Şiddet filmlerine tepkim nötrdür. Çoğu insan kendini kaptırır, mizacına göre herhangi bir kahramanın yerine bile koyabilir kendini.
Ölüm Provası’nda bu nötrlüğümü koruyamadım. Hayalle gerçek arasında, rüya ile günlük -ayık- hayat arasında gidip gelen ilişkiler içinde, şiddeti bekliyorsunuz ama gene de sizi ürperten bir dozda. Mutsuz insanlardan her zaman korkarım. Çünkü hayatlarını kin ve intikam duygusuna göre yönlendirebilirler.
Hep horlanmış, hep ezilmiş, şiddete maruz kalmış bir insan -genç kız- ne yapar? Öylesine öç duygusuyla yüklüdür ki, kendine iyilik etmek isteyen insanlarla bile bir ilişki kuramaz.
İyilik etmek isteyen mi?
Erkekler ona hep şehvetle yaklaşmışlardır, onu düşünmeyip kendi bencil arzularını tatmin peşinde koşmuşlardır.
Kararını vermiştir, her erkek aynıdır.
Ölüm Provası’nın birinci bölümü, gerçekten uzun süren bir durağanlık içinde hatta sıkıcıya varan tekrar sahneleriyle geçmekteyken bir yandan da, izleyiciye sorduruyor, acaba ne zaman ne olacak? Bu sorular da seyirciyi olacakları beklemenin tedirginliği içinde bırakmakta. Durgun, ağır bir seyri var. Kafalarda sorular...
Peki, filmin ikinci yarısında bu soruların yanıtı bulunuyor mu?
Klasik ve basit anlamda hayır. Düş mü, gerçek mi sorusunu hep soruyorsunuz. David Linch tarzına yakın, rüya sekanslarından gerçek sekansa ani geçişler daha doğrusu bitişik geçişler sayesinde seyirci izlerken de sorgulamanın peşine düşüyor. Çünkü her kare bu ikisi arasında insanı kuşkulara sürüklüyor.
Şiirsel bir şiddet, doğrusu başarılı kılıyor filmi. Bu başarı gerçekten boşuna bekletmemesi sayesinde de hak ediliyor. İyi sinemadan anlayanlara salık vereceğim. Diğerleri gitmesinler, sıkıntıdan patlayabilirler veya bazı sahnelerden dolayı olumsuz yönde etkilenebilirler...