Quo Vadis?

RESMİN bir tarafından bakınca doğrusu memnuniyet duyuyoruz. Çünkü iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti uzun yıllar ‘‘üzümün çöpü var, armudun sapı var’’ diyerek ertelediğimiz bazı konuları ‘‘pat pat pat’’ getirip çıkartıyor.

AB'ye Uyum Yasaları mı dediniz? Hiç sorun değil.

Uzun yıllar ‘‘imzalasak mı, imzalamasak mı?’’ yahut ‘‘imzalanmış ama onaylasak mı, onaylamasak mı?’’ diye bekletilen uluslararası sözleşmeler Meclis'e getiriliyor, ‘‘onaylanıyor’’ ve yürürlüğe konuyor.

Yapılanlara bakınca bazen de ‘‘cahilin cesareti’’ türü bir gerçekle mi karşı karşıyayız diye, düşünmeden edemiyoruz:

Kıbrıs konusunda Annan Planı'nın üstüne balıklama atlayıp Rauf Denktaş'ı açığa düşüren yaklaşımlar gibi.

Bu tür bir tereddüt de 4 Haziran 2003 günü TBMM'den geçen iki uluslararası sözleşme yüzünden doğdu:

Biri ‘‘Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’’ başlığını taşıyor. Diğerinin başlığı ‘‘Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’’.

Bunlar aslında ‘‘ikiz sözleşmeler’’ diye biliniyor. Birleşmiş Milletler Teşkilatı bünyesinde hazırlanmış. Bundan 36 yıl önce imzaya açılmış. Ama biz Türkiye olarak imzamızı üç yıl önce Ağustos 2000'de atmışız.

Peki neden bu kadar beklemişiz?

Çünkü iki sözleşmenin de birinci maddelerinde aynı ifade var ve;

‘‘1- Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

2- Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilirler. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.

3- Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil, bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir’’
deniyor.

Belli ki kabul edersek bu hükmün Türkiye'nin başını çok ağrıtabileceğinden çekinmişiz.

Öyle ya ‘‘halk’’ kim? Yarın ‘‘biz halkız ve o haklarımızı kullanmak istiyoruz’’ diyen olursa ne yanıt verebiliriz?

İlginç olanı şu ki, Türkiye'yi bunca yıl bu kadar tereddüde sevk eden mesele, kamuoyunun haberi bile olmadan ve tartışılmadan TBMM'den geçiverdi.

Gerçi Türkiye adına sözleşmelere ‘‘üç beyan’’ ve ‘‘bir çekince’’ koymuşuz. Beyanlarımızda önemli bir şey yok. Çekincemizde ise, ‘‘Biz azınlık kavramını Lozan Antlaşması ve Anayasamızdaki anlamına uygun şekilde uygularız’’ demişiz ama şu yukarıda aynen aktardığımız üstelik Türkiye açısından çok önemli olan ‘‘halklar’’ ve ‘‘kendi kaderini tayin hakkı’’ konusunda hiç ama hiçbir şey söylememişiz. Oysa bu ulusal bütünlüğümüzü hayati derecede ilgilendiren bir konu.

Ne dersiniz, ‘‘Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete...’’ demek yanlış mı? (İsterseniz buna siz Quo Vadis? diyebilirsiniz.)
Yazarın Tüm Yazıları