Paylaş
Önce çok hızlı sonra orta ritimde...
Derken ya uyudum ya da yarı uyku gibi bir hale geçtim, bilmiyorum.
Çok da tarif edemiyorum.
Bir yandan davulun sesini uzaktan duyuyor gibiydim (“davulun sesi uzaktan hoş gelir” hesabı).
Ayrıca burnuma tütsü gibi bir koku geliyordu, güzel bir koku...
Hiçbir şey korkutucu değildi ama. Endişe etmedim, yere uzandım ve kendimi bıraktım.
Bir saat sonra (saate bakınca anladım) uyandım. Diğerleriyle beraber.
Diğerleri dediğim, seansa katılan benim gibi insanlar.
Seans dediğim şu: Şaman davulu, nam-ı diğer “düngür”le şifa seansı.
Neyle karşılaşacağımı, ne olduğunu tam bilmeden, arkadaş tavsiyesiyle sadece meraktan, “Nasıl bir şey acaba?” dürtüsünden dolayı katıldığım bir şeydi Şaman davulu seansı.
Bittiğinde iyi hissettim. Şöyle bir rahatlamış, hafiflemiş.
Başka etkisi oldu mu ya da ileride olur mu, bir fikrim henüz yok.
Ama ilk kez bir Şaman ritüeli görmüş/tatmış oldum.
Doğrusu İstanbul’daki Şamanların varlığından haberim bile yoktu.
Meğer iki yıl önce yaptıkları bir töreni Hürriyet Pazar izlemiş, yayınlamış bile.
Asu Mansur ve Cenk Sertdemir’den bahsediyorum.
Katıldığım seansta düngürü çalan Cenk Sertdemir’di. Sibirya’da uzun süre kalıp orada Şamanlık eğitimi almış. Asu Mansur’un ise geçen bahar yayınlanmış bir kitabı var, Şaman Gözü adında.
Kitap halen çok satanlarda. Seanstan sonra kitaba da sardım, çok ilginç bilgiler var.
Onları da aktaracağım ilerleyen satırlarda.
Ama düngür seansıyla ilgili son birkaç izlenim yazmadan olmaz:
* Cenk Sertdemir düngürü çalmaya başlamadan evvel üstüne bir kostüm giydi.
Meğer bu kostüm olası kötü enerjilerden korunmak içinmiş. Bir tür zırh.
* Şaman düngürünün hiçbir ritim aletinde bulunmayan bir tınısı varmış ve şifaya sebep oluyormuş.
* Düngürü öyle enstrüman niyetine alıp çalamıyormuşsun, o Şamanın kendisine ait oluyormuş.
* Seans sırasında katılımcılardan bir şey yapması beklenmiyor. Sadece yere uzanıp gözlerini kapatıyorsun o kadar.
* Özellikle Peru’daki Şamanik ayinlerde sıkça kullanılan ayahuasca bitkisine benzer şeyleri Türk Şamanları kullanmıyor. Tavsiye de etmiyor.
Bu da seans sonrası katılımcıların sorduğu sorulardan biriydi.
‘Nazara gelmeyelim’ kafası
Dediğim gibi Asu Mansur’un kitabına da sardım. Kitaptan birkaç ilginç noktayı paylaşmam gerek:
* Öncelikle “Şaman” kelimesi yerine “kham”ı kullanmayı tercih ediyormuş Türk Şamanlar. Hem bunun bir din olmadığının altını çizmek hem de diğer kabilelerdeki Şamanizm öğretilerinden ayrılmak için.
* Kitaba göre Ay’ın ilk çeyreğinde kan daha sıcak ve nemli olduğundan insanlar kendilerini iyimser hissedermiş. İkinci çeyrekte ise kan sıcak ve kuru olduğundan bu dönemde asabiyet görülebilirmiş. Son çeyrekte kan soğuk ve kuru olurmuş. Bu yüzden bunalımlı hisler baş gösterebilirmiş.
* Parmakla değdirilen nazara sug nazarı deniliyormuş, yani işaret parmağı doğrultularak karşıdaki kişiye ihtar ya da tehditte bulunma hali. Bu nazarı uzaklaştırmanın çözümü ise şuymuş: Sol eli göğüs hizasına getirip makas işareti yaparak parmaktan akan nazarı kesmek.
* Kitapta sihirden de bahsediliyor. Aşk sihri mesela. Dolunaydan dört gün sonra başlayıp yeni aya varana dek adım adım nasıl uygulanacağı bile anlatılıyor.
* Mansur’un kitabı sihirle büyüyü aynı kefeye koymuyor. Büyüyü onaylamıyor. Çünkü büyünün uzun vadede hem yapan hem yaptırılan kişiye zararı olduğundan bahsediyor.
BAŞKA KAFALAR
Pembe dizi kafaları...
Cem Yılmaz, eski eşi Ahu Yağtu, Ebru Şallı ve Ebru’nun eski sevgilisi Sinan Akçıl...
Haklarındaki haberleri peş peşe okuyunca pembe dizi gibiler!
Cem bu dörtgende şanslı, paylaşılamayan adam konumunda.
Eski sevgilisinin ardından hisli mektuplar yazan Sinan da görkemli kaybeden şeklinde konumlandırdı kendini.
En açıklanamaz durumda olanlar ise Ebru ve Ahu. İkisi de hiçbir açıklama yapmadığı için Instagram paylaşımlarına bakılarak türlü anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor.
Bu yüzden de olan bu iki kadına oluyor.
Modern sanat kafaları...
Kasımda yapılacak Contemporary İstanbul bu yıl 22 yabancı galeri eksiğiyle açılacakmış.
Nedeni belli: Türkiye’nin dışarıdaki algısı, korku, endişe, vesaire...
Buna rağmen Contemporary İstanbul’un Art International gibi iptal edilmeyip yoluna istikrarlı bir şekilde devam etmesi çok önemli ve şahane bir şey. Ali Güreli ve ekibine bravo!
Modern sanatta bu haftanın en hareketli/bereketli olayı ise Haluk Akakçe sergisi olacak.
Dört yıl aradan sonra Türkiye’de sergi açacak olan Akakçe’nin eserleri Dirimart’ın Dolapdere’de geçen sezon sonu açtığı ihtişamlı yeni galerisinde görülebilecek.
Bu arada Akakçe ile New York buluşmamızın ayrıntıları hafta içi bu köşe topraklarında okunabilir, onu da önden belirtmiş olayım.
Bir başka heyecanla beklediğim proje ise Taner Ceylan’ın Londra’daki Sotheby’s S2 Galeri’de açacağı I Love You adlı sergisi.
İstanbul Art News’e konuşan Ceylan’ın şu sözleri, sergide yer alacak yeni (kanlı) otoportresine de uygun: “Bu topraklarda kendimi kan revan içinde resmetmekten alıkoyamıyorum.”
‘Rüzgar Çetin ünlü olmasaydı’ kafası
Rüzgar Çetin eğer Sinan Çetin’in oğlu olmasaydı hâlâ hapiste olur muydu?
Cengiz Semercioğlu köşesinde bu soruyu sordu ve sosyal medyada tepkiler yükseldi.
Ben de Cengiz’e katılmıyorum.
Çünkü hepimiz video oyunu izler gibi o kazanın görüntülerini izledik. Neyin ne olduğunu gördük.
Bunu apaçık gördükten sonra, “Şehit olan polis emniyet kemerini taksaydı kazadan yaralı kurtulur ve çocukları yetim kalmazdı” deyip polise sorumluluğu yüklemek, “Bu dava Sinan Çetin’den intikam alma davasına dönüştü” diyerek olayı başka bir tarafa çekmek, Rüzgar’ın hatasını örtbas etmeye çalışmaktan başka bir şey değil.
Paylaş