Paylaş
Uzun süredir bir filmde bu kadar ağlamamıştım herhalde!
İkinci yarıdan sonra neredeyse -tüm ekip olarak- her sahnede bir tuhaf olduk ve yalan yok, hüngür şakır ağladık.
Peki neydi beni/bizi bu kadar protoplazmamıza kadar sarsıp etkileyen? Hemen rapor veriyorum:
Belçim Bilgin ve Mehmet Günsür çok doğallar, birbirlerine çok yakışmışlar, hatta sinema yazarı klişesiyle söylersek, “beyazperdede kimyaları tutmuş”. Aslında kimyaları tutmak ne kelime, birbirlerine öyle bir bakıyorlar ki, beyazperde yangın yeri adeta.
İkisini de çok beğendim, tebrikler üstüne tebrikler!
Filmin tesadüflerle örülü hikayesi de çok doğal ve samimi. Ankara’daki mahalle, iki aşığın ailesi, ailesindeki sorunları, İstanbul’dan Ankara’ya taşınma sancıları; her şey ama her şey çok dozunda ve içten. Galiba bu içtenlik de bizi ağlattı, mahvetti.
Hele hele Mehmet Günsür’ün, babasının kendisi hakkında söylediği sözleri dinlediği sahne yok mu? Of of, bittik.
Filmin tamamına yayılan bu içtenlikten olsa gerek, onca tesadüfün arka arkaya gelişiyor olmasına çok takılmıyor, hatta onu da “doğal” karşılıyorsunuz.
Ayda Aksel, Altan Erkekli ve Şebnem Sönmez! Onlar da harikaydı. Hele en son “Kaçıklık Diploması” filminde seyrettiğim Ayda Aksel’in birden “arızaya çalan” o tavırları çok başarılı. Resmen irkildim!
Ve küçük oyuncular... Onlar da inanılmaz iyiydi. Cuk oturmuşlar, hatta büyüklerden rol çalmışlar birçok sahnede.
Sürpriz finale gelince: Orada koptuk zaten. Hele ki Şebnem Ferah’ın şarkısı yükselmeye başlayınca fonda, mahvolduğumuz andı diyebilirim. (Filmin tüm müzikleri çok iyi düşünülmüş.)
Ne diyeyim, istenirse ikincisi bile çekilir bu filmin. Çünkü bundan sonrasını da merak ediyor insan.
Benim için Ankara
Filmin ana mekanı Ankara... Kuğulu Park, Şinasi Sahnesi, Botanik Park, AST (Ankara Sanat Tiyatrosu); Ankara’ya dair filmde olan şeyler...
Dolayısıyla ilk kez yerli, üstelik dramatik bir aşk filmi, Ankara’yı başka türlü hatırlatacak insanlara. Bu da, hayatının içinden Ankara geçmiş ya da hâlâ geçmekte olan insanlar için hoş bir şey...
Eh, benim de geçti tabii. Çocukluk zamanını pek hatırlamıyorum, ama üniversite yılları elbette net.
Ve işte benim için Ankara şunlardan ibaret(ti):
Kızılırmak Sineması’nda (artık sanırım yok) Gezici Film Festivali’nin Beyaz Geceleri’nde arka arkaya iki Avrupa filmi izlemek, Dost Kitabevi’nde dolanmak, Engürü Kahvehanesi’nde vakit öldürmek, Konur Sokak, Megapol Sineması, Kocatepe Camii’nin altındaki Beğendik (hâlâ varmış), Zeki Bar, (yeniden popüler olmuş diyorlar), SSK İşhanı içindeki barlar (yıkılıyormuş burası), Gölge Bar’da rock grubu dinlemek, Tunalı Hilmi Caddesi ve oradaki dondurmacı, Cebeci’den Kızılay’a olan yürüyüş hattı ve tabii ki Kurtuluş Parkı, Batıkent/Eryaman gibi bozkırdan yükselen toplu konut arenaları ve buralara göre daha lüks takılan Çayyolu gibi lüks toplu konut bölgeleri, Kızılay Gima’nın önünde buluşmak, Küçükesat evleri, Siyah Beyaz sanat galerisi, Papaz’ın Bağı, Siyah Beyaz Gazetesi, Bahçelievler Yedinci Cadde, Akün Sineması, Ankara simidi, Aspava, Karum, Saklıkent, Manhattan, Özge Fışkın’ın yer aldığı Fender Blenders grubu, Arjantin Caddesi üzerindeki kafeler, Sakarya’da gözleme+ayran, iki katlı yeşil otobüsler, o tuhaf AŞTİ ve Yüksel Caddesi...
Hıncal Uluç bu filmi izlerse
Eğer Hıncal Uluç, “Aşk Tesadüfleri Sever”i izlerse, “Ah ne büyük aşk filmi” diye yazmasın. Artık inanmam.
Çünkü filmde, malum yazısında savunduğu şeye benzer bir durum var. Hani yazarsa, o ahlakçı tavrıyla yazmalı, “Böyle şey olur mu?” demeli. Hah bakın o zaman inandırıcı olur, “tamam” derim.
Ama romantik cümleler bezenirse, irkilirim ve de asla inanmam.
NOT: Hafta sonu elbette birçok insan gibi Hıncal Uluç’un yazısını konuştuk, ağır bir şekilde eleştirdik, yazısındaki düşünce tarzına olan nefretimizi dile getirdik.
Hatta, “Ya özür dilemeli ya da istifa etmeli” diye konuştuk. Ama bunların hiçbirinin olmayacağı ortada.
Çünkü herkes bu “konuşulmanın” onun çok hoşuna gittiğini biliyor/söylüyor.
Ne acı!
Paylaş