Paylaş
Takım elbiseli bir beyefendi kibarca gülümseyerek beni durdurdu.
Kimliğini gösterdi (ama o an kimliğe dikkat ettim dersem yalan olur) pasaportumu istedi ve direkt konuya daldı:
“Az önce pasaport polisine gazeteci olduğunuzu söylediniz. Ne üzerine yazıyorsunuz? Dergi mi gazete mi?”
Hepsini tek tek yanıtlarken adam araya girip, “Zaman Gazetesi mi?” diye sordu.
“Yok” dedim şaşırarak, “Hürriyet”.
Araya başka sıradan sorular da sıkıştırarak (“Kaç gün kalıyorsun?” gibi gibi) tatlı tatlı sohbet ederken şöyle deyiverdi adam:
“Erdoğan uzun süreden beri görevde. Ne düşünüyorsunuz?”
Kısa ve net, “Politik bir soru bu, yorum yok” dedim ve açıkçası şaşırdım.
Bu soru nereden çıkmıştı?
Bu neyin sorgusuydu?
Adam sonra pasaportumu geri verdi ve “İyi günler” deyip gitti.
O günden beri kafamda deli sorular ve tabii arkadaşlarımla bu acayip sorgunun über geyiğindeyiz:
“Havalimanındaki MI6 ajanı peşimize düşmüş müdür? Benim üzerime gizlice çip filan yerleştirmiş midir?”
‘50 gün açık restoran’ kafası
Dünyaca ünlü şef ve restoranların durumu artık böyle: Bulundukları şehirde durmuyor, resmen turneye çıkıyorlar.
Başka şehirlere gidip geçici restoran açıyorlar.
Kopenhaglı Noma bunun en popüler örneği.
En son Sidney’de yakalamıştım onları.
İki-üç aylığına Sidney’e demir atmıştı meşhur Noma.
Yakaladım dediysem, elbette yoğun talepten dolayı yemek yemek kısmet olmamıştı.
El Bulli’nin yaratıcısı, gastronomi dünyasındaki klasik anlayışları tamamen değiştiren, molekül mutfağın çılgın ustası şef Ferran Adria’nın en az onun kadar
ünlü kardeşi Albert Adria’nın pop-up projesini ise Londra’da yakaladım.
Londra yeme-içme turuna beraber çıktığımız Lucca’nın sahibi Cem Mirap sağ olsun, haftalar öncesinden gizlice rezervasyon yapmış.
Uçaktayken, “Sana bir sürprizim var” diyor, ama bir türlü ne olduğunu söylemiyordu.
Meğer Cem, Katalan şef Albert Adria’nın sadece 50 günlüğüne Cafe Royal Oteli’nde açık olan projesi 50 Days’e uzun yazışmalardan sonra yer bulmuş.
Doğrusu şahane bir deneyimdi.
Cem ve diğer arkadaşlarımızla beraber, önümüze konulan her acayip şekilli şeyi yedikten sonra hep aynı tondan mutlu mesut mırıldandık.
Evet, uzun bir yemek seansıydı.
Gelen tabaklar bitmek bilmedi.
Ama böyle geceler her zaman yaşanmıyor.
Her yiyeceği mutfaktan değil de laboratuvardan çıkmış yeni bir ilacı dener gibi tatmak sıra dışı bir olay...
Ve söyleyeyim:
Bizim de bu gastronomi turizmini bir yerden yakalamamız gerekiyor.
Londra’da Berlin kafası
Mekanlar sadece yeme-içme yerleri değil.
Artık içlerinde küçük bir tasarım dükkanı illa ki var.
Gözünüzün önüne getirin işte: Birkaç cool dergi, üç-beş gözlük, birkaç tane acayip aksesuvar, aralarda bitkiler filan...
Bizde bunun en iyi örneği Oto Sanayi içindeki Sanayi 313.
Mesela Berlin’de bu tarz çok dükkan var.
Hatta Bikini Oteli’nin yanında böyle dükkanların sıralandığı bir alışveriş merkezi dahi mevcut.
Londra’nın Shoreditch’inde ise bu işi bir tık yukarı taşımışlar.
Girdiğim bir mekanda hem birtakım objeler satılıyor hem kafesinde insanlar lak lak yapıyor hem de bir adam saçını kestiriyordu!
Çünkü içeride nostaljik tatta bir kuaför vardı.
Yakında mekanlara yatak atacaklar ve orada sevişenler de olacak diye düşünüyorum.
Olur mu olur...
Vivino kafası
Chiltern Firehouse’dayız.
Bir baktım, Cem Mirap masamıza gelen beyaz şarabın etiketini cep telefonuyla tarıyor.
Meğer Vivino adlı aplikasyonu kullanıyormuş.
Vivino, şarapseverlerin favori uygulamalarından biri.
Telefonla şarabın fotoğrafını çekip Vivino’ya yükleyerek o şarapla ilgili her türlü bilgiye, tüketicilerin yaptığı yorumlara ulaşabiliyorsun.
Ayrıca diğer şaraplarla kıyaslıyorsun.
Vivino kafası şu sıra yurtdışında hayli popüler.
Öyle ki, geçen yıl kullanıcı sayısı 10 milyonu geçmiş.
Dahası Vivino’cular milyon dolarlık yatırım alarak pazardaki payını yükseltmek için girişimlere başlamış bile.
Paylaş