MUZAFFER Buyrukçu’nun aramızdaki unvanı "Edebiyat Mareşali ve Arnavutluk Prensi Muzo" idi. "Arnavutluk Prensi" unvanına karışmam ama edebiyatın meydan savaşları kazanmış bir mareşalidir.
Edebiyat ve sanat dünyasında "idi" takısı yoktur. Bütün fiiller şimdiki zamanda çekilir.
* * *
Türk edebiyatının büyük yazarı, hele günlükleriyle, bence en büyük yazarı, bir gariban, bir hane berduş gibi öldü.
Ama ölüme doğru ilk ciddi adımını attığı ocak ayında, bazı insanların işbirliğiyle geçici olarak ölümün elinden alınmıştı. Bu dönemi, Hürriyet Gazetesi’nde 5 Ocak 2006 günü yayınlanan "Muzaffer Buyrukçu Yoğun Bakımda" başlıkla yazımda dile getirmiştim.
İki üniversite hastanesi, para peşin diyerek Muzaffer Buyrukçu’yu acil servislerine almamıştı. Bir hastanede duran kalbi tekrar çalıştırılmış, daha sonra üç saat boyunca hastane hastane gezdirilmişti. Bu arada bir rastlantı sonucu işe Cumhuriyet Gazetesi el koymuş, Hikmet Çetinkaya ve İbrahim Yıldız’ın himmetleriyle İsviçre Hastanesi’ne yatırılmıştı.
Bu noktadan sonra ben de işe karıştım, İsviçre Hastanesi Başhekimi Dr. Kazım Taş ve hastanenin Halkla İlişkiler Müdürü Cuma Boynukara ile konuştum.
İsviçre Hastanesi, ölümün eşiğine gelen Muzaffer Buyrukçu’yu yaşatmayı başardı.
Bu arada iki belediye ile konuşuldu, destek sözü alındı. İstanbul Milletvekili Berhan Şimşek, Muzaffer’e tekerlekli sandalye sağlanması için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile temasa geçti.
Ve Muzaffer Buyrukçu öldü.
* * *
Muzaffer’in bu trajik ölümünde ve ölüsünün ölümünden beş gün sonra bulunmasında, ailesinin ve yakın aile çevresinin bir ihmali olduğunu düşünüyorum. Oksijen tüpüne bağlı yaşayan ve tekerlekli sandalyeye gereksinim duyan bir hasta bu kadar nasıl yalnız bırakılabilir? Ancak aile çevresini yakından bilmediğim için kimseyi töhmet altında bırakmak da istemem.
Muzaffer Buyrukçu’nun hayat ve ölümünden yola çıkarak bir toplum ve düzen eleştirisi de yapacak değilim. Edebiyat ve medya dünyasının, okur halkımızın, edebiyat dünyasının ölülerine karşı gösterdikleri değişik ilgiden de söz edecek değilim. Bir karşılaştırmaya, karşılaştırmalara girecek olsam bundan alınanlar çıkabilir.
Hangi edebiyatçı ölüsü daha değerlidir, saygı ve sevgiye layıktır, bu da görecedir. Olan oldu, Muzaffer’i geri getirip, ölümünü başka koşullarda, cenazesini kendisine yaraşır ortamda bir kez daha sahneleyemeyiz. Muzaffer’in yaşarken umursamadığı etiketleri öteki dünyada umursayacağını sanmam.
* * *
Muzaffer’in ölümüyle edebiyatımızın bir has kuşağı, bir ekolojik kuşağı sona erdi. Sona ermediyse bile, eli kulağında. Bu kuşağın, "hormon ve suni gübre" kuşağından farkını bir gazete yazısında anlatmam olanaksız.
Muzaffer Buyrukçu saygı ile okunmaya değer bir yazardır. Bir ucundan, nereden olursa okumanızı salık veririm. Bir vakanüvis (vak’a-nüvis) dikkatiyle kaleme aldığı anı ve gözlemlerinin birer başyapıt olduklarından hiç kuşkum yok. Hormonsuz öyküleri birer dantela güzelliğindedir.
Bir de Telos Yayınları’nı yönettiğim sırada yayınlamış olmaktan gurur duyduğum "Akan Sular Şarap Olsa" adlı romanı var ki insanın aklına "Bir kilo demir mi yoksa bir kilo pamuk mu ağırdır" bilmecesini getirir.