1 Mayıs 2004
Vallahi bravo!<br>Bizden başka kimse başaramaz bunu. Aynı anda hem afyon yutmuş gibi uyuşuk, hem kokain çekmiş gibi atak olmak...
Teknik direktörlerle kulüp başkanlarına ha bire celallenen taraftarla, istediği gibi at oynatan siyasetçilerin karşısında suspus oturanların aynı memleketten çıktığına inanmak zor.
Siyasetçilerin Türk’e has davranması doğal karşılanıyor da teknik direktörlerden, kulüp başkanlarından Japon olmaları bekleniyor.
‘Bu sene şampiyon değil miyiz... Başkan harakiri yapsın!’
‘Ama bi dakika... Harakiriden önce ana avrat sövelim bir...’
Hay sizin kulüp sevginize...
Bu tarafta dünya yıkılsa kimsenin umurunda değil. Aklına gelmiyor kimsenin yöneticilere ‘Hey ne oluyor!’ demek. Üzerine ilaç sıkılmış böcek gibi kıpırtısız bekliyoruz... ‘Du bakalım ne olcak.’
Bu ülkede her şey olabilir ama, Beşiktaş şampiyonluğu devredemez, Fenerbahçe geçilemez, Galatasaray yenilemez!
Sanatçıların midesi yoktur
Belki bilmeyeniniz vardır... Sanatçı kısmı sade insan gibi etten kemikten yapılmamıştır. Vallahi doğru söylüyorum.
Aslında basını takip ediyorsanız çoktan öğrenmiş olmanız lazımdı.
Sanatçıların böbrekleri yoktur mesela. İdrar yolları falan da... Haliyle kumu taşı nerede barındıracaklar...
Kadın olanlarının rahmi, yumurtalığı yoktur. Dolayısıyla iltihap, kist, kanama, şu, bu nedir bilmezler.
Mideleri de yoktur sanatçıların. Yani sizin bildiğiniz gibi mideleri yoktur. Ufak boy çelik tencere gibi bir şeydir onlarınki. Hal böyle olunca spazm falan da olmaz. Çelik nasıl spazm yapsın... Gıda zehirlenmesi gibi olaylar da gelmez başlarına tabii. Çelik mide en fazla çizilir, ki bulaşık teli yutmadıktan sonra o da zor.
Fakat ne hikmetse sanatçılar intihar edebilirler. Bir de çocuk aldırırlar ha bire. Ben de anlamıyorum nasıl...
Ayıptır arkadaşlar!
Biraz insaf.
70 milyon insan her sebepten hastaneye gidebilir de sanatçı neden gidemesin? En son Selin’e yapmışsınız. Vazgeçin artık öküz altında boş ilaç şişesiyle cenin aramaktan!
Adı Yelloz
Adı: Yelloz
Cinsi: Sokak kedisi
Cinsiyeti: Dişi
Cinsel hali: Bugünlerde kızışık
Rengi: ‘Erkek adam renkli takım tutmaz’
İkametgáhı: P.S. evi
Düşmanları: Tintin ve Fıstık
Düşmanı Tintin dediysem, o normal dönemlerde... Bugünlerdeyse Tintin’i kocası zannediyor. Tintin de dişi oysa. Üstelik köpek.
Kedi kısmı kızıştığı zaman kediyle köpeği, erkekle dişiyi, hatta canlıyla cansızı ayıramıyor. Evde ne kadar terlik varsa bunun partneri. Allah kimsenin başına vurdurmasın demek...
Fakat Tintin’le durumları hakikaten görülmeye değer. O her fırsatta kamburunu çıkarıp diklenen kedi şimdi ‘Ben ettim sen etme!’ diyor adeta.
Melül melül bakmalar...
Kesik kesik, olmadı uzun uzun inlemeler...
Ancak yavruları alındığı sırada cinsel hayatı da sonlandırılan Tintin’in umurunda değil hiçbir şey. Rutin hayatına devam ediyor o. Nedir? Pencerenin önüne konuşlanıp gelene geçene havlamak.
Fakat insanoğlu da öyledir ya... Birini kafasına taktı mı her hareketinden mána çıkarır. Bir taraf esnerken ağzını kapatsa mesela, ‘O da benden hoşlanıyor’ diyebilir karşı taraf. Yelloz da işte insan gibi Tintin’in hırlamalarını üstüne alınıp sırnaşmanın dozunu artırıyor. Tintin’in arada ‘Ne istiyor bu?’ diye dönüp bir bakışı var ki... Kalemimin gücü yetmez anlatmaya.
Biraz önce baktım her zaman yattığı yerde yok Yelloz. Gerçi birkaç günde bir yattıkları yeri değiştiriyor bunlar. ‘Düşman yerimizi belledi’ diye mi düşünüyorlar artık neyse...
Olabileceği her yeri aradım, yok. Sonunda nerede buldum dersiniz... Tintin’in minderinde. Gitmiş ayakucuna kıvrılmış. Ki hanım kız olduğu dönemlerde bir metreden fazla yanaşmaz o mindere.
Tamam yatsın da... Bunların iyileşmesi de çok ani oluyor. Tam inlerken bir bakıyorsunuz normale dönüvermiş. Şimdi o minderde uyuduğu sırada kızışması geçiverecek, sabah uyandığında bulunduğu yere ve yanındakine şaşan gece gezgini kızlara dönecek şıllık. Sırf şaşsa, iyi. Yolacak Tintin’i. Minderin başında bekliyorum öyle.
MIŞ-MUŞ
Üvey kızların bile tercihi babaya benzeyen kocaymış.
E, parmakta oynatma hususunda büyük kolaylık tabii, kocanın staj görülen evdeki adama benzemesi...
Anne-babası ayrı çocukların ruh sağlığı meğer sarsılmıyormuş.
Her konuda bütün bildiklerinizi unutun! Yenileri geliyor bir bir.
Diyanet, ‘Şike yapmak günah’ demiş.
Şimdi iş Allah’tan korkan adamlar bulmaya kaldı.
Baykal, ‘Kıbrıs’ta işbirliği yapalım’ demiş.
Bakarsınız hoşuna gider, kendi partisindekilerle de işbirliği yapar ileride.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2004
<B>Buğra Kürklü<br><br>‘(...) Okulumuzda ünlülerle mektuplaşma projesi başlatıldı. Ben de bu projeye uygun kişi olarak sizi tercih ettim (...)’ Buğra’cım pek iyi ettin de nasıl olacak bu iş? Tek taraflı aşk gibi olur ben sana söyleyeyim. Karşılık veremem sana. İstemediğimden değil, vakitsizlikten. Kızma bana!
* * *
Saba Mirel
Saba’cım, ortak dostlarımızla ilgili yeni haberlerim var, beni izlemeye devam et.
Bir insanın hayvan sevmemesini kabul edebiliyorum ama en azından merak da mı etmezler onların dünyalarını. Öyle eğlenceli ki aslında hayvanları seyretmek. Çok şey kaçırıyorlar bence. Neyse, boşver yavan yavan yaşasınlar!
* * *
Alev Okay Dikmen
Herkesin eleştirdiği, hiç kimsenin beğenmediği programların reytinglerde birinci çıkmasının sebebini pek güzel özetlemişsin.
‘Diyeceksin ki, ‘E be kadın neden izliyorsun?’ Hani insanın bir sapık yönü vardır ya, sinir oldukça daha da sinir olası gelir, onun için...’
Yapımcılara duyurulur. Sinir edin bizi!
* * *
Halil Ayhan
Vallahi harikasınız. İzmir’in kızları bayılacak bu tespitinize.
Sevgili okurlar, hani bir yazımda İzmir’de Kanat’la piyasa vakti güzel kız avına çıktığımızdan ama bir tek güzel kıza rastlayamadığımızdan söz etmiştim... Halil Ayhan’a pek dokunmuş bu. Diyor ki, ‘İzmir’in kızları piyasa vakti piyasaya çıkacak kadar aptal değildir.’
Bir dahaki sefere evlere baskın yapacağız demek ki.
* * *
Tahsin Saya
Yeni alınmış tabak çanağın üzerindeki etiketleri bir türlü tamamen çıkarmaya muvaffak olamadığımı yazmıştım bir süre önce... Sayın Saya ne yapılması gerektiğini bildirmiş, eksik olmasın.
Eğer siz de ilgiliyseniz...
1. Etiketi asla suyla ıslatmayacaksınız.
2. Tırnağınızla sökebildiğiniz kadarını sökeceksiniz.
3. Kalanını alkollü pamukla bastırarak ovacaksınız.
4. Temizlenmiş yüzeyi, yine alkollü bir pamukla sileceksiniz.
5. Etiketten kurtardığınız eşyayı sabunla yıkayacaksınız.
6. Cam ve porselen eşyada alkol yerine tiner kullanacaksınız. Ancak plastik eşyada tiner asla!
* * *
Selim Öztürk
‘(...) Bu diyet meselesinin peşini bırakmazsınız umarım. Çünkü üzerinde önemle durulması gereken bir konu (...)’
Hiç merak etmeyin. Zaten yarın beni tahrik edecek bir haberle çıkarlar yine ortaya, duramam. Misal, ‘Bilinenin aksine ekmek zayıflatıyormuş’ deyiverirler...
* * *
Dilek Tanrıverdi
‘(...) Özellikle yazılarınızda annenizden bahsetmeniz çok hoşuma gidiyor (...)’
Bu dediğinizi özellikle aldım buraya. Annem okusun diye. ‘Beni yazma’ diyor zira. BBG evinde yaşıyor gibi hissediyormuş kendisini. ‘Herkes her şeyimi öğrendi’ diyor.
Haklı olabilir, ama okur istiyor ne yapayım... İşte ispatı!
* * *
Sanem Yenice
‘(...) Ben şu an Amerika’da öğrenciyim. (...) Bir dersim için sizin hakkınızda yazı yazdım (...)’
Ünümün okyanusları aştığını dosta düşmana duyurayım dedim. Sağolasın Sanem’cim.
Fakat içime bir şüphe düştü şimdi! Sakın yazının içeriği ‘Türk basınının düştüğü içler acısı durum’ falan olmasın!
MIŞ-MUŞ
Erkekler kadınlardan daha yüzeyselmiş.
Anatomilerinden belli.
Deprem müzesinin duvarları çatlamış.
Anlayacağınız her şey bildiğiniz gibi.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2004
<B>BAHAR </B>geldi memleketimin güneş gören yerlerine... Hatta yaz. Gölgelerse hálá kış. Sokakta yürürken bir giyinip bir soyunacaksınız. Bu da böyle bir mevsim işte. Kardeşimle benim durumum gibi. Gün içinde bir dargınız bir barışık.
Hayır, bir şey değil kavganın da tadı kalmıyor. Az sonra bir şey olmamış gibi devam edeceğinizi bildiğinizden köprüleri atacak laflar edemiyorsunuz hiçbir zaman. Zor da bir yandan. En öfkeli anda bile sonradan yüz yüze bakacak durumu muhafaza etmek. Bu benim fikrim tabii. Şahit olanlar ‘Bir daha yan yana gelmezler herhalde’ diyor olabilirler.
Küçüklüğümüzde onu hep korur kollardım. Okula giderken anneme, ‘Bebeğimize iyi bak’ diye tembih ettiğimi hatırlıyorum. O İzmir’de ben İstanbul’da yaşadığımız dönemlerde hep özledik birbirimizi. Görüştüğümüz kısıtlı zamanlarda kavga edemedik haliyle. Şimdi o günleri telafi ediyoruz adeta. Bir güne üç beş tartışma sığdırmak suretiyle. Hızlandırılmış savaş bir nevi.
* * *
Nedir peki sebep?
Sevgi.
Evet, kesinlikle sevgi. Ve ilaveten kendini beğenme hali.
Hani akıllar pazara çıkmış da herkes yine kendi aklını seçip almış ya... Biz de işte herkes gibi aklımızı çok beğeniyoruz. Ve ona bağlı olarak yaptığımız her şeyi. İkimiz de durduğumuz yerin en iyi yer olduğu fikrindeyiz. İnsan en sevdiğiyle iyi bir şeyi paylaşmak ister ya... Habire birbirimizi kolumuzdan tutup çekiyoruz o yere.
‘Gel bak burası ne güzel.’
İşte bütün mesele bu.
Birimizden birimiz muvaffak olsak... Fakat mümkün mü böyle bir şey? Kim kimi almış götürmüş? Hele bir yaştan sonra...
Teori sular seller gibi görüyorsunuz. Ama pratikte mücadele devam ediyor. Hep de sürecek herhalde. Birbirimizi sevmekten ve kendimizi beğenmekten vazgeçmeyeceğimize göre...
* * *
Bütün kavgaların altında aynı sebebin yattığını düşünüyorum. Karı-koca kavgalarının da... Hep aynı şey.
‘Gel buraya!’
‘Hayır, sen gel!’
‘Geldim işte!’ diyen olmamış bugüne kadar. Olmayacak da.
Diyeceğim şu ki kavga varsa sevgi de vardır. Ortalık sütlimansa kimse kimsenin pek de umurunda değildir gibime geliyor.
Netice olarak kavga iyidir.
Korkmayın kavgadan!
Nerede kalmıştık sevgili kardeşim?
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, Kıbrıs için ‘Taşlar yerinden oynadı’ demiş.
Rauf Denktaş hariç.
Eğer bir erkek, kadınlara bakmıyorsa depresyonda demekmiş.
Çok şükür depresyonda tek erkeğimiz bile yok.
Yeni yürürlüğe giren ‘Bilgi Edinme Hakkı’ kanunuyla artık herkesin devletten hesap sorma hakkı varmış.
Yakında gazetelerde ‘Seçme Saçma Sorular’ı okursunuz.
Seks, alerjiye neden oluyormuş.
Türklere bir şey olmaz!
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2004
<B>EVET,</B> müjde!<br><br>Lavaşın, tırnak pidenin, fındık lahmacunun ve balonun da (hani tulum peyniriyle tereyağının eşlik ettiği fos diye kabarmış içi boş pide) kepeklisi var artık. Nerede?
Köşebaşı’nda...
Yok, her köşebaşında değil maalesef. Bu dediğim, kebapçı Köşebaşı. İstanbullular iyi bilir Köşebaşı’nı... Levent’in yanı sıra Maçka ve Fenerbahçe’de de şubeleri var. Hatta Ankaralılar da bilir, oraya da yetişmişler maşallah. Ama bu kepek durumunu bilmiyor olabilirler. Çünkü henüz masaya alternatif olarak getirilip konmuyor, istek üzerine yapılıyor.
Rahmetli Ercan Arıklı akıl etmiş ilk... ‘Yapsanız...’ demiş yapmışlar, çok da iyi olmuş. Hiç olmazsa hamur konusunda vicdan azabı çekmiyorsunuz kebapçıda, ki rejimle kebapçı hiç bağdaşmaz biliyorsunuz. Ama işte pideler kepekli olunca aniden o ünlü ‘kepek ekmeği-ızgara-et-salata’ üçlüsünü kebapçıda bile bir araya getirmiş oluyorsunuz. Rüya gibi değil mi?
Ne yani... Kebap, ızgara et sınıfına girmez mi? Gávurdağı salata değil midir?
Ama siz yine de kırk yılda bir kebapçıya gittiğinizde rejimi falan boşverin! Balonun içine basın tereyağıyla tulum peynirini... Lavaşa sarılmış kebapları yağlarını akıta akıta ısırın... Bu dünyaya bir kere geliniyor. Gerçi bu lafın devamı, ‘Onun için sağlığınıza dikkat edin’ şeklinde gelebilir ama ben ‘Yemenize bakın’ diyeceğim.
* * *
İstanbullular takım tutar gibi kebapçı tutuyorlar. Kimse kebapçısından vazgeçmiyor. ‘Tike’ciler var, ‘Hamdi’ciler var, ‘Develi’ciler var... ‘Falanca yerde bir kaburga yedim...’ diyemezsiniz. ‘Sen esas onu filancada yiyeceksin’ diye lafı tıkarlar ağzınıza.
Bense takım konusundaki dönekliğimi burada da aynen sergiliyorum. Bu aralar ‘Köşebaşı’cıyım mesela... Sebebi de şu: Kebapları patronlar pişiriyor, hizmeti de patronlar yapıyor. Dört ortaktan ikisi mutfakta, ikisi serviste. 9 yıllık patronluğa rağmen esas işlerinden vazgeçmemişler.
Garsonluktan yetişen çok işletmeci gördüm ama genellikle patron olunca bir tane camlı oda yaptırırlar kendilerine mekánın bir köşesinde, orada arkadaşlarını ağırlarlar. Garsonlar da en çok onlara hizmet eder. Böylesine ilk defa rastlıyorum doğrusu. Bakın bu durum başarıyı arayanlar için bir püf noktası olabilir. Bir başka püf noktası daha var... Etlerle ilgili... Ama söylemem, bende saklı. E, kimine başbakan söylenmemek kaydıyla bilgi aktarır özel sohbetlerde, kimine kebapçı...
Beni şaşırtan bir şey daha var. Dördü de hiçbir zaman tam dükkánın önünde inmezmiş arabasından. Biraz ileride inip yürürlermiş. Kendilerini garsonluk günlerinden tanıyan müşterilerin irkilmemesi için. Sizce de ilginç değil mi bu devirde?
Netice olarak, hayat zor. İyi kebap yapmak yetmiyor, müşterinin her türlü psikolojisini de hesaplayacaksınız. Benimkini iyi hesap ettiler mesela... Kepekli pideyle hazımlı patronluğu getirip koydular önüme, bu yazıyı yazmama sebep oldular.
MIŞ-MUŞ
Abant Gölü gittikçe sığlaşıyormuş.
Bize özendi!
Türkiye dünya liginde 3 basamak yükselmiş.
Boşverin, Fenerbahçe’yle Beşiktaş’ın ligdeki durumundan haber verin siz bize!
Irak’ta ölen Amerikan askerlerinin tabut fotoğraflarını basına sızdıran iki kişi işinden olmuş.
Bizde abad olurlardı.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2004
Metin Münir’in Viagra’yı denediğini duyduğumda <B>‘Ölümü sevdi herhalde’ </B>dedim. Daha yeni kalp krizi geçirmemiş ve üç beş dakikalığına öteki tarafa gidip gelmemiş miydi Sayın Münir? Ve de Viagra kalp krizi geçirenler için riskli değil miydi?
Ne cesaret!
Erkek kısmına ‘seks’ diyeceksiniz... Her şey önemini kaybediyor. Hatta hayatta kalmak bile... Hatırlarsanız kendisine ‘otobanda müşteri bekleyen kadın’ süsü veren televizyon muhabiri AIDS’li olduğunu söylediği halde ‘Olsun’ diyordu arabadaki adamlar.
Bir de ‘seks’ dediniz mi bütün erkekler eşitleniyor. Arada ne yaş, ne akıl, ne eğitim, ne ırk, ne sınıf farkı kalıyor. Tepki hep aynı. Bir dakika... Bu dediklerimin Metin Münir’le bir ilgisi yok. Genel konuşuyorum.
Şimdi ilaç firmaları da bu kadar büyük bir müşteri kitlesi bulmuşken tabii Viagra’yı üreteceklerdir. Nitekim kapış kapış gidiyor. Erkeklerin hayatta bir derdi vardı ona da çare bulundu çok şükür.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2004
<B>‘İYİ olacak hastanın, doktor ayağına gelir.’<br><br></B>Gerçi çok genel anlamda söylenmiş bir söz ama biz yine de doktor-hasta ilişkisi açısından bakarsak artık pek geçerliliği kalmadı bunun. Dua edin ki iyi olacak hasta doktora denk gelmesin!
‘Doktor’ dediğim, ‘tüccar doktor’ tabii ki. Doktorlar ikiye ayrılıyor. ‘Sade doktor’, ‘tüccar doktor.’
Bütün dünyada böyle artık bu. Benim uydurmam değil. Tanıdığım üç-beş doktorla nasıl bir kanıya varabilirim ki zaten... Bilgili kişilerden duyduklarımı aktaracağım bugün size. Görev sayıyorum bunu. Her zaman lay lay lom olmaz.
*
Şöyle bir söylenti var:
Bir süredir, kanser, kesin olarak tedavi edilebilir bir hastalık haline gelmiş ama ‘Dünya Kanser Çetesi’ buna izin vermiyormuş. İşe yaramayan ama maddi getirisi fazla olan, aylar hatta yıllar süren tedavi yöntemlerini uygulayarak hastayı oyalıyorlarmış.
Tıpkı ne gibi biliyor musunuz... Hani Güneydoğu’da terör bitmiyordu ya bir türlü... Birtakım kişilerin bu durumdan rant sağlıyor olması yüzünden... İşte kanserden de rant sağlayan büyük bir kesim oluşmuş dünyada. Silah üreticisi parayı sever de ilaç üreticisi sevmez mi? İnsanlık sınavından mı geçti meslek edinirken?
ABD’deki o içinde oteli falan olan dev merkezleri düşünün... Esas ‘bacasız sanayi’ bu galiba.
*
Hele Sakıp Sabancı gibi paranız çoksa yandınız!
Hem kanser hem zengin... Tam yağlı müşteri. Kes biç, olmadı kemoterapi, olmadı radyoterapi. Yakında işe yaramaz ama cebe yarar üç-beş yöntem daha bulurlar. Netice, Hatice. Hastalığın zaten kötü şöhreti olduğundan kimsenin bir şey diyecek hali yok nasıl olsa.
Her işte müşteriyi en uzun süre kendine bağlamak esas değil midir? Kuaförünüz saçınıza asla yıkayıp çıkabileceğiniz pratik bir kesim uygulamaz. ‘Tüccar doktor’ neden bir hapla ya da kısacık bir tedaviyle sizi evinize göndersin? Ama doktorları ayrı bir yere koymak istiyorsunuz değil mi? Her istediğimiz olsa şu hayatta...
Sahi size de tuhaf gelmiyor mu bu devirde ve bunca zamandır üzerinde çalışılmasına rağmen bu hastalığın, hálá sonucu mutlak iyileşme olan bir tedavisinin olmaması?
Anladığım şu ki, teşhis konduğu andan itibaren o uzun tedavi süresince akıp giden paranın ulaştığı yerlerdeki kişilerin başına bir gün saksı düşerse eğer, işte o zaman kansere kesin çare bulunacaktır.
*
Şimdi bunları doktoruna soran hastalar olacaktır. Alacakları cevabı tahmin edebiliyorum. ‘Ağzı olan konuşuyor’ mealinde bir şeyler... Bu durumda hemen doktorunuzun ‘tüccar doktor’lardan olduğunu düşünmeyin lütfen! O, büyük ihtimalle çoğumuz gibi merak etmeyen, şüphelenmeyen, kurcalamayan, okulda öğrendiğiyle geçimini temin eden, kendi halinde, ‘salla başını al maaşını’ zihniyetli biridir.
Bakın, bu çok önemli konuda aklına geleni söylemenin tehlikesini biliyorum. Ama duyduklarımın yüzde birinin bile doğru olma ihtimali varsa konuşmaya değmez mi?
Bu iddiada olanlarla, bunlara ‘safsata’ diyenler çıkıp tartışsalar... Bayhan’ı bile aylarca tartıştık da... Neticede söz konusu olan insan hayatı. Değmez mi yani?
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, dünyanın etkili 100 kişisinden biriymiş.
Hemen sevinmeyin, aynı listede Bin Ladin de var.
*
Yüzden sonra ses telleri de gerdiriliyormuş.
Birbirimizi parmak izinden tanıyacağız yakında.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2004
<B>BİZE,</B> yani gazetenin birinde bir köşe edinmişlere en çok sorulan sorudur şu:<br><br><B>‘Nereden konu buluyorsunuz her gün her gün?’ Arayıp da bulduğumuz bir şey yok oysa. Ortalıkta kabak gibi duruyor her şey.
Bakın mesela şu anda gazetenin birini alıyorum elime... Buyurun işte, daha birinci sayfada tam benlik bir haber... Doğu Anadolu’da üniversiteli kadınlar bile çocuk ya da erkek çocuk için hocaya, yatıra koşuyorlarmış ya da çözümü kocakarı ilaçlarında arıyorlarmış.
Közlenmiş patlıcanın üstüne rakı döküp oturuyorlarmış mesela... Bu erkek çocuk için. Kız çocuk içinse herhalde hafif alkollü bir kokteyl döküyorlardır.
Onca yıl, dershanelere git, ÖSS’leri aş, sınavlara gir çık, kitapların üstünde uyukla, sabahla... Sonra git közde patlıcanın üstüne otur.
Halbuki o patlıcanla rakıyı masaya koyup karşılıklı otursalar karı koca... Kadehleri tokuştursalar... Bir ateş bassa ikisini de... Aşkları depreşse...
Bakarsınız aşkla ve şehvetle yola çıkarlarsa ilaca milaca gerek kalmaz. Belediye başkan adaylarından bile aşkla yola çıkan kazandı biliyorsunuz. Neyse şimdi konuyu saptırmayayım, benimki de bir tavsiye netice olarak. Gazyağını bile içiyorlar da...
Aslında o güzelim yiyecekleri kurtarmaya çalışıyorum ben... Yoksa kadınların belki de yara açılan popoları falan umurumda değil. Mesela tandırda pişirilen kabak üstüne süt dökülmesi hadisesi var... Ne lezzetlidir kimbilir. Ama sen git üstüne otur. Hadi akıl yok, ağzının tadı olur insanın hiç olmazsa.
***
Daha ikinci sayfaya geçmedim.
Buyurun bir haber daha!
Orhan Gencebay, ‘Bıyıklarımı kesecektim ama Sevim Hanım ‘Olmaz’ dedi’ diyor. Ve ekliyor: ‘Aslında bir kere bıyıksız görmek istiyordum kendimi.’
Göremez. Bırakın bıyıksız yüzünü, gün yüzü gördüğüne şükretsin Orhan Baba’m. Ki demek Sevim Emre açısından henüz bir mahzur yoktur Gencebay’ın gün yüzü görmesinde.
Fakat bütün bunlar kimin iyiliği için?
Tabii ki Orhan Gencebay’ın. Karısını dinlemeyenin başı dertten kurtulmuyor. İsim vermeyeyim şimdi, önümüzde bir örnek var biliyorsunuz.
Sahneye çıkma konusunda ise ‘İstiyorum ama daha tam karar veremedik’ diyor Orhan Gencebay.
Mutabakat sağlanamamış demek...
- Çıkayım mı Sevim?
- Hayır Orhan!
Türk kadınını seviyorum. Patlıcana oturanı da, Sevim Yenge’mi de.
MIŞ-MUŞ
Serdar Denktaş, referandum konusunda ‘Karpuz gibi bölündük’ demiş.
Üslup konusunda anavatanla yavruvatan hiç bu kadar denk düşmemişti.
*
Erdoğan, ‘Faiz bir dünya gerçeği’ demiş.
Manzara farklı yerlerden farklı biçimde görünüyor nitekim.
*
Amerika’da 1912’den beri hiçbir cinayetin işlenmediği kasabada bir Türk, karısını öldürmüş.
‘Tarihe geçmenin iyisi kötüsü olmaz’ diye düşündü herhalde.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2004
<B>2034 </B>yılında herkes kusursuz olacakmış.<br><br>Yağlar anında yakılacak... Kilo derdi bitecek...
Kırışıklıklar tarihe karışacak...
Herkesin 32 dişi olacak...
Göğüsler silikonsuz büyüyecek...
Cilt problemi olmayacak...
Kimse kel kalmayacak...
Mış.
Bugüne kadar duyduğum en moral bozucu haber bu!
‘2034 yılında dünya batacak’ deselerdi müjde sayılabilirdi benim için.
30 yıl... Yaşar mıyım yaşamaz mıyım... Topluca gideceğimizi bilmek yüreğime su serperdi hiç olmazsa. ‘Elle gelen düğün bayram’ diye boşuna dememişler.
Ölümünden sonra dünyanın hálá vur patlasın çal oynasın eğleneceğini bilmesi, insanın içini sızlatıyor ne de olsa. Bencillikse bencillik, ne yapayım.
Hem dünyanın son temsilcilerinden olma ayrıcalığı da var. Gerçi bizden sonraki kuşaklar falan diye bir şey de kalmayacağından kime ne fiyakası olacak bunun, o da başka ya... Aman ne bileyim işte, 2034’te herkesin kusursuz olmasından daha iyidir yine de.
* * *
Hadi iyimser olayım. Allah gecinden verdi, ben de kusursuz oldum 2034’te diyeyim. Fakat o yaşta artık kusursuz olsam ne olacak?..
İnceciğim ama altıma kaçırıyorum...
Vücudumda yağ yok lakin tereyağını krem zannediyorum...
Kafamın dışından saç fışkırıyor, içindeyse akıl kalmamış ki günde üç paket sigarayla 30 yıla kalmaz...
32 dişim var fakat akşam onlarla ne çiğnediğimi hatırlamıyorum...
Cildim pürüzsüz lakin dokunan kalmadığından kimse farkında değil...
Yüzümde kırışıklıktan eser yok ancak gözümün feri söndüğünden gören mumya zannediyor...
Göğüslerim füze gibi, fakat ateşleme sistemi devre dışı kaldığından öyle uzay müzesinde durur gibi duruyorlar...
Budur başıma gelecek olan!
Ellerini çabuk tutup şu günlere yetiştiremediler şu işi ki aklım başımdayken tadını çıkarayım saçımın, dişimin...
Kim için müjde sayılır 2034’te gelecek olan kusursuzluk?
Kabaca bir hesapla şu anda 25 yaşın altında olanlar için.
Ayol, onların umurunda mı şimdi? Şu anda zaten kusursuzlar. Ve bunun sonsuza kadar süreceğini düşünüyorlar. Genç ile yaşlı, erkek ile kadın gibi farklı iki yaradılış biçimi gibi geliyor onlara. Gençler genç kalır, yaşlılarsa zaten yaşlı doğmuşlardır! Bu sebepten 30 yıl sonra gelecek kusursuzluk olsa da olur olmasa da onlar için.
Diyeceğim, kimseye hayrı dokunmadı bu haberin.
MIŞ-MUŞ
Sevgi, kalbi koruyormuş.
İyi; hiç olmazsa ilaç için seveceğiz.
Sakinleştirici ilaçların fazla satılması milletçe asabi olduğumuzu ortaya koymuş.
Bir yandan da bu haplanmış halimiz yani...
Almanlar cep telefonunda Türkçe parçaları tercih ediyorlarmış.
Fabrikalarından girip ceplerinden çıktık çok şükür!
Yazının Devamını Oku