Paylaş
Öncelikle sizi tanıyalım…
Benim hayatımın her dönemi farklı. Önce profesyonel yüzücü oldum, sonra bir şirkette beyaz yakalı, daha sonra da hayallerimin peşinden koşup yazmaya başladım. Hayatım 1973 yılında İstanbul’da başladı. Moda İlkokulu ve o zamanki adıyla Kenan Evren Lisesi’ni bitirdim. 1985-92 yılları arasında yüzme sporu ile uğraştım, sonra Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri okudum. 2010 yılına kadar mutsuz bir beyaz yakalıydım. Sonra bir anda her şeyi bıraktım ve çocukluk hayalimi gerçekleştirmeye başladım. Yazmak…
Zor olmadı mı bu süreç?
Oldu tabii… Bu yolculuğa çıkmam gerekiyordu. Bu yolculukta ustam ve ağabeyim Sunay Akın’dan büyük destek gördüm. Fikirsel ve bilgisel manada ondan çok etkilendim. Yolumu çizmemde katkısı çok büyüktür. Onun hakkını asla ödeyemem doğrusu.
İlk kitap nasıl çıktı peki?
2011 yılında yazdığım İdeon-Tanrıların Yolu kitabı ilk kitabım. Kazdağları’nda bir grup Nazi ve Amerikan subayının tesadüfen bir Anadolu köyüne düşmelerini anlatan bir romandı bu. 2013’te Elohim’in Çocukları adlı romanım ve Vecihi Hürkuş’un hikâyesini anlatan Hürkuş ile Göklerde çocuk öykümü yayımladım. 2014’te Vecihi Hürkuş’u bu kez yetişkinler için yazdım ve Gece Teyyarede Açıkta kitabımı yayımladım. Son olarak da Ateş Kırmızısı kitabımı yazdım. Bu yıl içinde ise Yılmaz Vural’ın hayatını anlatan ‘İnadım İnat’ı yayımladım.
‘Ateş Kırmızısı’ gibi Osmanlı’nın son dönemlerini anlatan bir roman yazmak nereden aklınıza geldi?
Aslında aklımda çok farklı bir konu vardı. Ateş Kırmızısı bana Sunay Akın’ın verdiği bir ödevdir. Yeni roman fikirlerimi onunla paylaştığımda bana, artık kendimi kanıtladığımı ve daha üst düzey, entelektüel birikimime daha fazla katkı saylayacak bir roman yazmamı önerdi. Özellikle resim ve ressamlar hakkında bir şeyler yazmamın bana büyük katkı sağlayacağını söyledi. Ben de buradan yola çıkarak ressamların hayatlarını incelemeye başladım. Sanatsal akımlar ve ressamların hayatlarını anlatan eserler edindim. Çok sahaf gezmenin faydasını burada gördüm diyebilirim.
Kitabın başkarakteri Zonaro gerçek bir kahraman. Bu karakteri seçmenizin sebebi neydi?
Yeni romanımda özellikle resim ve İstanbul ilişkisi üzerinde duruyordum. Zonaro da aklıma takılan ressamlardan oldu bu sebeple. Özellikle yabancı bir ülkeden gelerek burada yeni bir hayat kurmaya çalışması ve saray ressamlığına kadar giden hikâyesi çok ilgimi çekti. Yaşadığı zorluklar ve asla pes etmemiş olması beni çok etkiledi. Tablolarının ortaya çıkış hikâyeleri son derece ilham vericiydi. Bununla birlikte “Zonaro’ya ne kadar teşekkür etsek azdır” diye düşünüyorum. Zira o kadar çok İstanbul konulu tablo yapmış ki, zamanımızda fotoğraflar haricinde Abdülhamit döneminde günlük yaşama ait edindiğimiz bilgilerin çoğu Zonaro’nun resimleri sayesinde. Günlük yaşamı sanatla öylesine iyi kaynaştırmış ki, hayran kalmamak elde değil doğrusu.
Kitaptaki karakterlerin tümü gerçek hayatta var mıydı? Yoksa kurgu mu? Karakterleri seçerken nelere dikkat ettiniz?
Kitaptaki karakterlerin tümü o dönem yaşamışlar, ama birbirleriyle hiç tanışmamışlar. Fakat burada önemli olan şu ki, bu kitap Fausto Zonaro hakkında yazılmış ilk ve tek roman. Onun hakkında yapılan diğer çalışmalar genellikle sanatıyla ilgili…
Kitabın içinde ‘çok kültürlülüğe’ özel bir vurgu var. Hatta bazı yerlerde Osmanlı’ya ağır eleştiriler… Üstelik bu eleştiriler yapılırken, bazı noktalar ‘yazarın kişisel yorumu’ gibi anlaşılıyor. Ne diyorsunuz bu konuda?
Dönemin İstanbul’u dünyanın her yerinden insanı barındırıyordu. Hem ticari hem de sosyal hayatta tüm bu insanların kültürlerini ve kültürlerinin getirdiği gelenek ve görenekleri net bir şekilde görmeniz ve hissetmeniz mümkündü. Aslında benim orada eleştirim Osmanlı’ya değil, Osmanlıcılık oynayanlara… Osmanlı kültürünü ve medeniyetini biliyormuş gibi yapanlara… Son Halife Abdülmecid Efendi’nin yaptığı “Sarayda Beethoven” ve “Sarayda Goethe” tablolarını bilmeyenlere, bilmek istemeyenlere… Kitaptaki “Burası İtalya değil!” vurgusu da boşa değil. İtalya dünyaya Rönesansı hediye eden ülke. Bir sabah uyandıklarında “Aaaaa ne güzel Rönesans gelmiş haydi resim, heykel yapalım.” dediklerini mi sanıyorsunuz? O aşamaya gelene kadar aydınlanma yolunda ödedikleri bedelleri kaçımız biliyoruz? Ya Tomasso Campanella’yı kaçımız tanıyoruz? Benim romanlarım bilgi ağırlıklı kurgulardır. Ama bilgiyi okura verirken tamamını vermektense, belki de haddim olmayarak onu araştırmaya teşvik edecek kadarını vermek tercihim. Entelektüel bir sezgi yaratmaya çalışıyorum diyelim. Abdülhamit’in baskıcı tutumu kitapta aslında anlatılıyor. Ama bunun yanında onun yaptığı güzel işler de anlatılıyor. Olabildiğince objektif bakmaya çalıştım o döneme.
Kitap aşk hikâyeleri üzerinden bir Osmanlı eleştirisi yapıyor. Burada Osmanlı Harem’ine de vurgu var. Sizce Harem, kadınların hapishanesi miydi? Malum oranın bir ‘okul’ olduğunu söyleyen araştırmacılar da bir hayli fazla…
Harem kadınlar için bildiğimiz manada bir okul olmaktan çok uzak. Zira aydınlanmadan ziyade hizmet etmek üzerine verilen bir eğitimden söz etsek çok da yanlış olmaz. Hapishane tabiri de bence biraz abartılı. Çünkü kadınların kontrollü de olsa günlük hayata karışmalarına izin veriliyordu.
Kitapta kimliklere aşırı vurgu görüyoruz. İngiliz, Kürt, Ermeni, Laz… İsimlerin önüne getirilen etnik takılar pek çok. Abu diye bir karakter var, onun da kökünün Türk olmadığı çıkıyor ortaya. Hatta ‘iyi şeyler yapan Türk’ pek az gibi görülüyor. Neden böyle bir tercih var? Okuyucuya ne söylemek istiyorsunuz?
İyi şey yapan pek az Türk olmasının sebebi sarayın sosyal politikalarıdır. Osmanlı hanedanı özellikle yükselme devrinin bitişiyle birlikte yüzünü tamamen saraya, sırtını da Anadolu’ya dönmüştü. İstanbul ayrı, Anadolu çok ayrıydı. Devşirme kültürü de bu bahsettiğim durumun en büyük sebebidir. Avrupa’dan getirilen çocukların ayrıcalıklı bir eğitime tâbi tutularak biat kültürüyle saraya bağlanması her zaman en kolay yol olmuştu. Aslında buna bir kültür demek doğru olmaz. Osmanlı’nın emperyalist yaklaşımın doğal sonucudur diyebiliriz. Her emperyalist yapı da bir süre sonra kendi kendini imha etmekten kurtulamamıştır.
Kitap, 31 Mart Vakası’na, Mustafa Kemâl Paşa’ya, Enver Paşa’ya ve hatta İttihat ve Terakkiye kadar uzanıyor. Böylesi tarihi bir dönemeçte, yer, eşya, kişi analizi yapmak zor olmadı mı? Tarihçilerle görüştünüz mü kitabı yazarken? Siz o dönemi bugünden nasıl yorumluyorsunuz?
Hayır, kimseyle bu konuda özel bir görüşmem olmadı. Özellikle yapmadım. Çünkü bir tarih kitabı yazmıyordum. Zira dönemi Zonaro’nun gözünden anlatmak önemliydi benim için ve öyle de yaptım. Ama bunu yapabilmek için sadece Zonaro’nun o dönem yazdıklarını okumak yetmedi. Onun hayal dünyasını, dünya görüşünü ve karakterini bilmem, anlamam ve doğru yorumlamam gerekiyordu. Ben de bunu olabildiğince yapmaya çalıştım. Sırf 31 Mart olayı değil tüm roman için aynı şey geçerliydi sonuçta.
Kitabın tamamı resim sanatıyla ilgili? Meraklı mısınız resme?
Kitap resim sanatı üzerinden bir adamın tanımadığı, bilmediği bir coğrafyadaki hayat mücadelesini anlatıyor ve tabii ki, dönemin İstanbul’unu da. Resme çok meraklı olduğum söylenemezdi. Ta ki bu kitabı yazana kadar. Normalde Cin Ali bile çizemem. Hâlâ da çizemiyorum. Ama şimdi bir tabloya baktığımda bir eleştirmen kadar olmasa da birkaç kelime edebiliyorum ve hayallerimi evimin duvarında bir Zonaro tablosu süslüyor.
Zonaro, saray ressamı olmuş olmasına ama bazı tabloları kayıp. Kitabınızı okuyanlar gerçek bir tarihi yolculuğa çıkar, Zonaro’nun tablolarını görmek ister ve Ayasofya’nın dehlizlerinde dolaşmak isterse onlara nasıl bir rota çizersiniz?
Meraklıları, Zonaro Tablolarının bazılarını Dolmabahçe Sarayı, Pera Müzesi ve Sabancı Müzesi’nde görebilirler. Ayrıca tabloların bir kısmı da koleksiyonerlerde. Biri hariç… O tablo kayıp. Tulumbacılar… Nasıl kaybolduğunu anlamak isteyenlere Ateş Kırmızısı’nı okumalarını öneriyorum.
Kitapta sadece Zonaro’nun resimleri değil, değerli sanatçı Can Ersal'ın birbirinden güzel resimleri var. Sizi bir araya getiren şey nedir?
Aslında bu tamamen zihnimde çakan bir kıvılcımın eseri diyebiliriz. Bir gün Genel Koordinatörü olduğum Düştepe Oyun Müzesi'nin vitrinleri arasında gezerken gözüm 80 Günde Devr-i Âlem kitabının 1873 tarihli ilk baskısına takıldı. Kitapta öyle güzel resimler vardı ki, neden benim kitabımda olmasın, diye düşünerek sevgili ağabeyim Can Ersal'ı aradım hemen. Bunun üzerine birlikte çalışmaya başladık. Kitabın yazım aşamasında sürekli konuştuk ve tartıştık. Fausto Zonaro'yu anlatan bir roman için doğru tarzı ve resimleri bulmaya çalıştık aylar boyunca. Ortaya çıkan sonuç harikaydı. Can Ersal Ateş Kırmızısı'na ayrı bir değer ve ruh kattı. Buradan ona tekrar teşekkür etmek istiyorum.
Paylaş