Paylaş
1- GLÜKOZAMİN KIKIRDAĞI KORUR MU?
Eklem ağrıları ve yarattığı hareket kısıtlılığı orta yaşlardan itibaren hayatımızı etkilemeye başlıyor. Aslına bakarsanız yalnızca yılların yol açtığı yıpranmalar değil sık ve zorlayıcı antrenmanlar yapmak da başta diz eklemleri olmak üzere bütün taşıyıcı sistemi zorluyor.
Ortaya çıkan ağrıları dindirmenin bir yolu çeşitli etki mekanizmalarına sahip ağrı kesicileri kullanmaksa diğeri de bazı destek ürünleri denemek oluyor. Bunlar içerisinde en yaygın olarak tüketileni glükozamindir.
Vücudumuzda doğal olarak da bulunan glükozamin, şeker ve glütaminden oluşmuş protein benzeri bir maddedir. Görevi, hücreler ve dokular arasında bağ kurmaya yarayan yeni moleküllerin üretimine katkıda bulunmak olan bu madde, sülfür ile birleşerek aktifleşir. Yaşımız ilerledikçe vücudumuz yeterince glükozamin üretememeye başlar. Bu durum eklemlerimize yansır. Eklem aralıkları daralmaya, eklem yüzeyini kaplayan kıkırdak doku jele benzeyen kaygan yapısını yitirmeye başlar. Kısacası amortisörlerimiz eskir!
Geçen ay ünlü tıp dergisi Lancet’de yayımlanan bir makalede glükozamin ile ilgili yeni bir araştırmanın sonuçları yer aldı. Şimdiye kadar glükozamini bir tür ağrı kesici gibi düşünerek öneren hekimlerin de kullanıcıların da bilmesinde yarar olan sonuçlara göre glükozamin yıpranan kıkırdak dokusunu onarıyor, kayganlığı koruyor ve tabii ağrıyı da azaltıyor. Üç yıl süreyle, günde 1500 mg glükozamin verilen denek grubunun plasebo verilen diğer grupla karşılaştırıldığında dizlerindeki eklem aralığını koruması ise bu desteğin ne denli etkin olduğunun en büyük kanıtıdır.
2- OMEGA 3 PROSTAT KANSERİNİ TETİKLER Mİ?
Kafalar fena halde karıştı! Omega 3 prostat kanserine iyi mi geliyor yoksa şiddetlendiriyor mu? Araştırma sonuçları birbirlerine karşıt izlenimi veren sonuçları ile bilim dünyasını kutuplara ayırırken hastaları da şüphede bırakıp kaygılandırıyor.
2013 yılında, Journal of the National Cancer Institute dergisi, kanda yüksek oranlarda Omega 3 bulunanlarda prostat kanseri riskinin yüzde 71 daha yüksek olduğunu bildiren bir makale yayımlamıştı. Çalışmanın yöneticisi Dr. Alan Kristal, “besin desteklerinin zararlı olabileceğini, yarar sağlayacak derken geri tepebileceğini ve kontrolsüz kullanmamak gerektiğini bu çalışma sayesinde bir kez daha söyleme fırsatı bulduklarını” bildirmişti.
Washington Üniversitesi’nden Dr. Kathryn Meier’in yönettiği bir araştırma grubu ise yeni bitirdikleri çalışmanın sonuçlarını yayımlayarak bu savı çürütmeye çalışıyor. Meier, “ortaya çıkardıkları yeni bir mekanizma sayesinde Omega 3 yağ asidi olan eikozapentanoik asit (EPA) ve dokozahegzanoik asidin (DHA) kanser hücrelerinin gelişimini nasıl engellediğini açıklayabildiklerini” bildiriyor. Omega 3 yağ asidi molekülleri, serbest yağ asidi almaç4=free fatty acid receptor4 (FFA4) adındaki reseptörlere (almaç) bağlanarak adeta kanserli hücrelerin büyümesini engelleyen bir sinyal oluşturuyor.
Prostat kanseri, EPA veya DHA eklenmeden önce kanserli hücreleri aktive etmesi için lizofosfatidik asit (LPA) ile tedavi ediliyor. Bilim adamları, eğer LPA’dan önce EPA (ama DHA değil) verilirse 48. ve 72. saatlerdeki kontrollerde, canlı kanser hücresi sayısının azaldığını belirtiyorlar. Hızla gelişen bu sonucu, EPA’nın FFA4’ü aktive etmesine ve bu sayede kanserli hücrelerin büyümesine engel olmasına bağlıyorlar.
Omega 3 desteğini bol bol balık yiyerek mi sağlamak daha doğru, yoksa Omega 3 hapı mı yutmalı diye tartışaduralım, bilim dünyası karşımıza yeni soru işaretleri çıkarıyor. Bir yandan da şimdiye kadar besin desteği kapsamında değerlendirilen birçok etken madde birer ilaç gibi kabul edilmeye başlanıyor. İşte tam da bu nedenle, ilaçları da besin desteklerini de doktorunuza danışmadan kullanmamak en akılcı yaklaşımdır.
3- BİOTİN SAÇI GÜÇLENDİRİR Mİ?
Son zamanlarda adından sıkça söz ettiren desteklerden biri de biotin, nam-ı diğer H vitamini ya da bazı kaynaklarda belirtildiği üzere B8 vitamini. Hakkında çok konuşulmasının başlıca nedeni saç ve tırnak sağlığı üzerindeki olumlu etkileri ama biotinin başka marifetleri de var.
Suda eriyebilen biotinin sekiz farklı formu var. Ne yazık ki içlerinden sadece biri, D-biotin bir vitaminin sahip olması gereken özellikleri taşıyor. Biotinin sentezlenebilmesi için bakterilerin, küf, maya, yosun ve bazı bitkilerin desteği gerekiyor. Bağırsaklarımızdaki yararlı bakterilerin birçok faydasının arasına biotin sentezini de eklemeliyiz.
Biotin, vücudumuzun ana enerji kaynağı olan glikozun üretiminde rol alıyor. Gıdaların glikoza çevrilmesine destek oluyor. Tip II şeker hastalığında kan şekeri düzeyinin ayarlanmasından bir ölçüde sorumlu. Yağ asitlerinin ve amino asitlerin üretiminde yer alarak protein sentezine de katılıyor. Saç kökleri ve tırnak hücrelerinde amino asit/protein metabolizmasını etkinleştirerek saç ve tırnakların sağlıklı bir biçimde oluşumuna destek oluyor. Deri ve mukozanın bütünlüğüne katkı sağlıyor. Bu özelliği sayesinde, kolay kırılan, zayıf, seyrek ve mat saçlara sahip erişkinlerde ve üzerleri kabuklanan, pullanan egzaması olan çocuklarda etkili oluyor. Sinir sisteminde protein sentezine yaptığı yardımla normal fonksiyonların korunmasına da katkısı var.
Uzmanlara göre günde 40-50 mikrogram biotin almak yeterli. Biotin eksikliği çok nadir görülen bir durum. Sindirim sisteminde, bakteriler yardımıyla sentezlendiği için sadece damar yolundan beslenmek zorunda olanlarda, kronik barsak hastalıklarında, hemodiyaliz yapılanlarda, şeker hastalarında ve nadiren gebelikte biotin yetersizliği görülebiliyor. Eksikliğinde saç dökülmesi, kuru ve pul pul dökülen cilt, dudak kenarlarında ağrılı çatlaklar, şiş ve kızarık dil, göz kuruluğu, iştah kaybı, uyku sorunları, yorgunluk ve hatta depresif bir ruh hali bile görülebiliyor.
Biotinden en zengin üç gıda gündelik yaşantımızda çok da sık tükettiğimiz ürünler değil: Karaciğer (100 gramı 100 mikrogram biotin içerir), böbrek ve maya... Ancak yumurta sarısı, fındık, ceviz, soya fasulyesi ve tahıllar da epeyce güçlü biotin depolarıdır. Laboratuvar tekniklerinin ilerlemesiyle kanda biotin düzeyinin ölçülebilmesi ve bu sayede eksikliğinin kolayca saptanıp gerektiği kadar yerine konabilmesini de sağladı. Beslenme planınızda biotin kaynaklarına da yer verirken saçlarınız ve cildinizle ilgili sorunlarınızı doktorunuzla paylaşmayı ihmal etmemenizde fayda görüyorum.
4- SÜT İÇMEK ZAYIFLATIR MI?
Yakın geçmişte süt içenlerin daha zayıf oldukları, kilolarını korudukları iddiası ortaya atılmış ve birkaç klinik çalışma sonucuyla da desteklenmişti. Sütteki kalsiyumun yağ kaybına yardımcı olduğu öne sürülmüş, iki yıl boyunca izlenen deneklerdeki karşılaştırmalı ölçümler ve araştırma sonuçları bildirilmişti. Ne yazık ki devamı gelmedi ve bu durum daha kapsamlı araştırmalara da konu edil(e)medi.
Süt ve süt ürünleri, bazen suçlamalarla karşılaşıyor bazen de baş tacı ediliyor. Şimdiye kadar, sütün kalp hastalıklarını artırdığı, romatizmaya yol açtığı, Alzheimer ve Parkinson hastalığı riskini yükselttiği, hatta osteoporozdan korunmada bile bir işe yaramadığını bildiren savlar öne sürüldü. Sanırım tüm bu farklı görüşlerin içerisinde kafaları en çok karıştıran, en fazla kaygı ve şüphe uyandıran, süt ve süt ürünlerinin kanser olasılığını artırıp artırmadığıyla ilgili olanlardır.
2009 yılında, on binlerce kadın ve erkek deneğin katıldığı, 60 ayrı çalışmayı kapsayan bir meta-analizin süt ve süt ürünlerinin kalın barsak kanseri riskini yüzde 22 azalttığını bildirmesi yüreklere su (mu süt mü artık...) serpmişti.
Yaklaşık 400 bin kadının katıldığı başka bir araştırmada meme kanseri sıklığı ile süt ve süt ürünleri tüketimi arasında ilişki bulunmaması da sütseverleri memnun etmişti. Ancak işin rengi prostat kanserine gelince biraz değişti.
Londralı epidemiyolojist Teresa Norat, yayınladığı meta-analizde süt ürünlerinin prostat kanseri sıklığını yüzde 12 oranında artırdığını açıkladı. Elbette bu oran, kanser riskini neredeyse yüzde 100’e yükselten kalıtım ve yaş dağılımına göre çok düşük bir rakam ama yine de zihinleri karıştırıyor.
En iyisi, beslenme konusunda uzmanlaşmış, deneyimli kişilerin görüşleri doğrultusunda davranıp günde üç porsiyon süt ve süt ürününü sofralarımıza getirmek, ifrata kaçmadan, strese de girmeden bu değerli protein, mineral kaynaklarından yeterince yararlanmaktır.
5- HAVUÇ KAN ŞEKERİNİ OYNATIR MI?
Havuç, beta-karoten başta olmak üzere lütein ve zeaksantin adlı antioksidanlardan çok zengindir. A, B1, B2, B3, B6, C, E, K vitaminlerinin bolca bulunduğu bu lezzetli sebze posa içeriği yönünden de faydalıdır. Lifleriyle sindirim sistemini temizleyerek bağırsakların daha iyi çalışmasını sağlar. Başta kalınbağırsak, prostat, meme, yemek borusu kanseri olmak üzere birçok kansere karşı korur.
Sigara içen kadınlar arasında yapılan çok kapsamlı bir araştırmada 120 bin denekten haftada 2-4 porsiyon havuç yiyenlerin akciğer kanseri riskinin yüzde 40 azaldığı gözlenmiştir. Aynı zamanda bir damar dostu olan havuç kolesterol kontrolünü kolaylaştırıyor, kolesterolün oksidasyonunu engelleyerek damarlara verdiği zararları azaltıyor. Demir, fosfor ve potasyum kaynağı olması havuca olan ilgiyi daha da arttırıyor.
Havucun kalorisi de glisemik yükü de sanıldığı kadar yüksek değil. Bir orta boy havuç (80 gram) yaklaşık 30 kalori enerji getirir. Şeker hastaları da kilo verme programlarını izleyenler de havuç yemekten korkmamalı. Çiğ yendiğinde, havuç kan şekerini zıplatıp, insülin dalgalanmalarına yol açmıyor! Pişirildiği ya da suyu sıkıldığı zaman glisemik indeksi yükseliyor.
Geleneksel tıp havucun antioksidan ve damar sertliği önleyici etkileri yanında, rahatlatıcı, cinsel gücü arttırıcı, cilt sağlığını destekleyici, unutkanlığı hafifletici faydalarının da olduğunu düşünüyor. Kısacası ister suyunu, püresini, rendesini, ister kendisini yiyip için havuç son derece sağlıklı bir sebze seçeneği.
Paylaş