Paylaş
Son zamanlarda Nasrettin Hoca ile ilgili çok fazla kitap çıkmaya başladı. Yazarlar neden bu konulara peşi sıra değinme ihtiyacı hissediyor sizce?
Nasrettin Hoca’yı fıkra kahramanı olarak hepimiz tanıyoruz; oysaki o sadece bundan ibaret değil. Bir düşün insanı ve yaşam filozofu olarak onu tüm yönleriyle keşfetmemiz gerektiği kanaatindeyim. Kuşkusuz böyle düşünen sadece ben değilim. Sanırım yayın dünyasında Nasrettin Hoca’ya gösterilen ilginin gerisinde bu düşünce vardır. Okurun ilgisi de verilen emekleri boşa çıkarmayarak yeni kitapların basılmasını teşvik ediyor olmalı. Kültürümüzün bu değerli insanı ona kulak verenleri her seferinde güldürmüş ama güldürürken de düşündürmüş. Bence hakkında çıkan kitapların sayısındaki artış sevindirici. Elimizdeki hazineye sahip çıkıp onu çocuklarımızla buluşturuyoruz. Ne kadar güzel… Ben de onun yaşam karşısındaki filozofça duruşunu edebiyatla buluşturmak istedim ve çocuklarımız için Nasrettin Hoca’yı konu edinen bir roman yazdım. Amacım onun bilgeliğini edebiyatla buluşturmaktı. Bu büyük insanın hayata bakışını, sorunlara yaklaşımındaki ustalığını, düğümleri gülümseyerek çözme becerisini genç okurlara aktarmaya çalıştım.
Nasrettin Hoca’nın Sürpriz Misafiri kitabında neler var peki?
Bu, Gel zaman Git Zaman serisindeki kitapların ilki. Mahallenin meraklı çocuğu Timur bir gizemin peşine düşüyor. Mahalleye yeni taşınan Mucit Muzo’nun icatları da ona bu konuda yardımcı oluyor. Çözümü ararken bol sürprizli bir yolda ilerlemesi gerekiyor Timur’un. Genç okur onun maceralarına ortak olurken, Nasrettin Hoca’yı da daha yakından tanıyor. Nasrettin Hoca’nın sorunları kaba kuvvetle değil, akıl yolu ile çözdüğünü bir kez de edebiyat kurgusu içinde görüyor çocuklar.
Çocuk kitaplarını nasıl değerlendirmek lazım?
Öncelikle pek çok yazar gibi beni de endişelendiren bir konuya değinmek istiyorum: Son zamanlarda birileri çıktı ve kuşkusuz iyi niyetle çocuk kitaplarını pedagoglar denetlemeli, dedi. İnce eleyip sık dokumak elbette gerekli ama edebiyatın dışında konumlanmış bir otoriteye yetki vermek kesinlikle doğru değil. Öncelikle ebeveyn olarak biz de çocuklarımızın kitaplarını okuyacağız. Bunun yanında bir de çocuklarımıza eleştirel okumayı öğretirsek sansür heveslilerinin yorulmalarına gerek kalmaz. İyi edebiyatın ölçüsü, çocuğu yakalayabilmesi, yani onu yarattığı dünyaya çekebilmesi ve bunu edebi bir dille yapabilmesidir. Kurgu, imla, üslup, düzgün bir Türkçe hepsi çok önemli. Bunlar bir araya gelince iyi kitabı kolayca tanırız zaten. Bir ya da bir kaçı eksik olduğunda da kötü kitap hemen belli eder kendini.
Şimdilerde 60’larda, 70’lerde yazılan çocuk kitapları için ‘hatalıydı’ deniyor… Bunlar doğru tartışmalar mı?
Hani bir klişe vardır ya, her dönemi kendi koşullarında değerlendirmek gerekir, diye… O zamanlar toplumun yapısı, dinamikleri, güdüleri, fiziki koşulları… Her şey çok farklıydı. Cep telefonu yoktu, internet yoktu. Elbette ki bu gerçeklerin o dönemin anlatılarına yansımaları da mutlaka olmuştur. Öte yandan eserleri ‘hatalı’ diye değerlendirmek kolay değil. Buna karşın kendi dönemimize ilişkin olarak kendimize iğne batırabilirim. Zaman geçtikçe, çocuklar, ortam ve kültür de değişiyor. Biz yazarlar da hem bu değişimi yaşıyoruz, hem de bu değişime yön vermeye çalışıyoruz. Keşke teknolojinin sanal dünyasına tutkun çocuklarımızı yakalayabilecek, yaşamın kendi gerçekliği içindeki duyguları keşfetmelerini sağlayabilecek daha fazla eser olsa.
Örneğin Kemalettin Tuğcu bugün yazsaydı bambaşka içeriklerde yazacaktı belki de değil mi?
Kesinlikle… Bambaşka değerler var. Tüketim kültürü insanları tüketim bağımlısı yaptı. Şimdiki çocuklar çok çabuk duygu değiştirebiliyorlar; bir bakıma duyguları da hızla tüketebiliyorlar. Bazen bir konuda çok sabırsızlanabiliyorlar. Kemalettin Tuğcu özünü korusa da eminim şimdiki dünyadan farklı ilhamlar alır, bambaşka kitaplar yazardı. Bunu söylerken, önceki sorunuzu hatırlayarak, Kemalettin Tuğcu’nun kendi döneminde yazdıklarını ‘hatalı’ diye nitelendiremeyeceğimi bir kez daha vurgulamak isterim.
Bizim şimdi yazdığımız kitapların 500 yıl sonra da okunabilmesi için ne gerekir peki?
Her yazar bunun peşindedir sanıyorum, ama işin sırrını çözen var mıdır bilmiyorum. Yine de akıl yürütebiliriz. Belki, evrensel düşünmek ve zaman ile mekânın dar ufkuna hapsolmamak gerekir, diyebilirim. Biraz fantastik yaklaşımlara sıcak durulmalı. Bunları söylüyorum ama asıl gönlümden geçen şu: En güzeli çocuk ve gençlik edebiyatı yazarken kendimizi o maceranın içinde duyumsamak, o çocuğun algısıyla düşünmek, duygularıyla hissetmek… Didaktik olmadan, işi fazla formüle dökmeden, kalemimizin kağıt üzerinde kolayca kayıp gittiği bir kurgu yakalayabilirsek, evrensele doğru yol alıyoruzdur bence. Evrenselleşmeyi başarmış kitaplara baktığımızda görüyoruz ki bunlar okura bir duygu taşıyor ve onda var olan duyguları coşturuyor. Duygular zaten evrenseldir. Bu işin bir formülü varsa bence formülün doğruluğu yaratılan eserlerin yoğun ve güçlü duygular uyandırıp uyandıramadığına bakılarak test edilebilir.
Günümüzde kitaplar konusunda aşırı bir hassasiyet gelişti. Biz çocuklara ‘mükemmel’ bir dünya sunmaya çalışırken, gerçekte olanla çelişiyoruz. Neden?
Çünkü bu çağın insanlarının birçoğu çocuklarına ‘proje’ olarak bakıyor. Ben çocuklara “En güzel macera kitaplarda yaşanır” derim. Korkacaksanız, bir korku kitabı okuyarak o duyguyu yaşayın. Gerçek hayatta yüz yüze kalsanız sizi çok kokutacak bir şey ile öncesinde kitapta karşılaştıysanız daha sağlam durabilirsiniz. Mutlaka çocuklarımızı kötü içerikli kitaplardan uzak tutalım ama kötüyü nasıl tanımlıyoruz? Kime göre kötü, neye göre kötü? Bunun çok net bir ölçüsü, tartısı yok. Meseleyi abartan bazı anne baba, öğretmen ve yayıncılar bence işaret ettiğiniz bu çelişkinin doğmasına neden oluyorlar. Bu durumda çocuklar kendilerine tatsız tuzsuz gelen kitaplara katlanıyorlar ya da isyan edip gerçekten zararlı olabilecek eserlerin peşinden gidiyorlar. Sansüre varan aşırı hassasiyet edebiyata zarar verebilir. Yazarlar yazarken, yayıncılar kitap seçerken, öğretmenler kitap önerirken, anne babalar da kitap alırken bunu akıllarında tutmalılar bence.
‘Çocuk’ kavramı bile sanayi toplumuyla birlikte dünyanın literatürüne giren bir kavram. Eskiden ‘küçük insan’ olarak görünürmüş çocuklar. Yani o da bir insan ve dolayısıyla yaptıkları çalışmaları bütün yaş kitlelerine veriyorlar. Çocuklara özel bir şey yok. Oyuncak fabrikalarının kurulması bile 1800’lü yıllar. Günümüzde çocuklar konusunda çok hassas davranıyoruz, davranmaya çalışıyoruz ama en büyük şiddeti tarihte olmadığı kadar bugünlerde yaşıyoruz. Nasıl bir çelişki bu böyle?
Bunun nedeni, önceki sorunuzu yanıtlarken bahsettiğim abartma eğilimi. Çocuğun üzerine aşırı düşünce ona mükemmel bir dünya sunmuş olmuyoruz ki. Kurguda söylemektense göstermenin etkili olduğunu yazan herkes bilir. Gerçek hayat için de geçerli aynısı. Çocuklar bizim zannettiğimizden daha akıllılar. Yetişkinlerin söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişkiyi hemen fark ediyorlar. Onlara mükemmel bir dünya sunamayız; çünkü dünya mükemmel değil. Ama yaşadığımız gezegeni şimdikinden daha iyi hale getirirsek çocuklarımızın dünyası da daha güzel olur. Bir sürü oyuncak, bir sürü görsel… Bunlar sadece tüketim ürünü olmamalı. Gerçekten ihtiyaç duyulan ve kullanılacak olan alınmalı. Çocuklarımıza daha az ürün satın alarak daha zengin bir yaşam sürmeyi öğretebiliriz.
Türkçenin en çok üreten çocuk yazarlarından bir tanesisiniz. Bu kadar çok yazmak sizde sıradanlığa düşerim korkusu yaratmıyor mu?
Kuşkusuz ki önemli olan niteliktir. Üretirken bunu hiç aklımdan çıkarmıyorum. Asla özensiz yazmıyorum. Yaşam biçimimin yazmak olduğunu söylersem abartmış olmam. Kalemim beni hayata bağlıyor ve bana değişik maceralar sunuyor. Tekrara düşme ya da sıradanlaşma kaygısı hissetmiyorum. Bu rahatlığımda çocuklara yazıyor olmamın payı da vardır. Onların dünyası eşsiz ve çok geniş. Orada öyle bir zenginlik var ki, tekrara düşmeniz mümkün değil. Yazmak hayalle yapılan bir iş ve insanın hayal gücü hayal kurdukça gelişir. Evet, öyleyse çok yazmanın bir yazarın hayal gücünü daha da güçlendirdiğini söyleyebiliriz bence.
Yeni kitaplarınızdan biri de Hayal Küre. Bu kitapta çocuklara ne söylemek istediniz?
Alegorik olarak, hepimizin içinde sihirli bir hayal küre olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Onu kullanmazsak köreliyor ve Dünyanın hayallere ihtiyacı var. Hayal Küre’de tam olarak bu düşünceleri işledim. Orada çocuklara “Hayallerinize sahip çıkın, hem içinizdeki hayal küreyi hem de dünyayı kurtarın.” diyorum. Her şey hayalle başlıyor. Hayaller olmasaydı ‘iyi ki var’ dediğimiz teknoloji bile olmayacaktı. Hayallerin kaybolduğu bir dünya nasıl olur? Peki, ya insanlar hayal sözcüğünü dahi unuturlarsa başımıza ne gelir? Hayal kurmak çok önemlidir. Ben de bu kitapta hayallerle dolu fantastik bir dünya kurguladım ve çocuklara hayallerinin peşinden koşmaları gerektiğini hatırlatmak istedim.
Bir yazar roman, hikâye ya da öykü karakterlerini oluştururken nelere dikkat etmeli peki?
Kurgu ister gerçekçi ister fantastik olsun, okuru karakterlerin gerçekliğine inandırmalı. Karakterlerin hikâyenin başından sonuna kadar yaptıkları tutarlı olmalı. Çocuklara yazarken, çocuğun özdeşleşebileceği karakterler seçmek de önemli. Çocuk onun zihniyle düşünebilmeli. Söyleşilerde çocuklara bazen “Okurken kendinizi kötü karakterlerin yerine koyuyor musunuz?” diye soruyorum. Pek çok çocuktan olumlu yanıt alıyorum. Aslında kitaplarda kendilerini onların yerine koyup, dış dünyada öyle olmaması gerektiğini bilmeleri güzel bir şey. Ben de karakterlerimi yaratırken kendimi hem kötülerin, hem de iyilerin de yerine koyuyorum. Tabii şunu da itiraf edeyim; taraf tutuyorum; çünkü iyiler kazansın istiyorum. Umarım gerçek hayatta da hep iyiler kazanır.
Fotoğraflar: Levent Kulu
Paylaş