘‘Arzular şelale.’’

Önce okuyup geçiyordum sonra baktım olmayacak... Yollarda heba olup giden bir ‘‘edebiyat’’ var. Bunun kayda geçmesi lazım. Aldım káğıdı kalemi elime, düştüm kamyonların peşine. Biraz önce ‘‘Aman bu kamyonlar’’ derken ‘‘Ne olur bi kamyon daha’’ diye aranmaya başladım.

İşte not ettiklerim...

‘‘Bastırdım geliyorum’’

‘‘Arkamdan gel’’

‘‘Bekle beni’’

‘‘Adresi ver yeter’’

‘‘Uçuyorum’’

‘‘Ah be güzelim’’

‘‘Üzme beni’’

‘‘Atla gel dedin, geliyorum’’

‘‘Gözleri ömre bedel’’

‘‘Görünce áşık oldum’’

‘‘Sana gelen yollar rampa aşağı’’

‘‘Gide gide varamadım’’

‘‘Gönül seni ister’’

‘‘Sabır... Nereye kadar’’

‘‘Pazara kadar áşığım’’

‘‘Açılın yoldan’’

‘‘Sen orada, ben yolda’’

‘‘Peşimi bırak’’

‘‘Arkamda mısın?’’

‘‘Dağbayır, yüreğim cayır cayır’’

‘‘Düş peşime’’

‘‘Taş kalplim’’

‘‘Yüküm ağır’’

‘‘Naz etme’’

‘‘Memleket Ağrı’’

‘‘Vermediler, kaçırdım’’

‘‘Gece gündüz, yol dümdüz’’

‘‘Gidiciyim’’

‘‘Adını yollara kazdım’’

‘‘Kul kaderini yaşar’’

‘‘Üzdüğün yetmedi mi?’’

‘‘Bir bilsen’’

‘‘Deli etme’’

‘‘Gir gönlüme’’

‘‘Kim korkar yoldan?’’

‘‘Düşe kalka büyüdük

Dura kalka gidiyoruz’’

‘‘Ne olurdu sevseydin’’

‘‘Sollama, sollarım’’

‘‘Bu kamyon geçilmez’’

‘‘Kapında köleyim’’

‘‘Çöz beni’’

‘‘Bu yollar benden sorulur’’

Ne diyeyim, saygıyla eğiliyorum vallahi. Bir dakika... Bir tane daha var...

‘‘Ben yolların, sen gönlümün Fatih'i.’’


MIŞ-MUŞ


Televizyonlar telefon, telefonlar kumanda olacakmış.

Teknoloji rotasyonda!

Madeni Euro alerji yapıyormuş.

Yokluğu bir dert, varlığı yara.

Göktaşı, dünyaya teğet geçmiş.

Felaket tellallarına göre 28 Mart'ta Türkiye'ye çarpacak.
Yazının Devamını Oku