Pakize Suda

Şahken şahbaz olan kadınlar

17 Nisan 2004
Kadının toplumdaki yeri çok değişti. Yok, medyadaki kalabalığımızdan falan bahsedecek değilim şimdi, o uzun konu.

İş dünyasındaki yeri de değil dediğim. Aksine orada o kadar az ki sayıları, medya bile bulduğu yerde UFO’suna atlamış gelmiş uzay yaratığı muamelesi yapıyor kendilerine. Röportaj üstüne röportaj...

Siyasete hiç girmiyorum. Meclis’in hali ortada. Dışarıdan biri Meclis’e bakarak Türkiye hakkında karar vermeye kalksa, sırf kadınlara mahsus salgın hastalık geldi, tamamını götürdü zannedebilir.

Aslında kadını siyasete çok yakıştırıyorum ben.

Ne lazım siyaset için?

Bol çene ve kuvvetli sosyal ilişki.

İkisi de erkekten ziyade kadında yok mudur?

Kadın, iki durak yol gittiği otobüsten, yanındakinin şeceresini öğrenmiş, kendininkini de yanındakine belletmiş olarak iner. Fakat buna rağmen siyasete meyletmiyor nedense. En son yerel seçim yapıldı, bir tek Tunceli’den kadın belediye başkanı çıktı biliyorsunuz.

Uzatmayayım, bütün bunlara rağmen kadının toplumdaki yeri değişti hakikaten.

‘Nereden çıkardın?’ diyeceksiniz.

Zimmet durumundan...

Eskiden banka veznedarları, balık etli, şuh kahkahalı metreslerinin kürk ve mücevher açığını kapatmak için zimmetlerine para geçirirlerdi. Öyle filmler vardı. Ki film dediğiniz hayatın bir gerçeğidir.

Şimdiyse gazetelerin yazdığına göre mahkemeler, sevgilisine para yetiştirmek için çalıştığı bankayı dolandıran kadınların davalarını görmeye yetişemiyormuş.

‘Kadının toplumdaki yeri değişti’ dediğim bu. ‘Şahken şahbaz oldu’ da diyebiliriz.

Önemli not: Tabii ki üç-beş kadından söz ediyorum.

Olsa... Dükkán sizin!

Okuyacağınız yazı bir istek yazısıdır. Sahneden gelme alışkanlıkla istek alıyorum artık. Geçenlerde bir arkadaşım Bebek sırtlarına baktı baktı... ‘Erguvanları yazsana’ dedi.

Tarzım olmadığını söyledim fakat çok ısrar edince peki demek zorunda kaldım.

Aslında birkaç sene önce, romantik tarafımdan kalktığım nadir günlerden birinde, bir yazının içine sıkıştırmıştım erguvanları. Bakalım, tekrar deneyeceğim.

Fakat serde karamsarlık olduğundan, erguvan deyince ilk aklıma gelen ömrünün kısalığı oluyor tabii. Açtı mı açmadı mı derken bir bakıyorsunuz zamanı geçmiş. Geçen sene bu mevsimdi... ‘Galiba erguvanların da başını yedik, şimdi karşı tepelerin pespembe olması lazımdı’ dedim yanımdakilere. ‘Ooo, açtı da bitti bile’ dediler. Oysa sadece üç-dört gün erguvan gören yerlere yolum düşmemişti, o kadar.

Tıpkı insan ömrü gibi... Başında ve sonunda altımıza bez bağlandığı günlerle, kendimize bir yer edinmeye çalıştığımız günleri çıkarırsanız, erguvanların ömrü kadar bir şey kalıyor geriye.

Erguvanın durumu yine de iyi... Her sene yeniden açıyor hiç olmazsa. Bir nevi reenkarnasyon durumu. Bizim için de var gerçi öyle bir söylenti ama gidip de geleni görmedik daha.

Erguvan ve ölüm...

Hani buradakiler yetmeyip de dışarıdan edebiyatçı ithal edilse, bu ikisini bir araya getirmek hiçbirinin aklına gelmezdi herhalde. Bunun coşturan baharı var, içimizi açan pembesi var... Fakat nafile... Ruhumun karanlığını seveyim.

Bu da bana yazı ısmarlayan arkadaşlarıma ders olsun!

En iyi iki Sabancı yazısı

Sakıp Sabancı’nın ardından hepimiz döktürdük yine. Bütün ölülerin arkasından yaptığımız gibi. Yazılanların çoğunu okudum ve kendimce en iyi iki yazıyı seçtim.

Birincisi Ertuğrul Özkök’ün 13 Nisan Salı günkü ‘Nedense Hulusi Kentmen’i Hatırladım’ başlıklı yazısı...

Hani ‘uzun lafın kısası’ derler ya... Sakıp Sabancı’yla Türk filmlerinin o unutulmaz iyi kalpli, babacan zenginini özdeşleştirmek ‘uzun lafın kısası’ydı işte. Sakıp Sabancı’yı en kısa, en doğru, en çarpıcı biçimde tarif etmiş Özkök, daha ne olsun.

İkincisi, Nur Çintay’ın 11 Nisan Pazar günü Radikal’deki köşesinde yer alan ‘Sabancı ve Ben’ başlıklı yazısı...

Sakıp Sabancı’yı zaman içinde fark etmeden sevmiş olmak ve bunu ölümünden sonra şaşkınlıkla fark etmek...

Hepimiz bu şaşkınlığı birileri ile yaşamışızdır ve daha da yaşayacağız, eminim.

Acaba bu övgüleri, adet olduğu üzere, Özkök’le Çintay’ın ölümlerinden sonraya mı saklasaydım?

Neyse... Oldu artık bir kere.

MIŞ-MUŞ

TBMM Başkanı Arınç, eşiyle ilgili soru soran gazeteciye ‘Şeyini şey ettiğimin şeyi!’ demiş.

Hemen günahını almayın, belki ‘şey’lerin yerine iyi ‘şey’ler koyacaktır adamcağız.

ABD’nin boyu kısalıyormuş. Ortadoğu’yla düşe kalka...

Derviş ‘Partide sevgi yok’ demiş. Eksik o kadarsa iyi...

Erdoğan Japon trenini sevmiş, çayını acı bulmuş.

Zaten cümbür cemaat buna bakmaya gitmişlerdi.
Yazının Devamını Oku

Gözlükler büyüdü!

15 Nisan 2004
<B>ŞİMDİ </B>gördüm Kelebek’te... Bu sene büyümüş. Geçen sene küçüktü. Bir büyüyor bir küçülüyor. Sırf bu olsa... Bazen renkleniyor bazen simsiyah. Bu kadar da değil. Bazen kemik, bazen metal.

Kemik, büyük, siyah...

Metal, küçük, renkli...

Kemik, küçük, renkli...

Metal, büyük, siyah...

Kemik, büyük, renkli...

İşi gücü bırakıp bunu takip edeceksiniz. Takip etmeye ekonomik olarak da mecaliniz olacak tabii.

Etmezseniz ne olur?

Gündüzün trendy mekánlarına giremezsiniz. Girersiniz de etkili bir giriş olmaz. Öyle salına salına değil yani... Kıyıdan kıyıdan, çekinerek. Garsonlar koşup karşılamazlar, en iyi masayı göstermezler... Mekánın diğer müşterileriyse dürtüşüp sizi gösterirler birbirlerine.

‘Demode gözlüklü kadın.’

Allah düşmanımın başına vermesin!

Öteki tarafta günahların hesabını vermekten beterdir burada demode kalmanın faturasını ödemek.

Bırakın bilmemnerenin Brasserie’sine adım atmayı, Nişantaşı’nda sıradan bir mağazaya bile giremezsiniz. Tezgáhtar yüzünüze bakmaz. Bakar da... İlk girdiğinizde. O anda demode gözlükleri gördü mü gözünüzde... ‘Allah versin!’ diye kapıyı göstermiyorsa, üzerinizdeki herhangi bir şeye şükredeceksiniz. Modaya uygun başka bir şeyiniz var demektir. Çantanız mıdır artık pabucunuz mu...

Ne diyeyim, Allah kimseyi küçük gözlük modayken büyük, büyük gözlük modayken küçük gözlükle terbiye etmesin!

***

Bir de bir giydiğini bir daha giymenin utancını yaşatmasın kimseye!

Sosyetik güzel (Form doldurması icap ettiğinde meslek hanesine böyle yazıyordur herhalde) Siren Ertan şu günlerde üzüntüden yatak döşek yatıyordur. Zira gün içerisinde aynı trençkotla iki ayrı yerde görülmüş kendisi. İspatlı, delilli. Kapı gibi fotoğraf var elimizde. İnkár edemez yani.

Armani’nin bahar ayları için özel olarak ürettiği kumaştan dikilmiş trençkotla bir resim sergisinin açılışına katılmış, akşamına aynı trençkotla köpeğini gezdirmiş. Bakalım bu ayıbın altından nasıl kalkacak Siren Ertan.

İyi ki bana yaptırmıyorlar gazetede böyle köşeleri. Gerçi ben de ayıplardım Siren Ertan’ı ama Armani trençkotla köpek gezdirdiğinden dolayı... İnsanın bu gibi işler için, lekelenmesinde falan beis görmediği kıytırık bir şeyleri olur bir kenarda. Bunlar korkarım kefenlerini bile Armani’ye hazırlatırlar.

Atalarımız ne güzel demiş, ‘Zenginin malı züğürdün çenesini yorar’ diye.


MIŞ-MUŞ


Bütün görevlerinden istifa eden Kemal Derviş’e Baykal, ‘Siz bilirsiniz’ demiş.

Keşke Derviş de, ‘Biraz da siz bilseniz...’ deseydi.

***

Manken Esra Eron, ‘Futbolcu avcısı değilim’ demiş.

Fakat top yuvarlak tabii...

***

Erkekler matematikte kadınlardan yetenekliymiş.

Sürekli pratik yapmaktandır. Bunun çetelesi var, skoru var...
Yazının Devamını Oku

Kaldık taşfırın işadamlarına

13 Nisan 2004
<B>BENİMKİ </B>hayal kırıklığı biraz da... Tamam, <B>Vehbi Koç </B>ölebilirdi, hepimiz gibi <B>‘ölümü tadacak her canlı’</B>dan biriydi zira o da. Ama <B>Sakıp Sabancı...</B> Onun sanki sırtında anahtarı vardı. Çevirince konuşur, komiklik yapar, güldürürdü. Ya da bir çizgi film kahramanıydı. Üstünden araba geçse, yamyassı yapışsa asfalta, yine de bir şey olmamış gibi kalkar yürürdü.

Meğer o da ölümlüymüş. O pis hastalık gelip onu da bulmuş.

Hastalığın geç teşhis edildiğini okudum bir gazetede. Bense onun habire sağlık kontrolünden geçtiğini zannediyordum. Hani, çıkacak sivilcenin bile önceden icabına bakılır diye düşünüyordum. Eğer gazetenin yazdığı doğruysa ufak tefek (zannettiğimiz) sağlık sorunlarını savsaklamada da bizlerden biriymiş Sakıp Sabancı.

* * *

Tam bizden biriydi hakikaten. Klasik işadamı tanımına uymuyordu. Onu hiç gözünde siyah gözlükleri, etrafında korumaları, havalı havalı, siyah camlı arabasına binerken görmedik mesela. Vardı elbet koruması da, arabası da ama hiç gözümüze sokmadı bunları. Bu hava basma durumuna, ne kökü ne geleceği olan, iktidarlara endeksli, gelip geçici işadamlarında(!) rastlanıyor zaten daha çok.

Sokaktaki adamın sevdiği, belki de tek zengindi Sakıp Sabancı. Bizde zenginler pek sevilmez. Çoğumuz için zengin demek... Hadi o lafı telaffuz etmeyeyim şimdi, ama atasözü bile var: ‘Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz.’

Ama Sakıp Sabancı istisnaydı halkın gözünde. Elbet şirket bilançolarının tek tek incelenmesi sonucunda oluşmadı bu gönüllerde aklanma durumu. Vakıflar, okullar, yurtlar, hastaneler, bağışlar, burslar falan da etkili olmuştur tabii ama esas neden, insana, 40 yıllık arkadaşıymış gibi sırtına vurup ‘N’aber ağam?’ diyebileceği duygusunu vermiş olmasıydı bence. Herkesin akrabası gibiydi. Zenginler sevilmez ama zengin akrabalar sevilir.

Bir de daima, ‘Ben de başarabilirim’ umudunu verdi sokaktaki adama. Tıpkı Anadolu’nun bağrından kopup gelen şarkıcı, türkücüler gibi.

* * *

Şu veya bu şekilde, sevmeden duramadık Sakıp Sabancı’yı. İnanıyorum ki zengini sevmenin neredeyse vatan hainliği sayıldığı çevrelerde bile için için seviliyordu.

Kendisini ilk defa iki sene önce Beyoğlu’nda gördüm. Tesadüfen. Vatandaşla sohbet ediyordu. Medyadan gelen tanışıklıkla el sıkışıp konuştuk ayaküstü. Hepsi o kadar. Ama basbayağı ağladım öldüğünü duyunca. Öyle göz yaşarması falan değil.

Light işadamı diyordum ben ona. Şimdi kaldık taşfırın işadamlarına.

MIŞ-MUŞ

Baykal partililere, ‘Komplocularla işbirliği yaptınız’ demiş.

Zaten CHP tam teşekküllü parti; içinde muhalefeti bile var.

Tuğçe Kazaz, Kenan Doğulu’ya dönmüş.

Ne trafikti ama...

Uyuşturucular artık işportada satılıyormuş.

‘Fakir fukara uyuşmasın mı?’ diye düşünüyorlar herhalde, eksik olmasınlar!
Yazının Devamını Oku

İzmir’in kızları

11 Nisan 2004
<B>‘İZMİR’in kızları, İzmir’in kızları...’<br> Böyle bir geyik dolaşıyor yıllardır. Ben de İstanbul’a gelince öğrendim İzmir’in kızların güzelliğini. Orada yaşarken farkında değildim. E, kızların topu güzel olunca kimi kiminle mukayese edeceksiniz...

Şaka bir yana, hakikaten haberim yoktu. O zamanlar bu kadar yaygın bir kanaat de oluşmamıştı zaten. Sonradan çıktı bu Afyon’un kaymağı, Malatya’nın kayısısı gibi İzmir’in kızları durumu.

* * *

Gerçi şimdi hemşerilerim kızacak ama ben öyle ‘Aman’ dedirtecek bir İzmirli kıza rastlamadım henüz. Düşünüyorum, düşünüyorum... Okulu, mahalleyi... Tamam güzel kızlar vardı ama her şehirde olduğu kadar. Öyle Saat Kulesi’nin, kuru incirin önüne geçecek kadar dikkati çeken çoklukta değil.

Mesela seçimlerden önce İzmirli seçmeni yoklamaya gittik ya Kanat’la... ‘Madem bu kadar ünlü, bir iki güzel kızla fotoğraf çektirelim bari’ dedik. Bursa’da da kestaneciyle çektirmiştim. Uzatmayayım, Alsancak’ın en civcivli yerinde bir kafeye oturduk, gelen geçen kızları kesiyoruz. Tam da piyasa vakti. Fakat beş dakika, on dakika, yirmi dakika, yarım saat... İlaç için güzel kız arıyoruz yok. İzmirli olarak Kanat’ın yanında eksikli hissettim kendimi. Sanki bugüne kadar Türkiye’yi kandırmışım gibi bir suçluluk... Halime bakan, bu güzellik iddiası benim başımın altından çıktı zanneder.

Bir ara ‘İzmirli kızların güzelliği fos çıktı’ diye haber yapmayı bile düşündük. Neyse sonunda iki güzelimsi kız bulduk. Geçen doksan sekiz kızın içinden...

* * *

Ama her şeye rağmen varsa böyle hazır bir taltif durumu... Birileri takdir buyurdularsa... ‘Ben almayayım’ diyecek halim de yok tabii. Bir dakika... ‘İzmir’in kızları’ deyince bekáret şartı yok değil mi? Ama yaş sınırı vardır mutlaka. Fakat neticede bir cami-mihrap meselesi de var.

* * *

Efendim, buraya kadar yazının giriş kısmıydı. Şimdi esas mevzua geliyorum.

İzmir’in kızları güzel olabilir de olmayabilir de. Tartışmaya açık. Ama su götürmez bir gerçek var ki İzmir’in kadınları zeki, akıllı ve başarılıdır.

Kimse bizi güzellik gibi gelip geçici niteliklerle taçlandırmaya kalkmasın. Aslolan zekádır. Dediğim gibi o da İzmirli kadınlarda bolca var. Kızların bacağını, orasını burasını gözden kaçırmayanlar bu gerçeği nasıl görmezden gelmişlerdir bilmiyorum.

Şöyle bir aklınızdan geçirin İzmirli kadınları, bana hak vereceksiniz. Yardımcı olayım size... Sezen Aksu, Ece Temelkuran, Ebru Çapa, Mutlu Tömbekici, Tuğçe Baran, Nur Akgerman, Elif Ergu, Ebru Drew, Gönül Yazar... Kendimi saymıyorum artık övünmek gibi olmasın diye.

MIŞ-MUŞ

Tuğçe Kazaz, ‘Serdar Bilgili abim olur’ demiş.

Anlaşma sağlanamadı demek.

Aktarlarda satılan, bazı hastalıklara iyi geldiği belirtilen çayların içinden taş, saç, böcek, fare pisliği çıkmış.

Belki de fayda onlardadır, ne biliyorsunuz...

Devlet Bakanı Ali Babacan’ın makam arabasını çalmışlar.

Hırsızlar işaret ediyor ki, ‘Kelin merhemi olsa başına sürer’.
Yazının Devamını Oku

Hummer

10 Nisan 2004
Seren Serengil Hummer’ıyla geçti gitti yanımızdan. Aslında fiyatını bir yana bırakacak olursak, Seren’den çok Nil Karaibrahimgil, Nurgül Yeşilçay gibi kadınlara daha çok yakıştırıyorum ben Hummer’ı. Hani, dağ bayır, nehir çayır gidebilen bir şey ya bu Hummer... Nil’le Nurgül de doğaya sevdalı, çiçeğe böceğe para puldan daha düşkün kızlar intibaını bıraktıklarından Hummer’la Seren’den daha çok bağdaşırlarmış gibime geliyor. Fakat işte ennn pahalı olunca Seren’e uygun düşüyor birden.

Hayır, hiç olmazsa bir gün Çatalca’ya kadar gitse gelse... Şöyle tali yollardan... Razıdır Hummer. Hani bünyesi soğuk iklime ayarlı Kanada Kurdu’nu alıp getiriyorlar ya buralara... Hayvancığın dili içeri girmiyor... Hummer da öyle işte. Boğaz’la Etiler arasında mekik dokuyor zavallı, o heybetiyle.

Fakat buna da şükür tabii. 40 gün hiç yol görmeden garajda durduğu da oldu. Ki o arada Hummer’ın hanımı salça ekmek yiyordu. Sırf salça ekmekle kalsa... Fukaralıktan saçını bile tarayamamış Seren. 40 gün sonra ‘kuafördeki çocuk’ zor açmış düğümleri. İnsan neler öğreniyor... Geçenlerde Rahmi Koç’tan zenginlerin ölemediğini öğrenmiştik, şimdi de Seren’den fukaraların saçını tarayamadığını öğreniyoruz.

Yalnız şu salça ekmek hususunda bir şey söyleyeceğim. Bir keresinde Bozcaada’dan dönerken yolda adam başı birer büyük köy ekmeğini, köy pazarından aldığımız salçaya batıra batıra yemişiz. Ekmek bitince fark ettim ben ne yaptığımı. Öyle insanı kendinden geçiren bir lezzet. Ama 40 gün sürseydi bu, ben de Nevin Hanım’a koşabilirdim tabii.

Neyse uzatmayayım... Çok şükür film mutlu sona doğru ilerliyor.

Nevin Hanım ‘reddi evlat’ davasını geri çekti.

Seren’in saçlarının düğümü çözüldü...

Hummer’ın tekerlekleri, Etiler metiler, yine de yol gördü...

Şimdi inşallah damat hapisten çıkacak, kötü kardeşlerini reddedecek. Bu arada, ret müessesesi bu aileye müteşekkir olmalı. Sayelerinde vücut buldu.

Son karede Nevin Hanım’ın damadını bağrına basmasını bekliyoruz. Hummer da bir erkek yüzü görsün artık. Sen kalk tatbikata gider gibi donan, sonra gelsin üstüne dudağı çerçeveli bir kız otursun, Boğaz’da turlatsın seni... Hayır, Hummer’ları üretimden kaldıracaklar, o olacak.

Beyaz ve tombul

Hálá Tülin’i görüyorum televizyonda. Üzerinde nişan elbisesiyle Aydın’ın taht misali koltuklarından birinde oturuyor. Teleme peyniri gibi. Bunca sevilmesinin nedeni de bu galiba. Tam erkek annelerinin hamamda görüp beğeneceği kızlardan. Akça pakça ve tombul. Alıp oğlunu götürmeyecek kadın yoktur.

İstediğiniz kadar diyet çılgınlığına kapılın, solaryumdan çıkmayın, memleket Çağla Şikel’e kessin... Türklerin tipi hálá ‘beyaz ve tombul’ işte.

Görünüşe bakılırsa Tülin, ‘Sanal eşli nişanlı kız’ durumunu yıllarca muhafaza edecek. Halinden memnun. Nasıl olmasın... Yüzünü gözünü öpenler, evini bağışlayanlar, çeyiz getirenler... Yarın saçına adak bezi bağlayanlar bile çıkabilir. Telli Baba ‘out’, Telli Tülin ‘in’.

‘Sevgili halkım’
diyordu geçen gün. Aydın sordu da, ‘Günlerin nasıl geçiyor?’ diye... ‘Sevgili halkımla telefonda konuşuyorum’ dedi.

Şimdi bu kızı evde dolma içi hazırlamak keser mi artık?

Tek kaynana yeter mi?

Hem gelin-kaynana ilişkisi bir günden öteki güne 180 derece değişiverir. Bir gün önce Tülin’in yanaklarını yalayan kadın, bakarsınız ertesi gün ‘Pilavı tutturamıyor bu kız’ deyiverir oğluna. Oysa şimdi bütün erkek anaları yüz sürmekte.

Bence Tülin Türkiye’nin gelini olarak televizyon kanallarında sefa sürmeye devam etsin. Tohuma kaçmaya başlayınca ne yapacağımıza bakarız Aydın falan hep beraber. Daha ağır programlara kaydırabiliriz mesela. Ana haberlerden birinde masanın bir köşesine oturturuz. Olmaz mı?

Netice olarak Tülin’den mahrum edilemez yurdum insanının gözleri, merak etmeyin!

MIŞ-MUŞ

Japon oyuncak firması ‘aşık olabilen dijital hayvan’ üretmiş.

Darısı insanlık áleminin başına.

İran’da geliştirilen Zemzem Cola Türkiye pazarına girmeye hazırlanıyormuş.

Ben en çok Türkiye nereye girmeye hazırlanıyor onu merak ediyorum.

Irak yeni Vietnam olmuş.‘Buradan Cif geçti’ gibi, ‘Buradan ABD geçti.’ Tek fark biri temizliyor, öteki pisletiyor.

CHP milletvekili Ketenci, ‘Baykal çekilmezse deprem olur’ demiş.

Fakat işte Işıkara’nın bizi depremle yaşamaya alıştırmış olması var.
Yazının Devamını Oku

Bırak dağınık kalsın!

8 Nisan 2004
<B>ÇOK </B>su içmenin bir faydası yokmuş!<br> Demek yıllardır iki musluklu havuz misali dolup boşalmışız habire. Fayda falan yok.

Bu su meselesi de yalan çıktı ya artık hiçbir şeye güvenim kalmadı. Yarın tekrar ‘faydalıymış’ diyebilirler. Papatya falı mübarek; faydalı, faydasız, faydalı, faydasız...

En çok uykularımı böldüğüme yanıyorum. ‘İlla ki içeceksiniz’ dedikleri 5 litre suya gün yetmiyordu, gece sahura kalkar gibi suya kalkıyordum. Saat kurduğum bile olmuştu. Zırrr... Su saati!

Bir başka yandığım şeyse her sabah burnumu tıkayarak bir bardak limonlu su içişim. Onun da faydası yokmuş meğer.

Oda sıcaklığında limonlu su, burnumu tıkayarak içtiğim üçüncü sıvıdır. Birincisi, annemin midemizi üşüttüğümüz kanaatiyle zırt pırt ağzımıza dayadığı nane-limon; ikincisi yine annem marifetiyle -içtiğim diyemeyeceğim- boğazımdan akıp giden sıcak süttü.

Limonlu suda ise annemin bir dahli yok. Bu tamamen uzman işi. Zaten uzman, bir bardak suya iki tatlı kaşığı fare zehiri katacaksınız dese düşünmeden yapacağız dediğini. O durumdayız.

Milletçe bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete. Kıyamet deyişim lafın gelişi değil. Hakikaten kıyamet... Dikkat ettiyseniz uzmanlar peydahlandığından beri obezite aldı başını gidiyor. Metabolizmamızla oynaya oynaya ayarımızı bozdular. İki gün yeşil salatadan yüz çevirin, bir bakıyorsunuz obezsiniz.

***

Kobaya döndük. Kardeşim anlattı, bir arkadaşına öğlenleri iki büyük parça börek, akşamları bir porsiyon sütlü tatlı vermiş uzmanın biri. ‘Arkadaşın zafiyet için gitmiş olmasın doktora?’ dedim, değilmiş. Demek uzman bir de bunu deneyecek... ‘Du bakalım ne olcak’ rejimi.

Aslında denemeye değer tabii. Kadının kazara zayıfladığını düşünün... Uzman tarihe geçer. ‘İzdihamdan ezilerek ölen ilk beslenme uzmanı.’

Yok, aksi olursa uzmanın kaybedeceği bir şey yok. ‘Sizin metabolizmanız iyi çalışmıyor’ der geçer. Bu metabolizmanın parmak izi gibi herkeste başka başka olması uzmanlar açısından iyi bir şey. Sıkıştın mı yüklen metabolizmaya... Metabolizmasından utana utana dönsün adam evine.

***

Sudan sonra ünlü piramidin de tepetaklak geldiğini öğreniyoruz.

Hani çok yememiz gerekenlerin tabanda, az yememiz gerekenlerin tepede olduğu beslenme piramidi... 12 senedir yürürlükteymiş. Herhalde uzmanlar da benim gibi obezitenin arttığını gördüler ki ters çevirmişler piramidi. Bundan böyle yediklerimizi yemeyecek, yemediklerimizi yiyeceğiz. Biraz da böyle!

Sonra bakmışsınız piramit yerine dikdörtgenler prizması. Her şeyden istediğin kadar ye! ‘Bırak dağınık kalsın’ hesabı...

Netice olarak, ‘Doğru bildiğimiz yanlışlar’ı tefrika halinde verse gazeteler, bitmez. Zira o esnada ‘Yanlış zannettiğimiz doğruların doğruluğu’ çıkacak ortaya. E, onları da duyurmak lazım. Kadın-erkek mevzuu bir, bu sağlıklı beslenme mevzuu iki; bitmez.
Yazının Devamını Oku

‘Namusumla çalışıyorum vallahi!’

6 Nisan 2004
<B>‘KİTAPLARIMI taksitle alırım, evim arabam yok.’ Ceyda Düvenci, Şebnem İyinam’a böyle diyor geçtiğimiz pazar Radikal’de yayımlanan röportajda.

Ben de yıllarca benzer şeyler söyledim hep. Övündüm evim arabam olmamasıyla. Oysa az para kazanmadım sahneden. Memurlar üç kuruş maaşlarıyla hiç olmazsa bir kooperatife girip ev sahibi olurken ben de bir ev alabilirdim. Almadıysam hesapsızlığımdan...

Övünmeme gelince... Ve Ceyda Düvenci’nin de övünmesine... İkimizin de demek istediği şu aslında:

‘Ben orospu değilim.’

‘Ne ilgisi var arabayla evle?’
diye düşünebilirsiniz.

Özellikle 25-30 sene önce çok ilgisi vardı. Kimse inanmazdı, o evlerin, arabaların sadece işini yaparak edinildiğine.

Görüyorum ki pek bir şey değişmemiş o günden bugüne. Ceyda da ‘Evim arabam yok’ deme gereği duyduğuna göre...

***

Evet, Türkiye’de şarkıcı, oyuncu, mankenseniz eğer, mesleğinizi söyledikten sonra lafa ‘ama...’ diye devam etmeniz gerekiyor.

‘...ama sunuculuk yaptığım TV kanallarının müdürlerini odalarında ziyaret etmem’

‘...ama rejisörün yatak odasından geçmedim.’

Bizi bu hallere koyan birileri var elbet. Yani daima kendimizi savunma durumunda kalmamıza neden olan... Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor hakikaten. Mikrofonu, kamerayı o malum işteki fiyatını artırmak için kullananlar olmuştur her dönemde. Hálá da var. Ya da aşağıdan tırmanmayı zor bulup tepeden inmeyi deneyenler... Bu işin yöntemi onlara yardımcı olan erkeklerin mi aklına gelmiştir ilk, kızların mı bilmiyoruz. Tavuk-yumurta hikáyesi.

Fakat bunların sayısı yeşil kartlı hastadan bile bıçak parası isteyen doktorlardan, ihalelerden komisyon alan siyasetçilerden, karşı tarafla anlaşıp müvekkilini satan avukatlardan fazla değildir inanın. Ama işte ne olursa olsun hiçbir meslek sahibi, aralarındaki üç beş kendini bilmez yüzünden ömür boyu ‘Namusumla çalışıyorum vallahi’ demek durumunda değildir.

***

Diyeceğim, Türkiye’de elinize mikrofonu aldınız mı, kameranın karşısına geçtiniz mi, çoğu insanın gözünde işiniz bitmiştir. Bindiğiniz arabaya da, oturduğunuz eve de şüpheyle bakarlar.

Buna sebep sadece aramızdaki sütü bozuklar mıdır yoksa, ‘Bana bakın’ diye sahnelere, kameraların önüne atlamak bir nevi teşhirciliktir de teşhircilerden her şey beklenir mi?

Bir sosyolog çıksa da aydınlatsa bizi. Hakikaten merak ediyorum.


MIŞ-MUŞ


100 yaşındaki kasap, karısını kesmiş.

Tecrübenin fazlası iyi netice vermiyor demek.

*

Erkekler, otomobili kadına tercih ediyormuş.

Kontağı kapatınca sustuğundandır.

*

Erdoğan ‘Oğlum kısa dönem istiyor’ demiş.

Bu hükümetin ‘Rahşan Hanım’ı Erdoğan’ın oğlu.
Yazının Devamını Oku

Nisan bahar ayıdır

4 Nisan 2004
<B>İNSAN </B>çocuklukta öğrendiğini bir daha unutmuyor. Bilgiler, kokular, tatlar... Köprünün altından istediği kadar çok sular akmış olsun... Mesela, ilkokulda nasıl bellemiştik mevsimleri...

‘Mart, nisan, mayıs ilkbahar aylarıdır.’

Oysa, hadi marttan vazgeçtim, titremediğim bir nisan olmamıştır bugüne kadar. Kıştan fazla üşürüm nisanlarda. Fakat işte buna rağmen, hükümet kanun hükmünde kararname çıkarsın isterse, ‘Nisan kışa dahil edilmiştir’ diye, benim için ilkbahar olarak kalacaktır.

Nisan 1 dedi mi ketenleri, merserizeleri çeker çıkarım.

‘Anlaşıldı senin titreme nedenin’ diyeceksiniz. Fakat ne yapayım, kazak giymeyi nisanın ruhuna yakıştıramıyorum işte.

Birbirine bakınca anlayacak insanlar hangi mevsimde olduğunu. Karşıdan şubattaymışız intibaını vereceksem şubat sürseydi o zaman. İkinci şubat, üçüncü şubat şeklinde.

Onu bunu bilmem, bana öğretmenim böyle belletti. Nisan bahar ayıdır. Gereğini yaparım o halde. O inatla kıştan yana tavır alsın istediği kadar... Sel götürse, yel alsa, o yorgan gibi anorağımı giymeyeceğim. Zaten şunun şurasında sonbahara ne kaldı... 4 ay bir şey...

Sonbahar dediğim lafın gelişi. O da kışa dahil oldu artık.

Kış maşallah AKP gibi... Biri oylarını artırıyor, öteki aylarını. Habire büyüyorlar. Yaz dediğinizse CHP misali cücük kadar kaldı.

Beşiktaş Kulübü Başkanı Serdar Bilgili de benim gibi nisanı bahar belleyenlerden...

Bahar, açılıp saçılma kadar yüreklerin hop etme mevsimidir de aynı zamanda. Gazetelerin yazdığına göre Bilgili’nin yüreği hop etmiş.

Kime?

‘38 yaşında, okumuş yazmış, durmuş oturmuş, tayyörlü bir hanımefendiye’ desem ağzınızı bırakır şeyinizle gülersiniz tabii bana.

Haklısınız.

Tuğçe Kazaz’a vurulmuş efendim Serdar Bilgili. Öyle diyorlar. Tuğçe zaten epeydir gönül yoklaması yapıyordu, demek Bilgili’de karar kıldı sonunda.

Aslen Fenerbahçeli olup Fatih Terim’li zamanlarda Galatasaraylı, Mustafa Denizli hayranlığım yüzünden Manisasporlu, İzmirli olmam hasebiyle Göztepeli, kısacası çok takımlı bir taraftar olarak Beşiktaş İlçesi sınırları dahilinde ikamet etmem nedeniyle Beşiktaşlıyımdır da aynı zamanda. Ve başkanımla gurur duyuyorum. Gittikçe arayı açtığı için. ‘Ne arası?’ diyeceksiniz.

Kızların yaşı... Gittikçe küçülüyor diyorum. Allah daha da küçüklerini nasip etsin, yakışır başkanıma.

Fakat Tuğçe de tam baharlık yani. Bahar sezonunu açmış giyim kuşam mağazalarını hatırlatıyor insana. Öyle hafif, uçucu, pembe, beyaz... Koskoca başkanımın bahara simsiyah saçlı, kırmızı rujlu kışlık kadınla girecek hali yoktu tabii.


MIŞ-MUŞ

Viagra üremeyi engelliyormuş.

Görüntü var, ses yok.

CHP’de muhalifler Derviş’e de muhalifmiş.

Muhalif muhalifi çekiyor; vatandaş da CHP’ye muhalif nitekim.

Galatasaray’ın yeni teknik direktörü Hagi, ‘Baskıyı severim’ demiş.

Asla eksikliğini hissetmeyeceğinizden emin olabilirsiniz Bay Hagi, tam yerine düştünüz!
Yazının Devamını Oku