AŞAĞIDAKİ satırları dünkü Hürriyet’ten aktarıyoruz. Hepimizin şikáyet ettiği konuyu, Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in ağzından dinleyeceksiniz. Arkadaşlarımız belli ki, Hrant Dink olayı üzerine uydurulan senaryolar; "başarılı gazetecilik" adına atılan palavralar; kurumlar arası savaş gibi algılanan görüntüler hakkında ne düşündüğünü sormuşlar.
Çiçek de açmış ağzını;
"Bu olup bitenlerin bilgi kirliliğine yol açtığı ve soruşturmayı zorlaştırdığı ortada. O kadar yalan, yanlış ve kafa karıştırıcı bilgiler veriliyor ki onlar hiç dosyada yok (bakan dosyanın içeriğini nereden biliyor diye sormak gerekmez mi? O.E.), ya da o şekliyle değil. (...) Bu yalan, gerçeği yansıtmayan bilgiler başka maksatlar için veriliyor. Soruşturmanın bütün boyutlarıyla ortaya çıkması yerine, adeta birilerinin, birilerinden intikam alması savaşına dönüşüyor. Benim gördüğüm budur. Son derece rahatsız edici bir durumdur.
İstediğiniz kadar ’soruşturma gizli’ deyin, hiç kimsenin buna uyduğu yok. Ondan sonra da bu gizliliğe uymayanlar da ’buna niye uyulmuyor’ diye şikáyet ederler. (...) Madem birileri bilgi vermek istiyorsa, o bilgileri gidip Cumhuriyet Savcısı’na versinler, bunların araştırılıp soruşturulmasını istesinler. Bu olaydan ders çıkartması gerekenler var. Onlar gerekli dersi çıkartsınlar. Olay son derece rahatsız edici boyutlar kazandı" demiş.
Bu sözleri söyleyen Sayın Bakan, aynı anda kendisinin -ve bizlerin de- şikáyetçisi olduğumuz bilgi kirliliği meselesinin üstüne gitmesi beklenen hükümetin bir üyesi değil mi?
Aslında Sayın Bakan’ın şikáyet ettiği şeyin düzeltilmesi için -geçen gün de yazdığımız gibi- 2003’ün Kasım ayında yani İstanbul sinagogları bombalandıktan sonra Basın Konseyi adına, İstanbul Emniyeti’ne çözüm önerileri sunduk. "Uygulayacağız" dediler, uygulamadılar. Çünkü uygulamak, onu uygulayacak yetkililerin işine gelmedi. "Kamuoyunu bilgilendirme" meselesi kurala bağlanınca -örneğin sözcülük kurumu oluşturulunca- en baba büyüklerin ekranlarda görünmeleri bitecekti.
Sözünü ettiğimiz çözümü bir de Tamer Yılmaz isimli bir okuyucumuzun e-mail’inden okuyalım:
"ABD’de her kurum ve firmanın basın sözcüleri ve halkla ilişkiler personeli vardır. Mesela bir mühendislik hizmetleri veren firmaya basın mensupları geldiği zaman çalışanların ağızlarından bir kelime dahi alamazlar. Çünkü daha işe alınma kontratlarında yazılmıştır: ’Firma ve firma ile ilgili iyi, kötü herhangi bir beyanat vermek, işinize son verilmesine neden olabilir!’ diye.
Hastanelerde de böyledir. Bir soruşturma olduğu zaman sadece ve sadece soruşturmayı yapan devlet/polis görevlilerine bilgi verilir. Personelin kendi başına bilgi vermeye kalkması işten atılma nedenidir. Aynı şekilde devlet/polisin de (karakollar dahil) basın açıklaması yapma yetkisiyle (ve tabii bilgi ve görgüsüyle) donatılmış kişi veya kişileri vardır. Öyle değil bekçi, odacı... Komiser bile kendi başına hezeyani (saçma sapan O.E.) bir açıklama yapamaz. (...)"
Gördüğünüz gibi, istenirse çözüm çok basit... Firmalar kendi işlerini yaparlar. Kamu kurumlarını çizgiye sokmak da hükümetin işi... Tabii ağlamayı, şikáyeti bırakıp da yaparsa...