Paylaş
Evine gidip güvenli bir uykuya dalacak, sabah her zamanki gibi kalkacak, önce annesini arayıp halini hatrını soracak, sonra dün geceyi beraber sonlandırmadığı arkadaşlarını arayıp, “Ee anlatın bakalım kızlar, naptınız barda?” muhabbetini yapacaktı en şen şakrak sesiyle.
Ama o bara gitti. Prive’ye...
Bir zamanların meşhur gay barına.
Daha önce hiç gitmemiş, yolu düşmemişti.
Adını bile bilmiyordu. Ama işte kız arkadaşları çok ısrarlıydı: “Ya çok eğleneceğiz hadi mızmızlanma!”
Dayanamadı, “Tamam” dedi.
Ve içeriye girmesiyle beraber onu gördü.
Hemen karşıdaki küçük barda ayakta duruyordu ve sanki onu karşılar gibiydi.
“Hoş geldiniz küçük hanım” der gibi...
Gözlerini onun gözlerinden alamaması hali, Nilüfer’e bir saatten fazla sürmüş gibi geldi. Oysa hepi topu 10-15 saniyelik bir zaman dilimiydi.
Kendine gelmesiyle beraber mekanda bangır bangır çalan Türkçe pop müziği, dans edenleri ve duvara asılmış, Mona Lisa gibi gülümseyen çerçeve içindeki Zeki Müren fotoğrafını gördü.
Ama bunların hepsi fluydu işte, netlendiği tek yer onun gözleriydi. Kalakalmıştı. Kız arkadaşları, “Nilüfer sana diyorum, ne içiyorsun? Sipariş vericem?” diye dürtse bile o başka alemdeydi.
İçinde bir yerde Bach’ın, Mozart’ın eserleri arka arkaya çalmaya başlamıştı.
Özellikle de Mozart! Ne bayılırdı ona!
Şimdi şu küçücük barın ortasına bir piyano getirseler kimseyi umursamadan çalmaya başlar ve herkesi kendinden geçirebilirdi.
Kız arkadaşının tekrar dürtmesiyle yeniden Türkçe popun yüksek sesli alemine geri döndü.
“Yok” dedi, “Bir şey içmeyeceğim, tuvalet nerede? Tuvalete gitmem lazım”...
Arkadaşının “Hemen aşağıda” tarifini alır almaz, merdivenleri birer ikişer inmeye başladı.
O kadar küçüktü ki bu merdivenler, tanrım her an düşebilirdi! Çünkü hâlâ aklı ondaydı, onun gözlerinde!
Nasıl da bakmıştı öyle; nasıl, nasıl!
Merdivenleri inmeyi bitirip tuvaletin kapısına doğru yöneldiği anda durdu.
Sanki izleniyordu, sanki biri nefes nefeseydi.
Başını çevirip arkasına baktığında o karşısındaydı, peşinden gelmişti. Acelesi var gibiydi, birinden kaçıyor ya da gizli bir şey yapıyor gibi... Nilüfer’in yanına yaklaştı ve eline bir kağıt parçası tutuşturdu, “Beni mutlaka ara” diyerek.
Sonra hızla merdivenleri çıkıp gitti.
Nilüfer eline tutuşturulan kağıt parçasını alıp baktı.
İsmini ilk kez öğreniyordu: Murat.
Numarasını da yanına yazmıştı isminin.
Arayacak mıydı? Ya da: Aramalı mıydı?
Peki neden böyle bir şeyden gizlenir gibi kaçıp gitmişti?
İki dakika muhabbet edemez miydi?
Yukarıdaki müziğin sesi tavanı güm güm titretirken Nilüfer’in kalbi daha önce tanık olmadığı bir şekilde hızla atmaya başladı. Kuşkusuz hikayenin bundan sonrasında da aynı ritimde atmaya devam edecekti...
ARKASI YARIN
Bu da nereden çıktı
İLHAM-1... Bir dönem radyo tiyatrosu, arkası yarın serileri vardı ya. Onlardan ilhamla bugün böyle bir hikaye anlatmak istedim. İçinde her şeyi barındıran (aşk, tutku, aldatma, entrika) yaşanmış, gerçek bir hikaye.
Elbette bitmedi, arkası yarın...
İLHAM-2... Hikayeyi bana anlatan kişiden dinleyince ilk aklıma gelen Michael Douglas ve Matt Damon’ın oynadığı, ünlü Amerikalı piyanist Libarece’nin özel hayatından bir kesit sunan “Behind The Candelabra” filmi oldu.
Çünkü benzeşen yönler çok fazla.
Sadece orada bir kadın karakter yok, bizim yerli hikayede ise var.
Paylaş