20 Ağustos 2004
Kedi sever misiniz? Bence Garfield filmini gördükten sonra, kedinize sevginiz aynı oranda kızgınlığınız da artacak. Garfield, sevimli, narsist, obur ve tembel bir kedi. Yerinden kalkmaya üşeniyor, koltuğuna yerleşti mi, sıkılmadan televizyon seyrediyor.
Sahibi ona o da sahibine áşık. Gelin görün ki eve iki aşk ortağı daha geliyor:
Sahibi John’un veteriner sevgilisi bir de şirin köpek. Sevgi bölünüyor, oturduğu koltuk bile.
İşte o zaman Garfield’ın zalim yanı ortaya çıkıyor, köpeğin türlü oyunlarla evden gitmesini sağlayarak ondan kurtuluyor.
Ah bu zalim hayvan şovcuları.
Zavallı Odie onların eline düşüyor ama şişman, lazanya düşkünü Garfield’ımızın vicdanı buna müsaade eder mi?
İşte ben kurtarma ameliyesinin başladığı karelerden itibaren gülmekten kırıldım, o ciddi yüzlü, hatta kızdığı zaman asık suratlı Garfield aklı sayesinde olmadık işleri başarıyor, olmadık yerlere ulaşıyor.
Baş kahramanı hayvan olan filmler her zaman benim ilgimi çekmez ama gelin görün ki, ben de Garfield’dan yana tavır aldım.
Dünyaca ünlü bir çizgi kahramanı filme çekmek gerçekten de zor bir iş. Üstelik herkesin bildiği bir kahramanın sinema versiyonunun sevilmesi için epey başarılı olmak gerekiyor.
Tiplemelerde gerçekten hayvan düşmanlarından ya da hayvanları para için kullananlardan nefret ettim. Hele özgürlüklerine müdahale edenlere isyan ettim.
Kedi üzerine çok konuşulabilinir, hele bu Garfield’sa, yazı daha da uzar.
Kedi sevenlerin de, sevmeyenlerin de -varsa tabii- bunu mutlaka seyretmeleri gerekir. Zira bahsettiğimiz alelade bir kedi değil, dünyanın en ünlü ve sevilen kedisi.
Hemen bir kedi alacaksınız, yetmez bir de köpek, bekársanız kimbilir bir de sevgili bulacaksınız.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2004
Sevgisiz insanların hepsi elbette katil olmaz. Ama görmedikleri sevgiyi başkalarına da gösteremezler. Çünkü onların saplantısı insanların birbirlerine karşı acımasız olduğudur. Hayatın Benim, bir psikopatın seri cinayetlerle, insanlardan öç almasını, daha doğrusunu söylemek gerekirse hayatını almasını anlatıyor.
Katil, çocukluğunda anne sevgisinden yoksun kalmış, çünkü anne onun ikizini daha çok sevmiş hep. Romanlarda, filmlerde kardeş tercihlerinin bu tür kötülüklere yol açması epey işlenmiş bir konu. Gerilimin temposunu ustaca ayarlamış yönetmen D.J.Caruso’nun, katil konusunda şaşırtmacaları çok başarılı, öyle bir an geliyor ki, herkes şüpheli durumunda oluyor. Gerçi kahramanlarımız da başkalarından şüpheleniyor, ben de doğrusu birkaç kişinin katil olabileceğini düşündüm.
FBI ajanı kadın detektif rolünde benim bu tür filmlerde favorim olan Angelina Jolie’yi elbette övmeliyim.
Ethan Hawke ile Kiefer Sutherland polisiyenin, gerilim filminin seyirciye yansıtılması gereken bütün ruh hallerini en üst derecede başarmışlar.
Ben özellikle bir aktrisin adını vermek istiyorum, seri katilin annesi rolündeki Gena Rowlands’ın olağanüstü etkileyici oyununa dikkatinizi çekerim.
Bu tür filmlerin bence en önemli özelliği, seyircinin kendini gerilime kaptırmasını sağlamaktır. Bunu yönetmen başarmış.
Hiç kuşkusuz polislerin çalışmasına karşılık, seri katillerdeki şeytani zekánın da iyi bir seyirci farkına varacaktır.
Gerilime tutkun olanların mutlaka seyretmesi gereken bir yapım.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2004
SYLVIA... Edebiyat tarihinin büyük bir şairinin trajik öyküsü. Şiirlerle, üzüntülerle, ihanetlerle dolu yaşamı.
Edebiyatçıların kimisi hayatın yükünü taşıyamazlar, bir an gelir anlamsızlığına karar verirler.
Belki de yaşamlarını bile noktalamanın, bitirmenin kendi ellerinde olduğu cesaretini ispatlamak için bu eylemi yaparlar.
Sylvia Plath gene ünlü bir şair Ted Hughes ile evlendi, iki çocuğu oldu.
Şairler, bir tutkunun, bir kadının peşine takılıp giderler, bu şiir uğruna insanları hiçe saymak mıdır, yoksa her yaşadıklarını derinden yaşadıkları için olağan davranamazlar mı?
İntiharların ardındaki adamları, kadınları suçlamak kolay mı? Sorumluluklarını yazmak, onların birer sebep olduklarını belirtmek gerek mi?
Edebiyat tarihleri de, hakkındaki yazılar da bu intihardan Ted’i sorumlu tuttular. Edebiyat dünyası bunu bağışlamadı.
Ben de tarihin yargısına, Sylvia’yı sevenlerin acısına katılıyorum.
Kırılgan, tutkulu bir kadını terk etmenin bedeli, intihardı.
Sylvia filminde ünlü şairi Gwyneth Paltrow oynuyor, soğuk, yalın duruşun ardındaki duru oyunculuğu beni her zaman hayran bırakmıştır.
Bu filmde de olduğu gibi.
Edebiyat dünyasının sonuçlanmamış hesaplaşmasını seyredin.
Şiirsel duyarlığın tadına varın.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2004
HAYATIN İÇİNDEN, hayatın garip diyebileceğimiz, göz ardı edilen kimliklerini bir arada işleyen gerçek anlamda sakin, huzur verici bir film. Yalnız üç kişi, sıkıntılarının, tedirginliklerinin, bunalımlarının, yalnızlıklarının kesiştiği noktada buluşuyorlar. Hepsinin öyküsü ayrı, belki tek ortak nokta hayatlarındaki ölümler...
Yarı terk edilmiş, bir zamanların tren istasyonu ise bu yalnızların oluşturduğu üçgenin merkezi oluveriyor.
İç kırıklıklarıyla zedelenmiş bir kadın, sosisli sandviç satan, babası ölümcül hasta bir genç, trenlere meraklı bir cüce.
Olivia sürekli ilaç kullanıyor, Joe bunların arasında gidip geliyor, belki de üçlünün en hayat dolu olanı Fin ise sadece trenlerle ilgilenen, başka insanların onu değişik görmesinden sıkılmış, yalnızlığına alışmış biri, Joe ve küçük arkadaşı arada tren de kovalıyorlar...
Belki ilk başta biraz suni bir üçgen izlenimi uyanabilir. Ama hepsinin istasyona geliş zamanları ayrı olduğu için bu sunilikten arınıyor. Film ilerledikçe gerçekten bu buluşmaların, dostlukların hepsi için isteseler de istemeseler de bir ruh tedavisi yerine geçtiği söylenebilir.
Uzak bir yerde, o yerin ruhlara çökerttiği hüzün film boyunca izleyiciye yansıyor. Filmin sıcaklığı beni etkiledi, kalabalıklardan uzak kimlikleri sevdiğim, onlara daima sevgi ve saygı gösterdiğim için.
Dostluğun, zorunlu da olsa aranılan zamanları olduğunu da gösteriyor.
Üçlü, yavaş tempolu filme girmekte insanı belki başlarda zorluyor ama iyi bir seyirci onların hüznüne, yalnızlığına kendini öylesine kaptırıyor ki sizden ayrıldıklarına üzülüyorsunuz, beğeninin tebessümüyle.
Hayatın İçinden, yaz günlerinde izlenebilecek nitelikli bir film.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2004
Sıcak bir yaz gününde, büyük, serin bir sinema salonunda seyrettim Örümcek-Adam 2’yi. Birinciyi seyredenlere fazla açıklama yapmanın gereği yok.
Örümcek-Adam, normal biri olmak istiyor ama adaletsizliklere karşı da sonuna kadar savaşıyor. Binalardan binalara ağının yardımıyla uçan bir adamın fantastik görünüşü de işe katılınca, halkın kurtuluş ümidi oluyor. New York için vazgeçilmez bir kahraman...
Bir de füzyon sayesinde enerji sağlayan bir bilim adamı var. Dr. Octopus.
O da bir mesaj veriyor. İnsanlık uğruna kullanılmayan her icat insanlığın zararınadır.
İş çığrından çıkınca, bu adam felaketlerin sebebi oluyor, banka bile soyuyor. Çünkü icadı eğer bir işlem hatası olursa kişinin beynini kontrol edebiliyor ve korkulan da başa geliyor.
Ben aslında bunun ardındaki zihniyeti sezdim, genç bir zenginin bu icada bütün servetini yatırması. Muhteris kişiliğin ve açgözlülüğün ifadesi...
Aslında mitolojiden bu yana insanlar insanüstü güçleri olanlara hayranlık duyarlar, Örümcek-Adam da bunlardan biri. Filmdeki etkileyici anlardan birisi Peter Parker’ın halasının kahramanlık ve insanların içindeki kahramanlara dair yaptığı konuşma.
Örümcek-Adam olmasına rağmen, düşmanlarının çokluğuna ve kurtarması gereken insanların fazlalığına rağmen, kız ona olan aşkından vazgeçmiyor, çünkü kahramanlık fedakarlık gerektirir, onun sevgilisi olmak da...
Örümcek-Adam’ı çizgi romanından veya çizgi filmlerinden takip edenleri, filmdeki Örümcek-Adam hareketlerinin ve dokusunun fazlasıyla plastik hatta jölemsi durumu biraz rahatsız edecek gibi görünüyor.
Yaz günlerinde sinemaya gidecekseniz elinizde fazla bir seçenek olmadığından, -kimileri için mecburen- böyle filmlerle karşılaşacaksınız.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2004
Bildiğimiz, sevdiğimiz James Bond (Pierce Brosnan) tanınmış bir boşanma avukatı. Bilirsiniz bazı meslekler insanda yanlış ruh hallerine sebep olur. Karşısına çıkan bir hanım avukat da (Julianna Moore) aynı derecede hırslı, aynı derecede başarılı.
İkisi bir araya geldiğinde nasıl bir gerilimli ortam yaşandığını tahmin edersiniz.
Yok! Hayır! Tahmininizde yanılacaksınız.
Bol mahkeme salonlu dram filmlerinin sıkıcı savunma sahnelerini biliyorsunuz. Oysa burada kadınla erkek arasındaki gel-gitlerin eğlenceli sahnelerini bulacaksınız.
Boşanma avukatları cinslerine göre, kadınlardan ve erkeklerden yana olurlar. Bence burada cinsiyet rol oynar.
Meslekle aşkı karıştırmayın, diye tavsiyelerde bulunulur. Ben bu tür akıl vermelerin hiçbir önem taşımadığını bilenlerdenim.
Haklı olduğumu da Cazibe Kanunları gösterdi.
Kıyasıya boşanma davalarında birbirlerini tongaya bastırmak için bin bir oyun yapıyorlar ama düşmanlığı ilelebet sürdürmek mümkün değil. İnsan yaradılışı buna aykırı.
Nitekim onlar da müvekkillerimizi boşayalım derken evleniyorlar.
İşte bir saat kırk dakika sizi günlük kaygılardan uzakta tutacak, hafif bir komedi.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2004
TAKASHI MIIKE’nin ‘Ölüm Provası’nı (Audition) seyrederken ürperdim. Şiddet filmlerine tepkim nötrdür. Çoğu insan kendini kaptırır, mizacına göre herhangi bir kahramanın yerine bile koyabilir kendini.
Ölüm Provası’nda bu nötrlüğümü koruyamadım. Hayalle gerçek arasında, rüya ile günlük -ayık- hayat arasında gidip gelen ilişkiler içinde, şiddeti bekliyorsunuz ama gene de sizi ürperten bir dozda. Mutsuz insanlardan her zaman korkarım. Çünkü hayatlarını kin ve intikam duygusuna göre yönlendirebilirler.
Hep horlanmış, hep ezilmiş, şiddete maruz kalmış bir insan -genç kız- ne yapar? Öylesine öç duygusuyla yüklüdür ki, kendine iyilik etmek isteyen insanlarla bile bir ilişki kuramaz.
İyilik etmek isteyen mi?
Erkekler ona hep şehvetle yaklaşmışlardır, onu düşünmeyip kendi bencil arzularını tatmin peşinde koşmuşlardır.
Kararını vermiştir, her erkek aynıdır.
Ölüm Provası’nın birinci bölümü, gerçekten uzun süren bir durağanlık içinde hatta sıkıcıya varan tekrar sahneleriyle geçmekteyken bir yandan da, izleyiciye sorduruyor, acaba ne zaman ne olacak? Bu sorular da seyirciyi olacakları beklemenin tedirginliği içinde bırakmakta. Durgun, ağır bir seyri var. Kafalarda sorular...
Peki, filmin ikinci yarısında bu soruların yanıtı bulunuyor mu?
Klasik ve basit anlamda hayır. Düş mü, gerçek mi sorusunu hep soruyorsunuz. David Linch tarzına yakın, rüya sekanslarından gerçek sekansa ani geçişler daha doğrusu bitişik geçişler sayesinde seyirci izlerken de sorgulamanın peşine düşüyor. Çünkü her kare bu ikisi arasında insanı kuşkulara sürüklüyor.
Şiirsel bir şiddet, doğrusu başarılı kılıyor filmi. Bu başarı gerçekten boşuna bekletmemesi sayesinde de hak ediliyor. İyi sinemadan anlayanlara salık vereceğim. Diğerleri gitmesinler, sıkıntıdan patlayabilirler veya bazı sahnelerden dolayı olumsuz yönde etkilenebilirler...
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2004
Her yazara sorulan klasik bir soru vardır; ‘Yazdığınız kahraman kim, sizden izler taşıyor mu?’ diye? İçinde ufak tefek hayatından kesitlerle örtüşen bölümler varsa, yazar kendini yazmış deyip işin içinden çıkarlar. İnsan yazdığına kenetlenirse, kitapla yaşamı arasında, daha doğrusu yaşadıkları arasında patolojik bir düğümün içinde bulur.
Gizli Pencere (Secret Window) de insanı yerine mıhlayan bir gerilimle, yazarla eseri arasındaki gerçekliği, etkiyi tartışıyor.
Mort ( Johnny Depp ) evliliğinin bitiminden ötürü, huzursuz bir dönem geçirmektedir. Üstelik aynı dönemde bir yazar için en kötü olay başına geliyor. Bir türlü yazamıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi esrarengiz Bay Shooter çıkıyor karşısına, eserini çaldığını, sonunu düzeltmesini istiyor.
Johnny Depp izleyicileri iyi bilirler ki Depp her zaman farklı rollerle bizi etkilemiştir, Mort rolüyle -acaba Fransızca ’ölüm’ anlamı düşünülmüş müdür- yine maharetlerini sergilemeyi unutmamış.
Seyirci uzun süre bu intihal olayının ekseni çevresinde, olayların akışına kendini kaptırarak seyrediyor.
Gerilim unsurları açısından türünün güzel bir örneği, zira kimden şüpheleneceğimizi dahi bilemiyoruz. Ted, Shooter, Mort?.. Gerilim yaratan önemli unsurlardan birisi de film müzikleri ki Philip Glass ve Geof Zanelli gerçekten müziğin gerilim sahnelerindeki vazgeçilmezliğini başarıyla sergilemiş.
Kişilik değişimlerinin, nefis bir şekilde anlatıldığı Gizli Pencere, gerçekten daha önce de belirttiğim gibi türünün seyredilmesi gereken bir örneği.
Yazının Devamını Oku