HAVALİMANINA İNİŞ... TK 1979 sefer sayılı uçağım (bu anons diline bayılıyorum), Heathrow Havalimanı’na indikten sonra başıma geleceklerden habersizdim.
Önce -uçaktan çıkar çıkmaz- pasaportlarımıza bakıldı ve bir köpek bavullarımızı koklayıp durdu. Tamam, bu normaldi. Daha önce de rastlamıştım bu uygulamaya. Ama sonrası? Bir tuhaftı. Esas pasaport kontrolünü geçip bavulları aldıktan sonra çıkış kapısına yöneldim. Orada en az 10 tane polis İstanbul’dan gelen yolcuları bekliyordu. Önce ilki sorgulamayı yaptı: “Hoşgeldin beş gittin, pardon niye gelmiştin? Bir de bana anlatsana?” Bu sorgulama bitti, bu kez bir başka polis çıktı karşıma. O da bavulumu açmamı istedim. Açtım. Didik didik aradı. O ararken ne kadar düzenli bir bavul yaptığımı görüp kendimle saçma bir şekilde gurur duydum. İç çamaşırı ve çoraplar bir köşede, pantolonlar/kazaklar ayrı bir köşede... Ama gıcık kadın polis o düzenli bavulu darmadağın etti tabii. Tam ben “Neden bu kadar güvenlik kontrolü var acaba?” diye düşünürken bavulumu perişan eden polis arka arkaya sorular yöneltmeye başladı. “En son Londra’ya ne zaman geldin?”, “Nasıl yani, iki günlüğüne mi gelmiştin?”, “Neden iki günlüğüne gelmiştin ki?”, “Şimdi kaç günlüğüne geldin?”, “Konser için mi geldin? Peki konser biletin nerede?”, “Mailinde mi? O zaman bilgisayarını aç da göster bakalım.” Sonuç? İnternet paralı olduğu için Heathrow’da, “Gördüğünüz gibi internet paralı. İnternetin parasını ödeyin, biletimi göstereyim” dedim. “Nasıl olur?” der gibi bilgisayarın ekranına baktı kadın. En sonunda “Tamam” dedi, “Hadi geç.” Hay Londra’sına diye diye tam bir saat sonra nihayet alandan çıkarken kafam karışıktı tabii: Bu yeni bir uygulama mıydı yoksa bugüne has ekstra bir güvenlik mi söz konusuydu? Sonradan öğrendim ki, sadece o güne has bir uygulamaymış bu. Bir ihbar alınmış, o yüzden didik didik aranmış ve soru yağmuruna tutulmuşuz...
AYŞEGÜL DİNÇKÖK’LE KARŞILAŞMA... Alandan tam çıkarken karşılaştım Ayşegül Dinçkök’le. Kitabıyla ilgili verdiği bir röportajda söylediklerinden yola çıkarak geçenlerde yorum yapmıştım. Ayaküstü bu konuyu konuştuk. Söylediklerinin yanlış aktarıldığını belirtti Dinçkök. Bir gün bir kahve içmek üzere sözleşip “iyi hafta sonları” diledik birbirimize.
LAPA LAPA KAR... Dakika bir gol bir, tam da lapa lapa denen türden bir kar yağmaya başlıyor Londra’da. Önce iyi hoş diyorsun, ne güzel de lapa lapa attırıyor. Ama ertesi günün sabahında kar şiddetini artırınca Heathrow’daki terminallerden birinin kapandığı haberi geliyor. Ve diyorsun ki, “Aha! Yoksa mahsur kalma durumu olabilir mi?”
AÇIK BÜFEDE ORGANİK YEMEKLER... Ahşap masa ve sandal-yeleri var. Ve bir açık büfesi... Buraya kadar bir numara yokmuş gibi görünüyor. Ama işte asıl numara o açık büfede. Büfedeki yemeklerin tamamı organik/vejeteryan/az pişmiş/hatta çiğ yemekler... Dahası, bir saat içinde tabağını istediğin kadar doldur dur, tıka basa ye, ödeyeceğin sadece 10 pound. Peki büfedeki yemekler korkutucu muydu? Hani böyle organik işler bazen bozar ya adamı, miden pek bayram etmez, aksine geri çevirir soslu/yağlı şeylere alışık olduğundan... Hayır, yemekler gayet lezzetliydi. Korkutucu değildi. Mideyle barışıktı. Mekanın adı Vantra. Tesadüfen keşfettim Soho’da. Time Out burayı “İngiltere’nin en kendine özgü/alanında tek restoranı olarak tavsiyelemiş. Meğer. (Devam Edecek)
Bang ve Bayan Jacobs
Moda kültürü dergisi Industrie’nin kapağına kadın kıyafetleriyle poz vermiş ünlü modacı Marc Jacobs. Love Dergisi’nin yayın yönetmeni Katie Grand’ın kendi gardırobundan seçtiği kıyafetleri ve tasarımlarını giyen Jacobs; gayet şık ve sofistike bir kadın olmuş. Bizde kim böyle bir şey yapmaya cesaret edebilir diye düşündüm. Hani hiç gelecek tepkileri düşünmeden/aldırmadan, kompleks yapmadan, bunun sadece profesyonel bir çekim olduğunu bilerek... Aklıma bir tek Okan Bayülgen geldi. Çünkü onunla yıllar önce Aktüel Dergisi’nin kapağı için benzer bir çekimi yapmıştık Tamer Yılmaz’ın stüdyosunda. Hayır, kadın kıyafetleriyle donatmamıştık Bayülgen’i, ama kırmızı bir kadın ayakkabısı giymişti takım elbisesinin altına. “BU ARADA” NOTU: Marc Jacobs’ın yeni kokusu Bang’in reklamları kötü, ama parfümü çok iyiymiş, sevdim.
2010’da dinlediğim baladlar
Joytürk’ün 31 Aralık günü yayınlanacak özel programı için radyonun Mecidiyeköy’deki stüdyosuna girdim ve “2010’un en sevdiğim baladları”nı seçip çaldım. İşte -şimdiden- o listedeki şarkılar: 1. Mustafa Ceceli/ Bekle: Melankolik, bu yılın en sevdiğim baladı. 2. Sertab Erener/ Bir Damla Gözlerimde: Batılı... 3. Gökhan Türkmen-Yonca Kocadağ/ Rüya: Damardan... 4. Tarkan/ İşim Olmaz: Yazlık... (Evet yavaş bir şarkı değil, ama olsun, Joytürk’çüler de çalıyormuş hem) 5. Deniz Seki/ Acele: Yağmurlu günlerde... (Tamam, şarkı güncel değil, eskilerden. Ama benim dilime düştü yılın son çeyreğinde. Bu liste nasıl olsa kişiseldi değil mi?) 6. Sezen Aksu/ Güllerim Soldu: Klasik... (Bu yıl 90’lar Türkçe popu yeniden moda oldu ya, onun anısına bu nefis şarkı) 7. Funda Arar/ Geceler: Şık ve kaliteli... 8. Ayşegül Aldinç/ Ağla: Sözler bitiriyor... 9. Sıla/ Vur Kadehi Ustam: Rakılık... 10. Işın Karaca / Dert Bende Derman Sende: Rakılık-iki...