Paylaş
Havada hafif yağmur, beton ormanlar arasında ağaç arıyor gözlerim, bunalıyorum. Şikâyet ediyorum şehrin bu halinden, yanımda oturan ağabey anlatmaya başlıyor:
“Yıl 1970! Kars’tan İstanbul’a geldim. Yaşım 19… İlk kez şehir dışına çıkmışım, heyecanlıyım. Sirkeci trenine bindim, karşımda yaşlı bir amca oturuyordu. Şık giysilerinin altında saygın ve onurlu bir ifade ile elindeki kitabı karıştırıyordu. O esnada trenin camına ‘Paaaattt!’ diye bir taş geldi. Amca çok hayıflandı, içerledi ve “Aaahhh İstanbul, ne günlere kaldın? Tren camlarını bile taşlıyorlar. Ne hale düştün İstanbul!” dedi. Bunu 1970 yılında söyledi. 1970! O amca bu günleri de görseydi ne derdi kim bilir…”
Peki, ya gerçek İstanbul! Yani o eski İstanbul… Kitaplara, şiirlere, türkülere, deyişlere konu olan İstanbul?
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, “İstanbul Fotoğrafçılar Sultanlar 1840-1900” adlı kitabı yayımlamış. Pierre de Gigord’un İstanbul fotoğrafları arşivi kitaba aktarılmış ve Catherine Pinguet’in metnini Saadet Özen dilimize çevirmiş. O eski İstanbul, bu fotoğraflarda bulduk.
Daha önce hiç görmediğimiz resimlerin yer aldığı kitaptaki şu ifadeler dikkat çekici: “Osmanlı başkentine karakterini veren macera, hatıra ve sırlar karışımını; tutkularla, tarihle dolu bir şenlik olan bu engin şiiri büyük bir netlikle gözler önüne seriyor.
Galata Köprüsü; kayıkların, vapurların keşmekeşi; Haliç ve savaşlarla, depremlerle harap olmuş, iyi kötü yamanmış Bizans surları. Ben bu şehrin tarihini, bugün uydu fotoğraflarında da görülebilen, İngilizlerin tabiriyle ‘eski duvarların dibinde’ yürürken anlamaya başladım.” Daniel Rondeu’nun yazdığı satırlar büyük bir hayal kırıklığı ile noktalanıyor: “İstanbul’u günün ilk ışıklarında var ile yok arasında uyanırken gördüm.”
İstanbul bugün var mı, yok mu? Bu sarsıcı soru, tarihimizin ve kültürümüzün de varlığı ile yokluğunu sorguluyor. Üstelik bir yabancı yazar tarafından. Peki, bu şehrin, ülkenin içinde yaşayan bizler, bunları neden sorgulamıyoruz?
Paylaş