Paylaş
Sosyal medyayla tanınmış dört fenomen.
Hep beraber YouTube’da yeni bir reality şova başlıyorlarmış: The Big 4.
Şovun fragmanını izleyince ana damarı çakıyorsun:
Aşırı lükse vurgu, çılgın bir abartı, kozmetik kahkahalar/çığlıklar ve başka bir gezegende yaşıyorlarmış hissi...
Bir tür yerli Kardashian şovu yani.
Aslında bu dört fenomen altını çize çize yaşadıkları özgün kimlikleriyle yeni Türkiye’nin en cesurları arasında yer alıyor.
Lakin kendi kendilerini -bile isteye- iyice karikatürize etmeleri bu cesareti unutturuyor işte.
Ehlileşmiş, belli kalıplar arasında sıkışıp kalmış hissiyatı veriyorlar.
Bir de tabii dijital dünya içine sıkışıp kalmak var.
Onları televizyonda izlemek mümkün mü sizce?
Maalesef değil. Keşke olabilseydi...
Eski Türkiye’nin size selamı var
Babasından devraldığı Galatasaray’daki stüdyoda 1935’ten 1985’e kadar aralıksız fotoğraf çekmiş.
Ama kendi fotoğrafının çekilmesinden aslında hiç hoşlanmamış.
Bu yüzden ona ait sadece dört vesikalık ve bir aile fotoğrafı varmış.
Bahsettiğim kişi, roman karakteri gibi: Türkiye’nin ilk kadın stüdyo fotoğrafçısı Maryam Şahinyan.
Onun fotoğraflarını ve hikayesini sanatçı/antropolog Tayfun Serttaş sayesinde öğrendim.
Tayfun, Maryam Şahinbaş’ın 50 yıllık arşivine tam da yok olmak üzereyken, yayıncısı sayesinde ulaşıyor ve erkek egemen bir sektörde yıllarca bu işi yapmış Şahinyan’a hayran oluyor.
Sonrası inanılmaz bir emek.
Tayfun ve ekibi üç yıl boyunca bu eski fotoğraf arşivini tek tek dijitale aktarmak için deli gibi çalışıyor.
Sonunda Salt Galata’da 2011 yılında ilk kez kamuya açılıyor arşiv.
Bu hafta ise Tayfun’un bu arşivden yola çıkarak yaptığı muhteşem enstalasyon sergisini konuşacağız.
Dolapdere’deki Pilevneli Galeri’de cuma günü açılacak ve 26 Mayıs’a kadar sürecek “Flashblack” adlı bu sergiyi kaçırmayın derim.
Çünkü bu
fotoğraflarda başka
bir şey var.
Başka türlü bir zarafet, başka türlü bir cesaret, başka türlü bir samimiyet...
Tayfun Serttaş’ın tabiriyle, “Instagram’ın olmadığı bir dünya. Ama herkesin fotoğrafları daha şık”.
Sizce de öyle değil mi?
Adam haklı ama kitabı çöp
Tamam, adam bir yandan haklı!
Diyor ki: Bugün içinde yaşadığımız kültür bizi gerçek dışı pozitif beklentilere odaklıyor.
Daha mutlu olmamızı istiyor, daha sağlıklı.
Yetmiyor, başkalarından daha iyi olmamızı öğütlüyor.
Daha zengin, popüler, imrenilen, hayranlık duyulan biri olmamızı da...
Öyle ki, bu kültür yataktan selfie çekmeye hazır bir şekilde çıkmamızı istiyor.
Adam dediğim Mark Manson.
Çok satan The Subtle Art Of Not Giving A Fuck’ın, bizdeki yayınlanan adıyla Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı kitabının yazarı.
Aslında kitap tüm o pozitif kişisel gelişim yayınlarının aksine ters köşe yapıp tam onikiden vuruyor sevenlerinin kalbini:
Çok çok iyi ve şahane olmak zorunda değilsin, çabalamayı bırak!
Arada işler sarpa sarabilir, dibe de vurabilirsin, bu kadar kafaya takma...
Dahası kendini bu kadar abartma, özel ve biricik de sanma!
BU MUDUR?
Mark Manson’ın bulduğu bu damar Instagram çağının mükemmel atmosferinden bunalanlara ilaç gibi gelmiş olacak ki kitap epey ilgi gördü, çok sattı (adam da sayemizde zengin oldu).
Lakin Manson da günün sonunda bir hayal kırıklığı. Hele kitabının sonuna doğru söyledikleri.
Bir ara Manson her şeyi bırakıp ülke ülke gezmiş mesela.
Beş yıllık bu sürecin sonunda dönüp kendine şöyle demiş:
“Arkadaşlarım evlenmeye, ev almaya, zamanlarını ilginç dostluklara, politik amaçlara harcamaya başlamışlardı, hayatları oturuyordu. Bense bir yerde sarhoş olup hemen bir başka yere uçuyordum.”
Peki şimdi? New York’ta yaşıyormuş; evi, eşyaları ve güven dolu bir evliliği varmış.
Bir de bu kitapla beraber gelen şöhreti...
Yani dönüp dolaşıp Instagram çağının mükemmel tablosuna benzetmiş hayatını Manson. Bol bol sürünmüş ama bir şekilde, aslında kafaya bunu takarak, en iyi yaşam şekline ulaşmış işte.
Haliyle kitabın sonunda “Bu mudur yani?” oldum.
Gerçek kafaya takmama sanatı bu olamaz, bunu en has şekliyle yapanlara ayıp dedim.
Ayrıca: Bu kitap tam bir saçmalık ve enerji kaybı deyip kitabı çöpe attım.
80’ler Serpil Çakmaklı pozu
Hafta içi oyuncu Yeşim Ceren Bozoğlu’nun, “Aha bakın bir yılda 45 kilo verdim, görmeyen kalmasın” şeklinde özetlenebilecek “Uzanmışım kumsala güneş damlar içime” pozunu görünce gözlerime inanamadım.
Hayır, verdiği kilolardan dolayı filan değil. Ondan banane.
Ben verdiği pozun 80’ler Serpil Çakmaklı/Banu Alkan kırması o şahane demodeliğine inanamadım.
Böyle poz vermek mi kaldı yahu?
O adamların ruh hali
Gülben Ergen’in yeni sevgilisi Burak Törer’in “Alnındaki yazıya da varım, içindeki sızıya da” sözlerini paylaşmasından bir gün sonra Ergen’in eski eşi Erhan Çelik de Selami Şahin sahnesinde yeni aşkı Sedef Orman’a sesleniyordu:
“Selami Abi şurada oturan kadın için Tapılacak Kadınsın’ı söyler misin?”
Benim dikkatimi çeken şu:
İki erkeğin de aşklarını sanki eski bir Türk filminde, Kadir İnanır’ın filan oynadığı bir karakter gibi yaşamaları.
Tüm sözlerinde, davranışlarında o eski hissiyatların, sonsuz edebiyat parçalamaların, raconların havasını taşımaları.
2018’de sıkışıp kalmışlar ama ruhları 70’lerdeki Türk filmlerinde geziniyor gibi.
İlginç değil mi?
Paylaş