Paylaş
Biri orta halli ailenin çocuğu; başarıya/disipline adanmış, efendilik çizgisinden şaşmayan, yeri geldiği zaman kendini ifade eden, başka zaman çok konuşmayan, konuşmadıkça da başta öğretmenleri olmak üzere arkadaşlarını hep çıldırtan...
Diğeri ondan daha fakir bir ailenin çocuğu; yırtmaya and içmiş, hep “bir evim bir arabam olacak” hayaliyle yaşayan, yaşayacak olan... Bu yüzden sonuna kadar yırtıcı, öfkeli, hazımsız.
Ve pazartesi günü bu iki küçük çocuk, okulun bahçesinde son oyunlarını oynadı. Okulun -bir türlü tayini başka yere çıkamayan- hep aynı donuk yüz ifadesine sahip “mimiksiz” müdürü Acun Bey sonucu açıkladı: “Derya kazandı.”
Ve düne kadar çocuklarına hep Nihat’ı örnek gösteren aileler Derya’ya doğru kırdılar dümeni. Okul aile birliği toplantısında yeni “örnek alınması gereken model” övgüler eşliğinde artık oydu.
Kısacası, ortadirek kazandı.
EZEL-EYŞAN: Lost’un finali kilisede bitti diye bizim “sürprizi had safhada bol” ilk dizimizin de camide bitecek hali yok.
Olay bir tren vagonunda bitti. Oysa hayret, biz toplu taşıma deyince genelde tren yolculuğundan çok otobüs ya da uçakla seyahat ederiz. Aklımıza tren pek gelmez.
Yoksa tren bir “araf” mesaj mıydı? Bilemem.
Ama Ezel’le Eyşan Türk dizi tarihinin en tuhaf aşıklarıydı, bir tek onu bilirim.
Birbirini hem dibine kadar sevmeler hem de yeri gelince alıp satmalar, sonu gelmez intikamlar, filan...
Ezel’le Eyşan’ın aşkı cidden yormuştu. İkisi ve seyirci için en hayırlısı oldu: Tıngır mıngır giden bir kara trende ölüp gittiler. Ama o da ne? Fenerdeki adam kimdi öyle?
Elini kafasına götürüp usulca kaşımasına bakılırsa Ezel’di.
Nitekim Dayı’nın “son oyunu” da buydu zaten (dikkat, hâlâ izlememiş olan okumasın.)
Yüzükteki zehir, zehir değildi yiğen! (yıllanmış bir kokain olabilir miydi acaba? Ezel geçici olarak kafayı buldu, sonra kondüktör uyandırdı “Kalk oğlum, son istasyon!” diye.) Yıllar sonra Dayı’nın yazdığı hikayenin sonunu okuyan Ezel’in oğlu da “Aha” dedi böylece, “Benim baba yaşıyor aslında.” Durum budur. Yani bir “Ezel Reloaded” yakın mıdır? Olur mu olur diyorum, eyvah eyvah...
AMY-YILDIZ: Amy Winehouse’un İstanbul’a kadar gelip W Otel’de çorba içtiği (evet çorba içmiş, içki değil. Çok fesatsınız yahu!) pazar gecesi aynı saatlerde, iki adım ötedeki Açıkhava Tiyatrosu’nda “ruh türdeşi” Yıldız Tilbe sahnedeydi. Kendi özel konseri değildi Yıldız’ın.
POPSAV’ın organizasyonu dolayısıyla iki-üç şarkı için sahnedeydi. Ben de TV’den denk geldim. Uzun uzun bizim Yıldız’a baktım. Onca şey yaşamış, uçlarda savrulmuş, ama işte babalar gibi sahnede, dibine kadar şarkısını söylüyor. Kendine has, kendine isyankâr... Amy’yi bu açıdan -siz ne derseniz deyiniz- şımarık buldum. İnsan hâlâ bu denli savurganca savrulmak istiyorsa demek ki artık moleküllerine ayrılmak istiyor.
Önerilere karnımız tok
TAPDK yeni “önerilere” doymuyor.
Şimdi de şunu önermiş: Yolcuların yurtdışındaki seyahatlerinden getirdikleri içki ve sigarada suistimallerin önlenmesi için en az 3 gün yurtdışında kalmanın zorunlu olmasını...
Yani hafta sonu bir yere gidip iki gün filan kalırsan yanında içki/sigara getiremeyeceksin.
Ne dahiyane bir fikir değil mi? Peki amaç ne? Amaç, sahte içki olayını azaltmaya katkıda bulunmak!
İyi de azaltmak için TAPDK’nın önce kimlere lisans verdiğini gözden geçirmesi gerekmiyor mu? Rus turistlerin sahte içkiden ölmesinin hemen ardından Milliyet’te şöyle bir haber vardı: Kaçak içki olayına karışan iki firmanın da TAPDK’ya “hayali adres” bildirdiği ve böylece ithalat için gerekli olan TAPDK bandrollerini edindiği...
Sonra da bu firmaların buharlaştığı.
Bu haberden sonra şu tartışılmaya başlanmıştı:
TAPDK’nın bandrol verdiği firmalarla ilgili yeterli araştırmayı yapıp yapmadığı... İşte iki ucu alkollü mesele: Araştırma yapmak mı yoksa dahiyane öneriler yumurtlamak mı?
Hangisi daha kolay?
Paylaş