BAKALIM siyasi iktidar, dünkü gazetelerde bildirildiği gibi “28’i general, 102 komutanı tutuklamakla” kalacak mı, yoksa -yandaş medya mensubu- bir tarih müptedisinin (acemisinin) geçen gün dediği noktaya varacak mı? Dün 87’nci yıldönümünü kutladığımız Lozan meğer, “Sevr’in hafifletilmişi” imiş.
Demek ki sırada Lozan var. Aslında bunu yazanın önemi yok. Çünkü kendisi de bilir ciddiye alınacak bir tarafı olmadığını. Ama ona söyletirler. İsterler ki biri ondan alıntı yapsın. (Bu defa o işi biz üstleniyoruz çünkü o tür tertipleri açığa çıkarmanın başka çaresi yoktur.) Ve ardından salvo ateş başlar... Hani Anayasa değişikliği paketini Meclis’e getirmeden önce bir-iki ay süreyle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesi üyelerine dönük bir şiddetli linç kampanyası başlatmışlardı ya... Aynen onun gibi. Onu da resmî adımlar izler. Halen bir kısım Komutanlara dönük gelişmeler öyle olmadı mı? Bekleyin. Şimdi Lozan’a övgü düzen resmi ağızlar “Lozan, Sevr’in devamıdır” dediği zaman anlayınız ki, sıra Lozan’ı mahkûm etmeye gelmiştir. Zaten yukarıda atıfta bulunduğumuz müptedinin amacı belli ki o! Nitekim “Misak-ı Milli hedeflerine tam olarak varılamadan Lozan’da masaya oturuldu” diyor. Yani, gücünün son zerresini Büyük Zafer’i kazanmak için harcayan -artık yürümeye takati kalmamış olan- ordumuzun neden gidip de Suriye’de cephe açmadığını, neden İngilizleri orada yenip Misak-ı Milli sınırlarına fiilen ulaşmadığımızı sorguluyor. Meğer Lozan’a bütün bunları yaptıktan sonra gitmemiz gerekirmiş! Ne kadar talihsiz milletiz ki bu “cevher”ler orada dururken kaderimizi, cephede Mustafa Kemal gibi bir çaylağa, diplomasi masasında da İsmet Paşa gibi bir -o demiyor ama- Damat Ferit müsveddesine (taslağına) teslim etmişiz. O yüzden “Yüzyıllar boyu yönettiğimiz toprakları bir çırpıda bırakmışız” ama neyse ki “Hesaplaşma kaçınılmaz görünüyor”muş. Bu atıfta bulunduğumuz kişi bir Türk... Bir de yabancıya bakalım. Bu muhteremin beğenmediği o dönem Türkiye’si için ne diyor? Amerikan Enterprise Institute öğretim üyelerinden Michael Rubin, “Commentary Magazine”in Temmuz/Ağustos 2010 sayısında yazdı: “Ortadoğu’da, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu küllerinden yapılmış bir sürü devlet oluştu. Çoğu başarısızdı. Sadece biri serpildi: 1923’te Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Hemen ardından Halifeliği lağvetti. Sonraki yıllarda ülkesini Batılı yapmayı amaçlayan reformlar gerçekleştirdi. Cami ile devleti birbirinden ayırması ve ‘rejimi (demokrasiyi) yıkmak için dîni kullanmak isteyenlere karşı orduyu görevlendirmesi’ ülkesinin büyük atılımlar yapmasını sağladı. Oysa öteki Ortadoğu devletleri, o sırada kendi ülkesini savaşlara sokan, halkını Batı’ya düşman eden demagogların elindeydi.”