Şorttu şuydu buydu

Kadının en büyük düşmanı kadın şeklindeki hayat genellemesi doğru galiba.

Haberin Devamı

Ki bu genellemeyi de zaten en çok kadınlar dillendirir.
Misal, bir kadın arkadaşın geçenlerde şöyle dert yandığını işitti bu kulaklar:
“Dekoltesi biraz derin bir elbise giydim geçen gece.
Tanıdık kadın arkadaşlardan biri baştan aşağı, rahatsız edici biçimde uzun uzun süzdü, inan çok sıkıldım.
Bir diğeri, ‘Vayy ne cesuruz’ diye iğneli bir şekilde takıldı.
Giydiğime giyeceğime pişman ettiler elbiseyi.”
Kadınlara son iğne de Meral Tamer’in “olur olmaz her yerde kadınlar şort giymese” şeklindeki şort/zort yazısıydı. Kadın-kadın arasındaki bu gizemli/tuhaf mahalle baskısı hiçbir zaman bitmeyecek galiba.

FerahFeza nasıl olmuş

Şu yazlık nemli ortamda İstanbul’da yeni açılan mekan bulmak zordur. Herkes açılışını eylül sonuna filan erteler.
Karaköy’ün en yenisi FerahFeza ise sonbaharı beklememiş, kapılarını açmış.
Önceki gece “Nasılmış?” diye gidip baktık, yemek yedik.
İşte geriye kalanlar:
Mimarlar Odası’nın terasına konuşlanmış mekanın girişi hayli sevimsiz. Bürolara has beyaz aydınlatmanın hakim olduğu girişi apar topar geçip asansöre yönelseniz de nafile. Mekana direkt çıkan asansöre değil de ötekine binince salak gibi, sonradan kat kat merdiven tırmanmanız cabası...
Evet, mekan adı gibi ferah feza. Eski yarımada manzaralı terası geniş, arkadaki balkona konuşlanmış barı da öyle.
Yemek esnasında tuhaf talihsizlikler yaşamadık değil. Tam domatesli börülceyi yerken bir sinek gelip tabağın içine yapıştı. Ya da intihar etti diyelim (“Sineklerin Börülcesi” adlı eserimin esin kaynağı olacaktır bu sinek).
Arkadaşın yediği organik pilicin bir kısmı ise mosmordu. Servis elemanları “Şarap sosundan olabilir” dedi.
Ama heyhat, arkadaş yiyemedi o morarmış görüntü sonrası pilicini.
İstanbul’da yaşayan yabancılar hangi ara duymuş burayı, şaşırtıcı.
Eğer böyle 12 kişilik masalar halinde gelmeyi sürdürürlerse, yabancı yoğunluğu bakımından Karaköy’ün 360’ı olabilir pekala FerahFeza.

Haberin Devamı

Ve deniz de kirlendi

Bir Olimpos müdavimi olarak Olimpos’un 90’lar sonundaki gibi olmadığının epeydir farkındaydım.
Çünkü:
O güzelim uçsuz bucaksız sahile doluşanlar ve ağaç evlerde kalanlar eskiden -biraz da abartırsak eğer- Leonardo DiCaprio’nun oynadığı The Beach filmindeki karakterler gibiydi.
Pek keşfedilmemiş ve sıfır tesisli bir yer olduğundan gizli bir bohemya gezegeniydi
Olimpos.
Dünyanın öbür ucundan gelen sırt çantalı gezginlerin rotasına mutlaka kattığı bir kuytu krallıktı.
Sonra ne olduysa oldu.
Önce teknoloji Olimpos’a indi. Mobil ATM’ler bile geldi.
Ağaç evler büyüdü, konforları coştu.
Sahil dolup taşmaya başladı.
Pet şişe kirliliği arttı.
Derken girişe çirkin bir plaza turnikesi kondu.
Zaten epeydir girişte para ödeniyordu tamam, ama doğanın ortasında o şehirli turnikeye ne lüzum vardı, anlaşılır gibi değildi.
Ve işte hurriyet.com.tr’de yer alan bir son dakika haberi:
Sonunda deniz de kirlenmiş!
Açıktaki teknelerin bıraktığı sıvı ve katı atıklar her gün saat 12.00 civarında rüzgarla birlikte karaya ulaşıyormuş.
Öğleden sonra denize girmek imkansız hale gelmek üzereymiş.
Ne diyeyim, valla rahat durmuyoruz.
Her yeri özenle öldürüyoruz...

Yazarın Tüm Yazıları