Paylaş
Arada şöyle konuşmalar dönüyor, “Kaan Düzarat çalmaya başladıysa içeri mi geçsek?”
Ama hayır, kimsenin içeriye geçmeye niyeti yok.
Çünkü burada tanışmak, iletişim kurmak daha kolay.
Dakikada bir yeni birine “Merhaba” deyip adımı söylüyorum.
Herkes aynı durumda. Normalde İstanbul’da bir sosyal ortamda bu kadar çok insanla tanışman mümkün değildir.
Herkesle bir şekilde göz aşinalığın vardır.
Ama tasarım ve bienal kelimeleri yan yana gelince sosyalleşen kitle de farklı oluyor.
Daha bohem, yerliden çok yabancı ve her yerde görmediğin insanlar...
Mesela biri geliyor, ressam olduğunu söylüyor.
Merak etmesem de isminin anlamını bile anlatmaya başlıyor.
O gidiyor, bir başkası endüstriyel tasarımcı olduğundan bahsediyor, yabancı arkadaşıyla tanıştırıyor. Sürekli bir “merhaba, merhaba”.
İsmimi söylemeye artık yorulduğumdan (şımarıklığa gel!) “Hepimizin birer rakamı temsil ettiğini düşünün, sizinki 8 olsun mesela, benimki de 11. Tanıştığımıza memnun oldum 8!” diyorum aniden.
Karşımdaki tuhaf tuhaf bakınca “Ama” diyorum, “Tasarım bienali partisindeyiz, olur o kadar fantezi.”
◊ YOKSA KUCAĞIMDAN ATARIM!
Soho House’un alt katı Downstairs’de Türkçe pop çığlıklarının yükseldiği bir cuma gecesi... Canlı performans var; Ajda’lar, Sezen’ler havada uçuşuyor.
Kalabalık halinden memnun, avaz avaz eşlik ediyor nakaratlara.
Sonunda Soho da Türkleri eğlendiren esas şeyin canlı Türkçe müzik olduğunu keşfetmiş oldu. Derken bir çift yanıma geliyor.
Hep de beni bulur böyle deliler. Adam kızı kucağına almış, “Söyle ona, evlilik teklifimi kabul etmezse onu yere atacağım” diyor.
Allah Allah, niye ben söylüyorum be adam?
Arabulucu gibi bir imajım mı var?
Hem kızı kucağına alıp yere atmak da neyin nesi?
Kıza diyorum ki, “Kabul etme!”
Adam kızı kucağında gezdirmeye devam ediyor.
Neyse ki bunlar tatlı deli.
◊ BENİ AYDINLATMASANIZ DA OLUR...
Cihangir’in yeni açılan şıkır şıkır Hazine’sinin en üst katında hizmete devam devam eden Sur Balık’ta rakı-balıklı bir gece...
Bembeyaz aydınlatmadan nefret eden biri olarak Sur Balık benim için bir işkence.
Çünkü ortam beyaz ötesi.
Karşımdaki arkadaşların gözeneklerini geçtim, üç beş masa ötedeki teyzenin kırışıklarını bile sayabiliyorum. Öyle çılgınca bir hastane ışığı var.
Aslında beyaz ışığa tutkumuz geçmişe dayanıyor:
Floresan lambalı evde büyüyenler parmak kaldırsın, sonra da oturup ağlasın.
Çünkü beyaz ışık feci bir şey.
Cazibeyi öldüren bir şey.
Ama Sur Balık’ta olanlar halinden memnun.
Genelde orta yaş üstü bir kitle.
Çılgınca yiyip içiyorlar. Peş peşe doğum günleri kutlanıyor.
Dakikada bir pasta, alkış kıyamet...
Ve tüm bunları beyaz ışığa dayanamayıp Zerrin Özer misali güneş gözlüğü takarak izleyen bir ben.
◊ AYAKKABI ÇIKARILMAYAN O DAİRE
Bebek’te eski bir apartman dairesi... 1960’lardan filan kalma.
O geniş balkonlu, kutu salonlu, tatlı dairelerden birinin içindeyim.
Lal Dedeoğlu yeni mekanı Daire 1’i buraya konuşlandırmış.
İçeride açılış partisi var.
Haliyle gelen kalabalık hem daire içinde geziniyor hem de dışarıda, bahçede.
Daire 1 tipik bir mekan değil.
Yemek masası, oturma odası takımıyla filan bayağı ev.
Neredeyse ayakkabını çıkarıp öyle dolanacağın, hatta yalınayak gezemeyenlerdensen terlik isteyeceğin o şirin evlerden işte.
Ama yok, Daire 1’e gelen kalabalık evde asla terlik giymeyen insanlardan.
Aynı zamanda hepsi eski Buz gezegeninden.
Buz dediğim, Lal Dedeoğlu’nun zamanında Ender Sanal’la birlikte açıp ortalığı tozu dumana kattıkları Buz Bar.
İşte o gece ağırlıklı olarak o dönemin müdavimleri var.
Yanı sıra değişik bir mekan görmeye gelmiş olanlar...
Konuşmalar üç aşağı beş yukarı aynı:
“Gidecek çok az mekan kaldı, buranın açılması iyi oldu.”
◊ HAYIR, BİTMEDİ...
Evet, farklı insanların takıldığı sosyalleşme maceralarım bitmedi, siz istemeseniz de (ülke kadar demokratım işte) sürecek.
Yakında lüks nargilecilerdeyim, savulun!
Paylaş