29 Mayıs 2004
‘Şimdiye kadar ciddi anlamda 6 tane ilişki yaşadım.’ Yaş 16.
‘Şimdiye kadar 5 sevgilim oldu.’
Yaş 15.
‘İlk kez 12 yaşında öpüştüm.’
‘İlk öpüştüğümde 13 yaşındaydım.’
‘İlk kız arkadaşım ilkokul 5’te oldu. İlk öptüğüm de oydu.’
İnsan her yaşta kendisiyle ilgili bir şeyler öğreniyor. Ben tuhaf bir çocukluk geçirdiğimi şimdi anlıyorum mesela. Evet, 23 Mayıs 2004’te anladım bunu. Sibel Arna’yla Savaş Özbey’in ‘Liseli Gençlik 2004’ araştırmasından... 2004 yılı liselilerinin portrelerini okurken benim de çocukluk portrem çıkıverdi aradan.
Baktım da benimki daha çok İmam Hatip Lisesi öğrencilerininkine benziyor. ‘Cinsellikle ilgili bilgim yok, bu konuda bir yayın takip etmiyorum, hiçbir deneyimim de olmadı. Hayatta hiç öpüşmedim’ demiş İmam Hatipli genç. Bana da sorsalardı bunu derdim, 16 yaşında.
Gerçi vardı esmer sıska bir oğlan... Okulun kapısında beklerdi. Ben de çıkınca bakardım orada mı diye. Bilmiyorum, belki de kapkaççıydı, bir punduna getirse soyacaktı beni. Fakat o zamanlar hem bendeki paranoya hem de kapkaç hadisesi henüz baş gösteremediğinden kendisini ‘Beni beğenen çocuk’ olarak nitelendirdim yıllarca. Evet yıllarca. O zaman erkekler sabırlıydı. Aynı zamanda ketum. Yanıma gelip tek laf etmeden tarihe karıştı gitti çocukçağız.
İlk defa kaç yaşında öpüştüğümü ise burada şeytmeyeyim. Aksi halde gençler adam yerine koymayabilirler beni.
Aslında iyi olan hangisi tam karar verebilmiş değilim. Yani erken kalkıp çok yol almak mı yoksa yola geç çıkmak suretiyle tazeliği ileriki yıllara ertelemek mi? Şu yazı işi mesela... 20 yaşımdan beri yazıyor olsaydım şimdi ‘dinozor’ diye çağırılıyor olacaktım. Oysa çiçeği burnunda bir yazıcı sayılıyorum.
İlkokulda öpüşmeye başlayanların 45 yaşındaki halini çok merak ediyorum. Tecrübeden çatlayarak patenti onlara ait öpüşmeler mi sürerler piyasaya, yoksa öpüşürken bir yandan da fasulye ayıklayacak hale mi gelirler artık... Bir de bunu araştırmak lazım.
Bir viski lütfen!
Bugün cumartesi. Hafta sonu yani. Bir başka deyişle rehavet zamanı. Derdi kederi bir yana atmak lazım. Şundan bundan yakınmayı... Mesela şimdi kalkıp elektrik faturasını nasıl ödemeye muvaffak olamadığımı anlatsam okumazsınız. Ama anlatacağım hikáye gülünç. Zira güleriz ağlanacak halimize.
Efendim durum şu: Bu memlekette yasal elektrik kullanımına mani olmak için caydırıcı önlemler alınmış.
Nasıl mı?
Bir gün elektrik faturanızı ödemek için yola çıkıyorsunuz. Üzerinde ‘banka’ yazan her kapıdan içeri giriyorsunuz. Fakat ödeyemeden dışarı çıkıyorsunuz. On sekizinci kapıdan çıkarken artık canınız burnunuzdan geliyor, her şeye lanet okuyup eve dönüyor ve gereğini yapıyorsunuz, bir daha fatura matura gelmiyor.
Geçtiğimiz pazartesi günü elimde faturayla girdiğim bankalarda memurlarla aramda şu konuşmalar geçti:
- Biz elektrik faturası almıyoruz.
- Ama faturanın arkasında bankanızın ismi var.
- Olsun, almıyoruz.
Bir başka banka...
- Biz TEDAŞ’ınkini alıyoruz sadece.
- Ama faturanın arkası...
- Siz ona bakmayın.
Demek her yazılana inanmama gereği burada da var.
Ondan sonra denemeye giriştiğim bankaların bir kısmından saat 10.30’a kadar, bir kısmındansa öğleye kadar ödeme yapılabileceğini öğrendim. Öğleden sonra banka hüviyetinden çıkıp bar oluyorlar zahir. Fıkradaki Temel’in bankadan içeri girip bankoya yaslanarak ‘Bir viski lütfen’ demesi boşuna değilmiş demek.
Bir kısım bankaya ise sadece otomatik ödeme yapılabiliyor.
Fakat en nihayetinde bir banka ‘Alıyoruz’ dedi. Ama alamadı maalesef. Benim fatura bilgisayarda görünmedi. Zaten eminim görünecek olsaydı da ya o anda elektrikler kesilirdi, ya sistem arızalanırdı. Olmadık şeyler değil. Hatta olmadığı zaman yok gibi.
Diyeceğim, yakında gazetelerde ‘Kaçak elektrik kullanan ünlüler listesi’nde adımı görürseniz, hikáyesi budur.
MIŞ-MUŞ
Türkler’in çoğu lider ruhlu oğlak burcundanmış.
Seri lider imalatı. Hepsi de defolu çıkıyor lakin.
Devlet, Erol Aksoy’un 38 şirketine el koymuş.
Vaziyet iki musluklu havuz problemi...
Bir yandan özelleştirme bir yandan devletleştirme.
Hükümet, Ortadoğu bildirisinde yer alan ‘Irak’ta laik, demokratik bir yönetim istiyoruz’ ibaresinde yer alan ‘laik’ ifadesini istememiş.
‘Orada laikliğe mani olabilirsek komşuda pişer bize de düşer’ diye düşünmüşlerdir.
Deniz, ‘Artık Unkapanı’nın Özcan’ı değilim’ demiş.
O artık imajların Özcan’ı.
3.Boğaz Köprüsü ormanı vuracakmış.
Zaten bu memlekette ağaç dediğin, gereğinde göreve çağırılacak intihar komandosu.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2004
Mualla Mezhepoğlu
Vay be! Bir kerecik ‘mail’ dedim diye Türkçemizin elden gittiği yolundaki endişeniz arttı öyle mi?
Ayol araya neredeyse Türkçe kelime serpiştirerek yazanların, konuşanların yanında ben sütten çıkmış ak kaşık sayılırım. Merak etmeyin Türkçemizi ben de sizin kadar koruyup kollayan biriyim. Benimki biraz da mecburiyetten gerçi. Yabancı dilim yok zira. Var da lise düzeyinde Fransızca. O da Türkçe’ye darbe vurmaya yetmiyor.
***
Bora Yazıcı
A sazanım!
Tuğçe Baran’ın Mutlu Tönbekici (Bak bu sefer doğru yazdım) olduğunu bilmeyen mi var bu piyasada? Ama okur bilmiyor. Onun için iki ayrı şahsiyet muamelesi yaptım. Sen bunu akıl edememiş miydin? Hem biz telefonlaştık Mutlu’yla, sen kış uykusundan yeni mi uyandın? Haziran geldi ayol...
***
Nurol Ceylan
‘SSK müfettişlerinin hem babadan yetim maaşı alıp hem de sigortalı bir işte çalıştığını tespit ettiği 18 bin kız çocuğundan sadece birisiyim (...) Lütfen bizim bu sorunumuzla ilgilenin ve bizlere nasıl haksızlık yapıldığını görün.’
Yıllardır ‘Saçı bitmedik yetimin hakkı’ dedik durduk, bu arada yetimler de boş durmamışlar maşallah!
Ama ben yine de SSK’ya seslenmek suretiyle yardım etmeye çalışayım.
SSK,
Bu çocuklardan, fazladan aldıkları 210 milyona karşılık 4 milyar ceza ödemelerini istiyormuşsun. Tamam kimi kanunları bilmediğinden, kimi bilerek yasal olmayan bir iş yapmışlar. Ama işadamlarıyla pazarlık masasına oturup kolaylık sağlayanlar şu yetimlere de anlayış gösteremez mi?
Mesela... Bu çocukların aldıkları fazla paranın bir kısmı eğer onlar almasaydı annelerinin alacak olduğu bir para. İşlem yapılırken annelerin alacağı düşüldükten sonraki miktara faiz ve ceza uygulanamaz mı?
***
İlhan Bekbay
Başıma bir de ‘eski makalelerimin(!) kopyasını okurlara gönderme işi’ çıkarma be güzelim!
Bul internetten, oku, gönder, ezberle, ne yapacaksan yap! Sen ev ararken de ‘Sahibinden kiralık’ olmasını tercih ediyorsundur herhalde.
***
Köksal Bayraktar
‘65 milyon mükemmellik abidesini gördü.’
Beyaz’ın programına katıldım ya geçen gün... Köksal pek beğenmiş beni.
Köksal’cım,
Program geç vakitte yayınlandı, hani 65 milyonun üç beş kişisi uykuda idiyse, dolayısıyla ‘abide’yi kaçırdılarsa diyorum... Yani acaba program program gezsem mi, ne dersin?
MIŞ-MUŞ
Tarihi İshakpaşa Sarayı’nın çatısını sacla kaplamışlar.
Bir de alüminyum doğrama taktılar mı İshakpaşa Sanayi Sitesi için bir eksiği kalmaz.
*
Türkiye’de her 3 kişiden biri cinsel sorun yaşıyormuş.
Öteki iki kişinin biri çocuk, diğeri yaşlıdır.
*
Çevre kirliliği ikiz doğurtuyormuş.
Bir de beğenmezsiniz...
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2004
<B>GERÇİ</B> insanoğlunun yaşamak için avlanmaktan başka çaresinin olmadığı günler çok geride kaldı... Yüzyıllarca geride... Ama genlerinden silinmedi demek. Avcılardan bahsediyorum. Biliyorum onlardan çok var ve kızacaklar şimdi bana ama onlara ‘ilk insanlar’ diyorum ben.
‘İlk insanlar’ın bir kısmı ‘maksat doğada yürüyüş yapmak’ şeklinde açıklıyorsa da durumu, ben yemiyorum. İnsan dağ bayır tırmanırken bir de o ağır tüfeği neden taksın omuzuna... Temiz hava almak için kan akıtmak pek inandırıcı değil.
‘İlk insanlar’ öldürmeyi seviyorlar aslında. Kimseyi kandırmasınlar. Kan görmek istiyorlar. Ufuk Güldemir ne diyor mesela, -ki kendisini çok severdim, beni hayal kırıklığına uğrattı- ‘Kar ve kan bu kadar mı yakışırmış birbirine? Kızıl kar yağar mı hiç? Ayı ölünce kızıl kar yağıyor ey okur...’
Bu yazıyı döşenmeme neden olan satırlar da bunlar zaten. Ayıcığın kanı akmış karın üstüne. Benimse şu anda kesseler kanım akmaz. Dondu çünkü.
Penisinin içinde kemik olan tek canlıymış ayı. Hani kuşları, geyikleri falan da vurmasalar ayıya bu yüzden garezleri var diyeceğim. Kemiğin topuzunu gümüş kaplayarak içki karıştırıcısı yapıyorlarmış. ‘Ellerimle penisini açıp kemiğini çıkarıyorum’ diyor Güldemir. Bense bunu tahayyül bile edemiyorum. Ama bayramlarda kurbanı kendi elleriyle kesip hayvanın derisini henüz seyremekte olan etinden ayıranlar için zor değildir anlamak tabii.
* * *
Bence insanlar ikiye ayrılıyor.
Öldürebilenler ve öldüremeyenler.
Diğer bütün sınıflamaların kaynağı da bu olabilir. Sınıflamaların anası yani.
İki gruptaki kişilerin birbirini anlaması zor. Onlar beni hiç anlamıyorlar şimdi, biliyorum.
Benim onların dışında anlamadığım başka şeyler de var. Mesela insanoğlunun yaradılışı nasıl birbirinden bu kadar farklı olabiliyor? Bu zeki olmakla olmamak gibi bir şey değil. Bisiklete binebilmekle binememek gibi de değil. İki gruptan birinin mensupları arızalı doğmuş sanki... Üç bacaklı olmak gibi falan... Öyle geliyor bana. İlla onlar arızalı demiyorum. Belki de ‘insan’ın tarifinde bu da vardır. Vahşi.
Anlamadığım bir başka şey de hayvan dostu bizim gazetenin bir ayının öldürülüş hikáyesini neden yayımladığı. Editörlerimizden Doğaner Gönen’e buradan sevgilerimi yolluyorum. Onun sayesinde hiç olmazsa birinci sayfadan verilmediğini öğrendim çünkü.
Son olarak diyorum ki... Hayvanların bir iyiliği daha dokunuyor bize farkında mısınız? Canlarını vererek canımızı koruyorlar. Şu son cümleyle ne demek istediğimi anlatabilmişimdir inşallah.
MIŞ-MUŞ
Erdoğan ‘Pilot işi biliyor, panik yok’ demiş.
Kaç pilotun uçağı düşmekten kurtaramadığını da herkes biliyor.
Diyet ürünleri şişmanlatıyormuş.
Ne diyeyim, zaten kendisi Temel fıkrası gibi.
‘Türk tipi suç’ tarih olacakmış.
Türk’ün kimyasına rağmen mi?
Meltem Cumbul, ‘Türkiye’nin yüzüyüm’ demiş.
İyi. ‘Türkiye’nin kıçı’ olanlardan gıda geldi zira.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2004
<B>E,</B> mesele yok o zaman. Kadın kısmı da öyle dediyse... Pat diye lafa başladım ama... Efendim, TESEV bir araştırma yapmış, Türkiye’de kadınların yüzde 64.4’ü evin reisinin erkek olduğunu düşünüyormuş. Demek Türk Medeni Kanunu’ndan ‘Evin reisi erkektir’ ibaresi kaldırılmadan önce referanduma gidilseydi kaldırma falan olmayacaktı.
Lüzumsuz işler... Halbuki alan razı satan razı yuvarlanıp gidiyoruz işte. Fakat biri kalkıp bir icat çıkaracak illa. Kime sordunuz kaldırırken? Bakın TESEV sormuş, ne çıkmış netice olarak?
‘Evin reisi erkektir.’
Zaten karıyla kocanın arasına girilmezmiş. ‘Şeytan bile girmez’ derler. Hiç kocasından dayak yiyen kadını kurtarmaya kalktığınız oldu mu? Benim başıma geldi bir kere. Kadın ne dedi dersiniz... ‘O benim kocam, sever de döver de, sen karışma!’
Öyle kalakaldım. Arabozucu olarak.
Bir kesim var ki herhalde dayak yemezse kocası tarafından kale alınmadığını düşünüyor. Öyle ya, adam elini kaldırmaya bile tenezzül etmiyor, tüm ilişkisini bitirmiş demek... Dayak da bir iletişim yolu neticede. Ne bileyim...
Onlar kim, biz kim diye düşünmeyin. Hiç ummadığınız, size benzeyen kişilerin ilişkilerinde de dayak olabiliyor. Fakat o insanların sığınma evine gidecek halleri yok tabii. Konumları itibarıyla. Bu durumda kimsenin haberi olmuyor haliyle. Yani ‘gizli zengin’ gibi ‘gizli şiddet’ de yığınla memlekette.
* * *
Şimdi gelelim evin reisliği için erkeği seçen kadının mayo seçimine...
Bu daha önemli ve ciddi bir konu olduğundan kendi başına ‘Şudur’ diyemiyor kadın. Yol göstericilere ihtiyaç duyuyor. Kimdir yol gösterecek olan? Gazeteler tabii. Her sene bu zamanlar kadınlara ışık tutuyorlar. İyi, hoş. Benim takıldığım, koskoca kadınlar ordusunu topu topu dört tipe ayırmaları.
Göğsü büyük olanlar.
Göğsü küçük olanlar.
Toplu olanlar.
İnce olanlar.
Bu kadar mıdır yani? Karakter bile 12 çeşitken... Burçlardan utanır insan...
Kıçı yere yakınlar ne olacak mesela... Beli omuzundan geniş, karnı göğsünden ileride olanlar... Onlara sessiz bir tavsiye var demek... ‘Mayo sizin neyinize!’
Bir de şu var: İnsan hem toplu hem küçük göğüslüyse ne olacak? İki tipin mayosu ayrı. İkisini üst üste mi giyecek kadın? Bunlar belirtilmiyor. Sonra, ‘toplu’dan kasıt nedir? Öyle ortada kalmış mesele.
Yapılacaksa tam yapılmalı bir iş. İnternet denen şey var bu zamanda... ‘Fotoğrafını gönder mayonu gönderelim com.’ diye bir site açacaksın... Herkese özel mayo çıkacak ortaya.
İstenilirse bir site daha kurulur... ‘Mayonu göster sana kim olduğunu söyleyeyim com.’ Misal altı boyuna çizgili, ortası benekli, üstü enine çizgili, tek paçası uzun, karpuz kollu mayonuzu gösteriyorsunuz, cevap geliyor... ‘Hilkat garibesi.’
Her işi ciddiye almak lazım.
MIŞ-MUŞ
Hamburger Türk icadı çıkmış.
İşin içinde et değil de köfte oluşundan anlamalıydık.
Ecevit, ‘Üç ay sonra yokum’ demiş.
Eyvah! Dünya batıyor mu yoksa?!
Cem Uzan askere gidecekmiş.
Tanrı ordumuzu korusun!
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2004
Sevgili Babacığım, ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ derler ya... Doğruymuş. Biz yine korkuyoruz. Bir zamanlar komünizmden korkardık, şimdi şeriattan korkuyoruz.
‘Bu kış komünistler gelecek’ diyerek vatandaşın yüreğine korku salan bir devlet büyüğü bile varmış eskiden, sen hatırlarsın. Şimdi de şeriatı bekliyoruz bakalım... Temennim bunun da beklene beklene ‘out’ olup gitmesi.
Fakat bu sefer işimiz eskisine oranla daha zor. Nedenine gelince... Birincisi komünistlerin lisesi yoktu, ikincisi hiçbir zaman komünizm yanlısı bir hükümetimiz olmamıştı.
Bakalım, on seneye kadar şeriat da fos çıkarsa yerine yeni korkular koyacağız elbet. Korkmadan yaşayamayız biz. Genlerimize işlemiş.
Fakat manyak da değiliz tabii. Öyle durduğumuz yerde aniden korkmuyoruz bir şeyden. Bir hazırlık safhası oluyor.
Mesela, İHL diye bir okul icat ediyoruz. Oralarda çocuklara ileride mevcut rejimi yıkmaları için eğitim veriyoruz. Bu arada mahalledeki kadınlara pasta yapmayı öğretmeye kalksan devlet günde kırk kere ‘Ne oluyor burada!’ diye kapına dayanır, o başka.
Uzatmayayım, dediğim gibi bir hazırlık safhası oluyor. Yaratma aşaması da diyebiliriz. Kendin yarat, kendin kork! Bir nevi trafik canavarı gibi bu da.
Neyse... İnşallah bu endişemiz de bir zamanlar Refahlı belediyelerin otobüslerinden açık başlı kadınların dövülerek indirileceği yolundaki korkularımız gibi yersiz çıkar. Ben razıyım yeni korkulara...
İKTİDARA DERS!
Bu arada çok güzel bir şey oldu, Sabancı Holding’de Sakıp Sabancı’dan boşalan koltuğa Güler Sabancı oturdu. İki amca ve onca erkek çocuğa rağmen... Türkiye’de alışık olmadığımız bir durum tabii. Çok hoşuma gitti doğrusu. Ben beceremem ama derinlere dalıp kum çıkarma yeteneği olanlar, bu seçimin, Sabancı Ailesi tarafından iktidara verilmiş bir ders olduğunu iddia edebilirler.
SATENİ SOPAYA SARSANIZ...
Bir sevindirici haber daha...
Bu yıl Türkiye’de yapılan Eurovision yarışmasının altından başarıyla kalktık, çok şükür. İnanmayacaksın ama bütün Avrupa bize hayran kaldı. Bugüne kadar böyle organizasyon görmediklerinden değil tabii, bizden beklemediklerinden... Doğuştan dilsiz birinin, bir gün aniden anlaşılır bir kelime çıksa ağzından... O misal.
Fakat o gece en büyük başarı, Meltem Cumbul’un modacısıyla kuaförünündü. Kafa kafaya verip ‘Bu kızı nasıl kötü gösterebiliriz’ diye epey uğraştıkları belli oluyordu. Meltem’i her zaman görürüm, bir kot, bir tişörtle bile güzeldir oysa.
Yalnız ben buna daha önceden de dikkat ettim, kim çok şık çok güzel olmak için emek harcarsa sonuç ters tepiyor.
Bu arada kadınlara naçizane bir uyarıda bulunmak istiyorum. Saten gibi parlak kumaşları sopaya sarsanız, sopada altı aylık hamile misali bir karın peydahlandığını görürsünüz, aklınızda bulunsun!
‘Bana ne bunlardan’ dediğini duyar gibi oluyorum babacığım. Haklısın ama ben de iki arada bir derede kaldım. Ciddi bir konuya parmak basayım diyorum, ‘Size mi kaldı’ diyorlar; Emine Erdoğan’ın ayakkabısının topuğundan bahsediyorum. ‘Vay! Memlekette bunca sorun varken...’ diye ayağa kalkıyorlar. Ne tarafa kalem sallayacağımı şaşırdım.
TÜZÜĞÜ GÖRÜRLER...
Buyur sana önemli bir haber!
CHP’de isyan çıkmış.
Bir dakika... Hemen ‘Bu benim gençliğimden kalma bayat haber’ deme! CHP bu konuda daima kendini yenileyen bir parti. Bu dediğim, en son, en yeni, taptaze bir isyan. ‘30’lar isyanı’ymış adı. 30 kişi olduklarından... İnşallah bir vazgeçen olmaz. Ya da iki kişinin daha isyan edesi gelmez.
Bu memlekette Neşe’nin kepek sorunu bile halloldu fakat CHP’nin tüzük sorunu hálá sürüyor. İsyankárlar tüzük değişikliği istiyorlarmış. Evvelallah Deniz Baykal tüzüğü gösterir onlara. Yolu CHP’ye düşüp de dünyanın kaç tüzük olduğunu görmeyen adam mı var?
İŞKENCEDE REFORM!
Bak, bu da çok önemli bir haber!
‘Ne açıdan?’ dersen, yüzsüzlüğe çok iyi bir örnek teşkil etmesi açısından.
ABD, insan hakları raporu yayımlamış. Her sene yapıyor bunu gerçi de bu sene yüzünü kasap süngeriyle silmesi gerekiyordu önce. Silmiş.
Eksik olmasın, Türk Hükümeti’nin de insan haklarına saygılı olduğunu belirtmiş raporda. E, kendilerine bakınca, Hitler’in mezar taşına madalya çakılması bile uygun olur tabii.
Fakat yine de bizden küçük bir şikáyeti var ABD’nin. İşkence olaylarına dair haberler gidiyormuş buradan. Konuya açıklık getirilmemiş ama benim tahminim demodeliğimizden yakındığı yolunda. Hükümetten reform isteyebilir. ‘Siz hálá annenizin işkencesini mi uyguluyorsunuz; biz adamın üstüne işiyoruz.’
Burada durumlar böyle babacığım.
Tekrar yazarım, hoşçakal.
MIŞ-MUŞ
Petek Dinçöz, ‘Bomba gibi geliyorum’ demiş.Nasıl bombaysa... Patlıyor, ses yok!
Penis boyunu 5 cm.’e kadar uzatabilen doktor iflas etmiş.Demek uzatmayan kalmadı.
ABD, Türkiye’den talim yeri istiyormuş.Beceriksizliğin de talimi oluyor demek.
AB ‘Türkiye’nin altı temel eksikliği var’ demiş.Öteki altmışaltı eksiği ise bilahare bildirecekler.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2004
<B>BAŞLIĞA </B>aldanmayın! Bugün cevap falan vermiyorum. 16 Mayıs Pazar günü bu köşede yer alan <B>‘Yazar Değil Okurum’</B> başlıklı yazıma gelen mail’leri sizlere yorumsuz sunuyorum. Sebebine gelince... Ben sorularıma cevap aramıştım, okurum vermiş eksik olmasın. E, cevabın cevabı, cevabın cevabının cevabı şeklinde gitmesin bu iş. Burada bitsin.
* * *
Mustafa Yaman
‘(...) Türkiye’nin önünü kim açacak? Üniversiteler. Bu yapıyla mı? Her rektör seçiminden sonra iplerin gerildiği, kimin kime oy verdiğinin hesabının yapıldığı, verdikleri oylara göre muameleye tabi tutulan öğretim üyeleri... Bunların asgari müştereklerde birleşmeleri mümkün görünmüyor.
......
Peki bu çocuklar üvey evlat mı? Meslek liselerinin önü kesilirken de aynı taktik uygulanmıştı.
......
Lütfen bunların önünü tıkamayalım. İkinci sınıf vatandaş muamelesi yapmayalım.
......
Bir kaşık suda fırtınalar koparmayalım.’
* * *
A.B.
‘(...) Üniversiteler müspet ilim eğitimi verirler ve de öyle olmalıdırlar. Akıl yerine inanç, ilim yerine dogma öğrenimi almış ve beyinleri bu şekilde formatlanmış kişilerin üniversiteden bekleyebilecekleri bir şey olmadığını sanıyorum (....)’
* * *
Evren Yüksel
‘Yapma be Pakize Abla, vallahi AKP’nin yolu sonunda sen ne göbek atabileceksin ne de gazinolarda şarkı söyleyebileceksin. Ama ‘Ben o zaman ihtiyarlamış olur, hacca gider, bir şeyhin zevcesi olurum’ dersen diyecek söz kalmaz. (....) Bizden söylemesi gün gelir Ertuğrul Abiniz bile size bu günkü özgürlüğü sağlayamaz.’
* * *
Lütfullah Parıltı
‘(...) Bazıları Cumhuriyeti korumaya çalışırken Türkiye’de (laik, başörtüsü takmayan, modern giyimli, bağnaz olmayan vs. ölçülerde, namaz kılarken görülünce veya hacı olduğunu öğrenince hayretler içinde kalacağız) Müslüman olarak yaşayan sayısı çok fazla olan insanları yok sayıp kırdıklarının farkında değiller. (....)’
* * *
Yücel Usta
‘Bravo doğrusu, bugünkü yazınızı gerçekten takdir ettim. Sıradan bizim gibi insanların kafasındaki soruları teker teker sormuşsunuz. Merak ediyorum acaba aynı konular Meclis’te de tartışılırsa ortada sorun falan kalır mıydı?
Bütün bu karmaşa da zaten olaylara bakış açılarının yanlış olmasından kaynaklanmıyor mu? Biri İHL dediği zaman öbürü Atatürkçülük, laiklik elden gidiyor diye bağırmaya başlıyor. Olay çözüme geldiğinde ise somut olarak hiçbir şey üretmeme eğiliminde oldukları ortaya çıktığına göre, bu, Atatürkçülük ve laiklik sömürüsü değildir de nedir? Bunca yıldır hükümette Atatürkçülük, laiklik çığırtkanlığı yapıp devleti (halkı) soyanlara sormak isterim, ‘Yolsuzluk, adam kayırma ve zümrecilik Atatürk’ün hangi ilkesi?’ diye.
* * *
Ali Günay
‘‘Yazar değil okurum’ başlığı atmışsınız; yazmışsınız ama okumamışsınız veya (domuzuna) böyle yayınlatmışsınız bugünkü yazınızı. Bu ‘domuzuna’ sözcüğü eski dilde ‘tecahül-ü arif’ (bilip bilmezlenme) anlamındadır ve bu terimin ‘köylü kurnazlığı’ denen bir özel tavrı anlatma gereksiniminden türediğini sanıyorum. Biliyorum köylü değilsiniz ama yazınızdaki tavır bu tanıma giriyor. Masum bir ‘saftirik’ okur havasında kamuoyuna sorduklarınızın ‘öğrenme amaçlı soru’ değil, imam hatiplere karşı olan görüşleri ‘yargılayıcı bir sorgulama’ olduğu da apaçıktır.
.....
Amacı ‘yalnızca öğrenmek’ olan, sessiz sedasız bir bilene sormaz mı? Üstelik bu konuda siz çok talihli sayılırsınız, yakınınızda ‘bilmediği konu olmayan’ Cüneyt Ülsever adlı bir filozof var.’
MIŞ-MUŞ
Rahmi Koç ‘Doların çıkışı benim için sürpriz olmadı’ demiş.
Ne sıkıcı hayat! Oysa sokaktaki adam olsa sürpriz sürpriz üstüne...
Boğaz’a teleferik yapılacakmış.
Vapur, köprü, tüp, teleferik derken geriye vatandaşa birer kanat takılması kaldı.
Erdoğan ‘Arjantin olmamızı aile yapımız önledi’ demiş.
Darısı İran olmamızı engelleyecek bir şeylerin başına!
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2004
<B>HANİ </B>kapı çalınınca bir telaş ortalığı toplayan kadınlar vardır... Ivır zıvırı koltuğun, çeri çöpü halının altına sokuşturan... Ya da misafir odalarını hatırlar mısınız?.. Gençler bilmezler. Her evin bir misafir odası vardı eskiden. Adı üstünde, misafir gelmediği zamanlarda ev halkının kapısından adım atmadığı odalar... İçeriye kabul gününden kabul gününe girilir, sehpaların tozu alınır, koltukların üzerindeki çarşaflar kaldırılır, ayın 29 günü yaşamayan oda bir günlüğüne hayat bulurdu.
Kabul gününü de bilmeyen vardır şimdi. Kadınların her ay misafir kabul ettikleri bir günü olurdu. Ayın ilk çarşambası mesela... Ya da her ayın bilmemkaçı. Herkes bilirdi ki Nebahat Hanım kurabiyeleri, poğaçaları hazırlamış, çayı demlemiş bekliyor. ‘Günüme gelmedin’ sitemleri, ‘O benimkine bir kere geldi, ben onunkine iki kere gittim’ hesapları yapılırdı.
Fazladan insan yüzü gördüğü de olurdu misafir odalarının. Mesela komşu çocuklarının ‘Müsaitseniz bu akşam annemler size oturmaya gelecek’ dediği günlerde...
Misafir odasını gören, ev sahibinin pek temiz, pek tertipli olduğunu zannederdi. Oysa yolları oturma odasına düşseydi bir... Biri ortada öbür teki çekyatın altına kaçmış terlikler, içi dışına çıkmış gazete, iki gündür mutfağa gitmeyi bekleyen boş bardaklar, dolu küllük, oraya buraya saçılmış ıvır zıvır...
Belki de Anadolu’da hálá varlığını sürdürüyordur misafir odaları... Neyse ki biz buralarda dünyaya bir kere gelindiğini idrak etmiş bulunuyoruz. Evin en güzel köşesinde, en güzel koltukların üzerinde fink atıyoruz. Misafirlik bir şeyimiz kalmadı. Her şey bizim. Gerçi yine de koltukların üstüne kılıf diktiren var hiç olmazsa. Tam şeyttiremedik yani. Genler izin vermiyor.
* * *
Nereden aklıma geldi şimdi bu konu... NATO’dan. İstanbul’da yapılacak NATO zirvesine hazırlıklar bana aslen pasaklı fakat görünüşü kurtarmakta başarılı olan kadınları hatırlattı.
Hummalı bir çalışma var İstanbul’da. Zirve için gelecek olanlar ‘Pes doğrusu! Bu temizlik, bu düzen...’ desinler diye uğraşılıyor.
Bakın bu durumu haberli hastane teftişlerine de benzetebilirdim. Şimdi aklıma geldi. Ya da kızların görücüye çıkma hadisesine... Oğlan tarafı kızı görür beğenir, düğünden sonra ‘Bu kız o kız mı?’ deme noktasına gelir hani...
Bunca benzetmeden sonra diyeceğim şu: Güvenliğin sağlanması ve organizasyon hazırlıkları dışında bir hazırlık yapılması gerekiyorsa birileri geleceği zaman, o ülkenin daha çok fırın ekmek yemesi gerekiyor demektir. Ve demektir ki bunca zaman burada yaşayan bizlere reva görülen şartlar pek de matah değildir.
Fakat ben şahsen çat kapı geleni içeri buyur edemeyeceğimiz bir İstanbul’umuz olduğunu düşünmüyorum. 24 saat yaşayan bir şehir... Olacak artık o kadar. Ama işte yabana olduğumuz gibi görünemiyoruz bir türlü. Yöneticilerin hepsi misafir odalı evlerde büyüdüler çünkü. Birkaç kuşak sonra ancak...
MIŞ-MUŞ
Eurovision dolayısıyla tüm Avrupa bize hayran kalmış.
Zaten ikisinin ortasını görmedik hiç; ya düşmandırlar ya hayran!
Telekom’da ucuzluk başlıyormuş.
Faturalar, konuşmaların içeriğine uygun olsun diye düşündüler herhalde.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2004
<B>ÖNCE </B>şunu söyleyeyim, bu okuyacağınız yazı Hürriyet yazarı <B>Pakize Suda’</B>nın değil, sade vatandaş <B>Pakize’</B>nin satırlarıdır. Nedenine gelince... Kendisine köşe teslim edilmiş biri, netleşmiş fikir ve bilgileri okura sunmak durumundadır diye düşünüyorum. Gerçi biz, yani piyasada ‘light yazar’ olarak isimlendirilenler daha değişik bir tarzın temsilcileriyiz. Bizim yaptığımız, aklımıza gelen her konuda yüksek sesle düşünmek biraz da. Ama bazı konular var ki ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması gerekiyor. Laga lugaya gelmez. İşte bugünkü konu gibi. Hassas yani.
Bu yüzden bu yazıyı yayımlanması için ‘Söz Milletin’ köşesine göndermem daha doğru olurdu belki. En iyisi siz öyle farz ederek okuyun aşağıdaki satırları.
* * *
Gelelim sadede...
Benim şu imam hatip liseleri konusunda kafam karışık. Son günlerde basında yer alan neredeyse her yazıyı okudum. Tam sorularıma cevap bulmuşken bir başkası yeni sorular oluşmasına neden oldu. İşin içinden çıkamadım.
Mesela,
İmam hatip liseleri hammaddeyi mamul maddeye çeviren fabrika misali, gelen öğrenciyi rejim düşmanı yapar da mı mezun eder? Bu mudur oralarda verilen eğitim?
İmam hatip liseleri rejim için hakikaten bir tehlike arz ediyorsa, neden yumurta kapıya gelinceye kadar beklendi? Geçmiş hükümet üyelerinin esas bu yüzden Yüce Divan’a gitmeleri gerekmez mi o zaman?
İmam hatip lisesi mezunları yargıç, kaymakam, vali olurlarsa yasaları hiçe sayıp kendi yasalarıyla mı iş görecekler?
İmam hatip liselerinin sayısı çoğalırsa, misal beşe katlanırsa, hakikaten dolar mı o okullar? Yani çocuğunu o okullara göndermek için can atan, bekleyen o kadar çok aile var mıdır Türkiye’de? Ya da okul sayısı arttı diye görüşünü değiştirecek olan? Varsa, iş işten çoktan geçmiş demek değil midir?
İmam hatip lisesi mezunlarına üniversite yolunun açılması demek, hepsinin hemen üniversitelere doluşması mı demektir? Türkiye’de üniversiteye girmek öyle kolay mıdır? Fen lisesi mezunları bile açıkta kalırken...
Tasarının, dini eğitim almış Müslüman öğrenci-almamış öğrenci ayrımı yaratmasından korkanlar şu anda ters yönde aynı ayrımı yapmış olmuyorlar mı?
Rejimi korumak için, dini eğitim alana üniversiteyi yasaklamak mantıklı mıdır? Yoksa üniversite eğitimi insanın aydınlanmasına, bilinçlenmesine, daha özgürce yolunu bulmasına yardımcı olacağından keşke alınsa mıdır? Üniversite çağları geç midir aydınlanmak için? Ama çoğumuz üniversitede devrimci olmadık mı? Gerçi oraya geldiğimizde bir şeylere inanmış birileri değil, saf birer Anadolu çocuğuyduk, o da var.
* * *
Sanki yeni yasadan yanaymışım gibi mi görünüyor?
Asla değilim. Ama karşı da değilim. Çünkü bilgisizim. Yani zincirin halkalarını zihnimde takip ederek ne ‘Bir şey olmaz’ diyebiliyorum ne de tehlike görebiliyorum.
Sadece korkuyorum. Duyduklarımdan, okuduklarımdan... Ve artık korkarak yaşamak istemiyorum. Biri çıkıp yukarıdaki sorulara ‘Yok canım, ne münasebet, asla’ desin, beni rahatlatsın istiyorum. O biri Tayyip Erdoğan olabilir mesela. Eğer bir kısım vatandaşın mağduriyetini gidermekse maksat, bu toplumda infial uyandırmadan, bir orta yol bulunarak yapılabilirdi herhalde.
Bekleyip göreceğiz bakalım... ‘Dediğim dedik’ tavrını sürdürmesi halinde; ilk defa, oy kaybedip ilk seçimde gitme pahasına ideallerinden vazgeçmeyen bir başbakanımız olacak. Vatandaşta şans mı var... Her türlüsünün ucu ona dokunuyor.
MIŞ-MUŞ
Denktaş gelecek yılki seçimde aday olmayacağını açıklamış.
Allah Allah! 1 Nisan’dan kalma haber olmasın bu?
*
Aysu Baceoğlu, ‘Çirkin erkek seviyorum’ demiş.
Neydi o laf... Ha, ‘İnsanın cebi güzel olsun’.
*
Arabesk dinlenen mekándaki menekşe ölüyormuş.
Karşı penceredeki menekşeye kavuşamayacağına kanaat getiriyordur.
Yazının Devamını Oku