Pazar günkü Fenerbahçe-Galatasaray derbisini, Fenerbahçe’yi tutan kızım Tayga’nın ısrarı üzerine yerinde, yani Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda izledim.
Önce şunu söyleyeyim, sahada insanın tuttuğu takım olmayınca derbi denen şeyin tadı tuzu pek kalmıyor. Ben de ara sıra, bu zaten çok heyecanlı olmayan, aksiyonu zayıf derbiden kopup sağı solu gözlemlemeye başladım. Ve ortaya bu yazı çıktı.
Maçı izlediğimiz locada Türker İnanoğlu, Alinur Velidedoğlu, Mehmet Yılmaz, Feryal Pere ve İlker Yasin de vardı. İlker Abi devre arasında “Bu maç berabere biter, ben yazımı yazdım bile” diyerek, gazeteye yollamak üzere aldığı notları gösterdi bana. Sonraki 45 dakikada onun yazdıklarından farklı bir şey olmadı. Maçı okumak diye buna diyorlar herhalde. İlker Yasin’in yanında kendimi boş boş sahaya bakan, ofsayt, taç, gol, faul, penaltı dışında bir şeyden anlamayan biri gibi hissettim!
Fenerbahçe izleyicisine istikrarlı ve kulağa hoş gelen gürültü yapma konusunda geçer notum yok. Maç boyunca tek bir organize tezahürata rastlamadım. İşleri güçleri pozisyonlar hakkında bireysel yorumlar yapıp, ıslık çalmaktı. Hele kapalı ve numaralıdan hiç ses gelmedi. Ne varsa yine açıklarda vardı, ama o da yeterli değildi. Hadi bakalım, şimdi gelsin tepkiler, öfkeli mail’ler. Kızın ama şunu da unutmayın, benimki Fenerbahçe için yapıcı bir eleştiri. Sizin yerinizde olsam bir sonraki maça bu işi nasıl düzeltiriz diye düşünmeye başlardım.
Stadın küçük bir bölümüne hapsedilmiş Ultra Aslanlar stadı dolduran Fener izleyicisine göre çok daha organizeydi. En çok onların sesi çıktı. Çok da enerjiklerdi. 90 dakika boyunca oldukları yerde zıplayıp durdular.
Fenerium’un yeni sezon ürünleri gayet şık. Fenerbahçeli olsam sadece maçlarda değil günlük hayatta da giyerdim doğrusu. Özellikle gri sweat shirt’lerine bayıldım.
Fener taraftarı farkında mı bilmiyorum ama yiyecek içecek konusunda ciddi anlamda üçkağıda geliyorlar. Devre arasında Tayga’yla bir şeyler yiyelim dedik, iki sandviç ve iki ayrana 40 lira ödedik. Stat resmen kendi taraftarını kazıklıyor. Alan razı veren razıdır belki ama ben kapının dış mandalı da olsam şikayetimi yapmış olayım.
Facebook ve Hürriyet gazetesi
Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, Facebook’un kuruluş hikayesini konu alan “Sosyal Ağ” (The Social Network) için “bu filmin çoğu kurmaca” demiş olsa da, “Sosyal Ağ”ın markasına katkıları göz ardı edilecek gibi değil. Film, vizyona girdikten sonra bir hafta içinde, 18-34 yaş arasındaki grupta Facebook’un tanınırlığını neredeyse iki katına çıkardı. Bu da markanın nasıl yaratıldığıyla ilgili bilgiyi ve algıyı artırmanın, saygınlığı ve marka değerini yükselttiği anlamına geliyor. “Sosyal Ağ” filminin Facebook üzerindeki olumlu etkisini gören ünlü markalar, kuruluş hikayelerini beyazperdeye aktarabilmek için kolları sıvamışlar bile. Diğerlerini bilemem ama şahsen ben Hürriyet gazetesinin kuruluş ve bugünlere geliş hikayesini sinemada izlemek isterim. Simaviler’den Erol Aksoy’a ve oradan Doğan Ailesi’ne uzanan yolculukta neler yaşanmadı ki! Uzağa gitmeye gerek yok, bu uzun tarihe en yakından tanıklık edenlerden biri olan Doğan Hızlan’dan dinlediklerimden bile heyecan dolu, sürükleyici bir film çıkar.
Tavuğa işkenceye dava
Tavuk, tavuk eti yer mi? Yerse yamyam olur mu? Ve tavuğa tavuk eti yedirtmek hayvana işkence kapsamına girer mi? Bunların hepsinin cevabı evet. Algıda seçicilik olsa gerek... “Sosyal Ağ” filminde aklımda kalan detay işte buydu. Facebook’un kurucu ortaklarından Harvard öğrencisi Eduardo Saverin, bir testten geçmek için 10 gün yanında bir tavukla gezmek zorunda kalıyor. Bunda bir şey yok; asıl yaygara tavuğa yemekhanede tavuk yemeğinden tattırınca kopuyor. Eduardo “balıklar balık yemiyor mu ki” diye kendini kurtarmaya çalışsa da, tavuğa yaptığı işkencenin bir davada aleyhine kullanılması kaçınılmaz. Hayvana işkencenin, kedi kafası ezmenin bile ceza görmediği şu ortamımızda gayet yerinde bir örnek oldu, öyle değil mi?