1963 yılında Justine’i okuduğum zaman (Yayıncılarımıza yıllarca kabul ettirememiştim) kendime mekán olarak Mersin’i seçmiştim. Justine, Akdeniz dininin romanıydı. Elbette Akdeniz bir pagan dindir. Çöl ve serap olmasaydı tek tanrılı dinler Akdeniz’e karşın egemenliklerini kuramazlardı.
Ülker’le sabahleyin terasta oturuyorduk. Hava hálá serindi ama doğanın bitkileri ve böcekleri işbaşı yapmışlardı. Yirmi ay önce diktiğimiz verbenalar yer yer kelleşmeye başlamıştı; büyük bir özlemle diktiğim üç servi aradan geçen süre içinde ancak iki karış uzamıştı. Arka taraftaki turunç inatla büyümem diyordu. İki kış iki kez donup kuruyan begonvilin yerine büyücek bir yenisini diktirmiştim... Ben bunların büyüdüğünü ne zaman göreceğim sabırsızlığı...
Bunları düşünürken, ağzımdan şunlar döküldü: ‘Bitki ve ağaçlar bana ölümlü olduğumu hatırlatıyor her gün. Bundan sonra yetişkin bitki ve ağaçlar diktireceğim. Böyle bir evim olsun diye kırk yıl sabırla bekledim. Şimdi doğanın açık havası ölümü hatırlatıyor bana.’
Ülker, hiçbir şey söylemeden kalktı, çalışma odasına çıktı. Yarım saat sonra, Lawrence Durrell’dan çevirmekte olduğu ‘Mekán Ruhu-Akdeniz Yazıları’ndan bir bölüm koydu önüme. Durrell’ın İngiltere’deki dostlarına yazdığı mektuplardan alıntılar. Okuyalım:
*
‘Uzes yolu üzerinde küçük bir köy evi bulduk, rüzgarlı ıssız Bronte türü bir kıraç toprağın hemen yanında, eylülde taşınacağımızı umuyorum; ama hiç eşyasız bir ev, temel eşyaları falan planlamak ustalık isteyen bir iş. Ama bu işe gireceğim, satın alabilirsem satın alma önceliği bende olmak üzere on yıllığına kiralıyorum ve ... evet; bir kez daha uğraşıp duracağız.
...Ama işler toz pembe değilse bile eskisinden iyi. Dörtlü (İskenderiye Dörtlüsü) dört dilde yayınlanmak üzere satıldı, bu da bir şey, sonra Yankiler bütün kitaplarımı iki yılda bir basacaklar. Hesabıma göre on tane tavuk bir de bostan olursa ucu ucuna idare ederim!’
*
‘Uff! Galiba yaşlanıyorum ama yolculuk etmekten bıktım. Her zamanki gibi herkes beni yeniden seyahat etmeye zorluyor; Balthazar daha basılmadan basında hayli ilgi gördü, ABD’de ancak gelecek ay çıkıyor, gelecek yıl Fransa’da çıkacak, Justine’de çözülmesi gereken çeviri sorunları yüzünden geç kaldılar. Ama kitapla ilgili olarak İngilizce baskısı üzerine üç dilde üç tanıtım yazısı çıktı, sonuç iki Amerika, bir Hollanda, bir de İsveç daveti! Ama ben tavuklarımdan ayrılmak istemiyorum; onların bana ihtiyacı var (mangır vaziyetinin ne şekil alacağını görünceye kadar benim de onlara)!’
*
‘En son şaka Hollywood’dan gelen bir telgraftı. Kleopatra’nın hayatı üzerine bir senaryo yazacak tek adam benmişim, acaba hemen lütfen gidebilir miymişim! Ne gitmesi! Ama o pofur pofur puro içen kodamanları Justine’i okurken düşünmek çok tuhaf.’
*
‘Her gün biraz daha ilerliyorum, düze çıkmak üzereyim -Clea yarı yarıya bitti; toplam sekiz dil. Ama Amerikalılar ve Almanlar cömertçe önödemeler yaparak beni kurtardılar, bu sayede yazmaya devam edebildim; her ne kadar gazetecilik cinsinden pek çok kirli iş yapmak zorunda kaldıysam da. Sonbaharda elime geçecek yüklü parayla Saph’in okul parasını Uzlaşmalı Ücret tarifesi üzerinden dört yıllık peşin ödeyebileceğim Tanrıya şükür! Ayrıca belki de bütün parayı Provence’ın karayel rüzgarı alan bir köşesinde pek küçük ama bana uygun olan bu eve yatırmak. Ama bir kenara biraz para atmadan kendimi özgür hissedemeyeceğim; yurtdışında yaşamak ve yurdunda para kazanmaya çalışmak hüner isteyen bir iş!
...Şu kahrolası kitabı bitirmeden buradan kımıldayamam. Herkes beni bir yerlere göndermek istiyor; Amerikalılar Holiday dergisi için Nil’e, Observer Kıbrıs’a; bu arada The Times kısa makaleler istiyor -ama hangi konuda yazacağım diye soruyorum kendime! Ah şu senin çatı katında bir dakika geçirmek!
Şu anda Cannes’da üç tane Mısırlı sosyetik bayan var. Justine’in aslı olduklarını iddia ediyorlar! Şeytan diyor git ölçüleri uyuyor mu bir bak. Nasıl reddedebilirler?’
*
1963 yılında Justine’i okuduğum zaman (Yayıncılarımıza yıllarca kabul ettirememiştim) kendime mekán olarak Mersin’i seçmiştim. Justine,Akdeniz dininin romanıydı. Elbette Akdeniz bir pagan dindir. Çöl ve serap olmasaydı tek tanrılı dinler Akdeniz’e karşın egemenliklerini kuramazlardı.
Doğanın dilini öğrendikten sonra unutmadığımızı sanırız. Gerçek öyle değil. On sekiz yaşıma kadar Torosların flora ve faunasını ezbere bilirdim. Harmana uygun tavlı rüzgárı yelesinden tanırdım. Bir genç fatihtim! Doğa ile ikinci karşılaşmam bir bozgun yenilgisi oldu. Bu bozgunu ancak yeni bir şiir onarabilir. Bir tane şiir daha değil, ‘şiir yerküre’ üzerinde açılacak yeni bir patika!
Ülker bana nasıl bir ders vermek istemiş olabilir? Rüzgarla yarışmamı, rüzgarı yakalamak istememi mi başıma kakmaktadır?