22 Haziran 2006
İTİRAF edelim ki Terörle Mücadele Yasası’nı değiştirmeyi ve yeni önlemler almayı öngören yasa tasarısının TBMM Alt Komisyonu’nda kabul edilen metnindeki, "suçun işlenmesine iştirak etmemiş olan (meyda organı) sahiplerine de 100 milyar liradan 1 trilyon liraya kadar" para cezası verileceğine ilişkin hükmü görünce "bir yazım hatası var" dedik. Bu ibareyi tasarının bir sonraki maddesinde de bulunca anladık ki TBMM Adalet Komisyonu’na ışık tutan ulema (bilim adamları) Ceza Hukuku’na yeni katkılarda bulunmuşlar:
"Suçsuz ceza olmaz" ilkesi ile "herkes kendi işlediği suç nedeniyle cezalandırılabilir" anlamına gelen "cezaların şahsiliği" ilkesinin geçersiz olduğuna karar vermişler.
Hukuku katletmekte bu kadar pervasız davranırsanız, gerisi zaten sorun olmaz. Nitekim yeni yasa tasarısıyla, Türkiye’nin tek parti döneminde ve ancak "Bakanlar Kurulu"na bırakılan "gazete kapatma" yetkisi, bu yasayla tüm cumhuriyet savcılarına tanınmaktadır.
Dahasını söyleyelim:
Biliyorsunuz biz gazeteciler 1950 yılından beri yürürlükte bulunan 5680 sayılı Basın Yasası’nı değiştirdiler diye bu hükümete övgüler yağdırmıştık.
Anlaşılan özellikle Devlet Bakanı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın çabalarıyla çıkan o yasa, meğer bu iktidarın temel anlayışıyla taban tabana zıt imiş. Nitekim önce Ceza Yasası’nı değiştirerek çok sakıncalı ve antidemokratik hükümler koydular.
O yetmemiş olmalı ki şimdi getirilen Terörle Mücadele Yasası’yla bırakınız tek parti dönemini, 12 Eylül askeri yönetimini dahi aratacak hükümler getirdiler.
Nitekim 12 Eylül yönetimi, yukarıda sözünü ettiğimiz 5680 sayılı (1950 tarihli) Basın Yasası’nı askeri anlayışa göre değiştirirken bile Cumhuriyet Savcısı’nın tek başına verdiği kararla gazete kapatmasını sakıncalı bulmuştu. Gazete kapatma yetkisi ancak mahkeme tarafından kullanılabiliyordu. O da yargılama bittikten ve devletin ve ülkenin bütünlüğü aleyhine işlenmiş suçun sabit olduğu ortaya çıktıktan sonra uygulanabiliyordu. Yani önce gazetenin kapısına kilit vurup o kurumu batırdıktan sonra "affedersiniz" demek gibi bir hukuk dışı uygulama askeri yönetim tarafından bile sakıncalı görülmüştü.
Oysa şimdi, özgürlükleri hiçbir zaman kısmayacağız diyen Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı görüldüğü gibi özgürlüklerden vazgeçtik ortada hukuk bırakmayacak kadar acımasız ve saldırgan çıktı.
Yeni tasarıyı getiren Adalet ve Kalkınma Partisi’nin basın/medya dünyasına, taammüden cinayet işlemeyi aklına koymuş bir potansiyel cani tavrıyla baktığını görüyoruz. Türk Ceza Yasası’nı değiştirirken gözlemlediğimiz bu tavrın giderek daha da katılaştığının farkındayız. Ama ortada hiçbir ciddi neden yokken "Abdullah Öcalan’ı affetmek istiyorlar" diye kıyameti koparan Cumhuriyet Halk Partisi’nin, "iletişim (basın) özgürlüğü" boğazlanırken neden seyirci kaldığını anlayamıyoruz.
Biliyoruz onlar -özellikle Genel Başkan Deniz Baykal- da basına kızıyor. Ama kızgınlıklarını görev ve sorumluluklarıyla karıştırıyorlarsa, CHP’ye nasıl güveneceğiz.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2006
ÖNEMLİ konuları son dakikaya sıkıştırmak gibi bir huyumuz var ya... Aylardır orada burada bekletilen, zaman zaman vazgeçilip zaman zaman gündeme getirilen ve Terörle Mücadele Yasası’nı değiştirmeyi amaçlayan yasa tasarısı da o kurala uygun bir şekilde tatil öncesindeki sıkışık günlere kaldı. O da bir şey değil... TBMM Adalet Komisyonu’nun kurduğu Alt Komisyonun bu vesileyle hukukun temel ilkelerini katletmeyi göze aldığı ortaya çıktı.
Asıl konuya gelmeden belirtelim:
Alt Komisyon çalışmaları sırasında, tanınmış hukukçu Turgut Kazan’a atfen daha önce aktardığımız bazı eleştiriler dikkate alınmış. Örneğin "terör örgütünü övmek suç olabilir ama örneğin komünist ideolojiyi benimseyen bir terör örgütünün amacını, yani komünizmi övmek yasalara göre suç olmadığına göre bu nedenle neden suç sayılsın?" sorusuna doğru bir yanıt bulunmuş. Tasarıdaki "amacın da suç sayılmasını" öngören ifade çıkarılmış.
Keza "Terörle mücadelede görev alan istihbarat ve kolluk görevlileri ile bu amaçla görevlendirilmiş personelin, bu görevlerinin ifasından doğduğu iddia edilen suçlardan dolayı" tutuklanmalarını önleyen hüküm çıkartılmış.
Ama yukarıda dediğimiz gibi sıra basın yahut medya ile ilgili cezalara gelince, eşi görülmemiş bir hınç Alt Komisyon üyelerini esir etmiş. O kadar ki ne insaf dinlemişler ne hukuk.
Neden böyle dediğimizi anlatalım:
Tasarıda basın/medya dünyasını ilgilendiren iki madde var.
Biz şimdilik sadece birini yani 6’ncı maddeyi ele alalım:
Bu madde "terör örgütleriyle mücadele eden" resmi görevlilerin tanınmalarına yol açacak şekilde yayın yapılmasını suç sayıyor.
Doğrudur... O mücadeleyi üstlenenleri teşhir etmek suç olmalı. Ama yeni düzenlemede, bu suçu işleyene verilecek ceza şöyle ifade ediliyor:
(...) "Basın yayın organlarının suçun işlenmesine iştirak etmemiş olan (dikkat ediniz suçun işlenmesine iştirak etmiş olan değil, etmemiş olan, diyor) sahipleri ve yayın sorumluları hakkında da bin günden on bin güne kadar (yani 100 milyar liradan 1 trilyon liraya kadar) adli para cezasına hükmolunur. Ancak, yayın sorumluları hakkında, bu cezanın üst sınırı beş bin gündür (yani 500 milyar lira)."
Önce soralım, "suç işlememiş olana" ceza vermek hangi hukuk anlayışının ürünüdür. Bu bir. Hani "cezanın şahsiliği" diye bir ilke vardı, bu iki... Üçüncüsü... "Gazetecilerin görevlerini sahiplerin baskısından uzak" yapmaları anlamına gelen "editoryal bağımsızlık" kavramıyla bu hüküm yani suç işlememiş sahibi de cezalandırma hükmü nasıl bağdaştırılabilir. Dört... Sansürlerin en aşağılık türü olan oto-sansür yasa eliyle getirilir mi? Getirenlerin "özgürlükten yana" olduğuna inanılabilir mi?
Peki ya "100 milyar liradan 1 trilyon liraya kadar" para cezasını hangi gazete, radyocu, Tv sahibi ödeyebilir. Bunun hak severlikle, insaf duygusuyla açıklanması mümkün mü?
Yasanın daha başka hükümleri de var. Tutmuşlar yürüklükteki Basın Yasası’nın getirdiği tüm kavramları tersyüz etmişler. Örneğin yasanın belirlediği, kavram ve kurum olarak bilinen ve tanınan "sorumlu müdür"ü muhatap almak yerine ne idüğü belirsiz ve bir basın/yayın organında çalışan herhangi bir kimseyi de mahkum etme sonucu verecek olan "yayın sorumlusu" kavramı icat etmişler.
Bu yasa terörle mücadeleyi mi amaçlıyor basınla mücadeleyi mi?
Söylesinler de ona göre hareket edelim.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2006
BİZ fazla da önemli bir neden yokken önce tartışma yaratmayı, onun ardından da yarattığımız tartışmayı sorun haline getirmeyi... O sayede vakit kaybetmeyi severiz.<br><br>Anlaşılan bu defa da Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in üçüncü adam olup olmadığını tartışacağız. Böyle bir ihtiyaç olduğu için mi?
Böyle bir ihtiyaç olduğu için değil, bir gazetemiz kendisini Üçüncü Adam ilan ettiği için...
Öyle sanıyoruz ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın kendisine sorsak, ne "Ben üçüncü adamım" der, ne de böyle bir konumlandırılışa sempatiyle bakar.
Biz Sayın Cumhurbaşkanı’nı yakından tanıdığımızı söyleyemeyiz. Herkes gibi kamuoyuna yansıyan kişiliğini biliriz. Bir de yeni seçildiği tarihlerde yabancı bir meslektaşımızla birlikte yaptığımız ziyareti ve geride kalan şubat ayında, bize lütfen ayırdığı geniş bir zaman diliminde yaptığımız görüşmeyi esas almak durumundayız.
Sayın Sezer çoğumuzun yeterli saydığı "kanun devleti"ni "hukuk devleti"ne dönüştürmek yönünde, gelmiş geçmiş tüm cumhurbaşkanlarından daha ısrarlı olmuş bir Cumhurbaşkanı’dır. Sezer’in -bizim görebildiğimiz- tüm eylem ve kararları "hukukun üstünlüğü" ilkesine uygundur.
Bu açıdan not vermek mi istiyorsunuz?
Bize kalırsa "birinci"liğe oturtmanız gerekir.
Cumhurbaşkanı olunca yaptığı yemine sadakat yönünden mi irdeliyorsunuz?
Bir başka deyişle "devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız şartsız egemenliğini" koruyup korumadığını, "Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve devrimlerine ve laik Cumhuriyet ilkelerine bağlı" kalıp kalmadığını mı soruyorsunuz.
Yanıtı siz verin. Hiçbirine aykırı tek bir eylem ve kararını biliyor musunuz?
"Ulusun huzur ve refahı, ulusal dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel özgürlüklerinden yararlanma ülküsünden" ayrıldığını gördünüz mü?
Biz görmedik...
"Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek" konusunda bir eksiğine tanık oldunuz mu?
Geriye bir tek "Üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getirip getirmediği" kalıyor.
Sezer’i bazıları "türbanı kamusal alana sokmama" konusundaki duyarlılığı nedeniyle "tarafsız" bulmuyor.
Olabilir... Sezer’in zaten görevini yeminine sadık bir şekilde yapması, onun "türban" konusunda "taraf" olmasını zorunlu kılıyor.
Durum bu olduğuna göre Sayın Sezer’i ister "üçüncü" adam ilan edin, ister "beşinci" sayın, ne fark eder?
Sezer, sessiz sedasız "Ben Ahmet Necdet Sezer’im" diyor ve o yetiyor.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2006
HAKLI olup olmadığı ayrıca tartışılabilir. Ama geride kalmış uygulamalar ışığında bir değerlendirme yapınca, biz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği (AB) yetkililerine rest çeken yahut yeni bir "kırmızı çizgi" mesajı veren sözlerinden bayağı kaygı duyduk. Biliyorsunuz AB yetkilileri, "Türkiye’nin, Güney Kıbrıs’a ait gemi ve uçakların, en geç ekime kadar deniz ve hava limanlarımızdan yararlanmasına izin vermesini" istiyor.
Bu isteğin gerisinde mantıklı bir gerekçe var:
"Türkiye, 1963 tarihli Ankara Anlaşması’nı, Güney Rum Yönetimi’ne de uygulamayı kabul etti. Bunu geçen aralık ayında, kendi imzasıyla taahhüt etmişti. Şimdi bu taahhüdünün gereğini yerine getirmelidir."
Mesele sırf o taahhüdün yerine getirilmesi olsa, kolay. Oysa Türkiye’den "sözünü tutmasını" isteyen AB yetkililerinin de AB adına yapılmış taahhütleri yerine getirmeleri gerekiyor. Erdoğan bu nedenle;
"Avrupa Birliği de, Annan Planı’nı kabul eden Kuzey Kıbrıs’a uygulanan izolasyondan vazgeçileceğine ilişkin taahhütlerini yerine getirmelidir. Bu olmadan Rumlara limanlarımızı açmamızı kimse beklemesin" diyor.
Bu yanıtın da kendi içinde tutarlı olduğunu kimse reddedemez.
Lakin, uluslararası ilişkilerde haklılık değil hálá güçlülük önemli.
İşte o açıdan bakınca Tayyip Erdoğan’ın haklılığı veya haksızlığı değil, bu işin sonunda nereye varacağı bizi daha çok ilgilendiriyor.
Bildiğiniz gibi Tayyip Erdoğan’ın veya AKP iktidarının ikide bir "kırmızı çizgi" ilan etme tutkusu var.
Aslında o da önemli değil ama... Zoru görünce kırmızı çizgileri unutuveriyorlar.
İsterseniz 2003 yılının başlarında yani ABD’nin kanun kitap -daha da önemlisi ahlaki hiçbir değer- dinlemeden Irak’a karşı askeri harekát yapacağının anlaşıldığı günleri anımsayın:
Biz Kuzey Irak konusunda (haklı olarak) son derece duyarlı değil miydik? Bunun gereği olarak örneğin Kerkük’ün "Kürtlere teslimine" şiddetle karşı çıkmıyor muyduk? Eğer böyle bir gelişme olursa müdahalede bulunabileceğimizi geveleyip durmuyor muyduk?
Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasına karşı değil miydik?
"Ortadoğu denkleminde yerimizi almamız gerektiğini" söyleyen ve bunu -nerdeyse- bir "kırmızı çizgi" vurgulamasıyla ilan eden AKP değil miydi?
Ne oldu? Tüm bu konulardaki kırmızı çizgilerimiz buharlaşıp uçtu mu?
Bir başka örneği ABD ile ilişkilerimizde yaşadık. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın özellikle ABD askerlerinin Felluce’ye yaptığı baskın nedeniyle dile getirdiği tepkileri anımsayın...
Washington’un "Suriye ve İran’la ilişkilerinizi bizim istediğimiz çizgiye oturtun" dayatmasına karşı çıkışını anımsayın...
Ve şimdi kuzu kuzu o istekleri yerine getiren AKP iktidarına bakın... Ortada hangi kırmızı çizgi kaldı ki şimdikine bel bağlayalım.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2006
CUMHURBAŞKANLIĞI konusu bildiğiniz gibi biraz ite kaka gündeme getirildi. Bunu Başbakan Tayyip Erdoğan gündem dışına itebilmek için hayli çaba gösterdi ama sonunda "Nasıl bir insan cumhurbaşkanı olmalıdır?" sorusunu yanıtlamak bahanesiyle kendisini tanımlayınca o dönem geride kaldı. Artık "cumhurbaşkanlığı" konusunu kimse gündem dışına çıkartamaz.
O zaman da bu meselenin çeşitli boyutlarından söz etmek vacip olur.
Önce belirtelim:
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın niyeti gerçi, yaptığı "tanımlama" nedeniyle deşifre oldu ama, aslında cumhurbaşkanı olmayı çoktan beridir düşündüğü belliydi.
Nedenini söyleyelim:
Biliyorsunuz bizde cumhurbaşkanına anayasayla verilen yetkilerin çokluğu taa 1982 Anayasası’nın kabul edildiği tarihten beri bilinir ve tartışılır. Hatta şimdiki cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Anayasa Mahkemesi Başkanı iken bu konuya değinip "Cumhurbaşkanının yetkileri azaltılmalıdır" dediği de unutulmuş değildir.
İşin ilginç yanı, cumhurbaşkanının yetkilerinin gereğinden fazla olduğu bugünkü iktidarın birçok mensubu tarafından da ifade edilmiştir. Dahası Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hem Parti Programı’nda hem de Seçim Beyannamesi’nde bu dahil tüm sorunları çözmek için yeni bir Anayasa yapılmasını vaat ettiği halde, iktidara geleli beri bu yönde tek bir adım atmış değildir.
Nedeni açık... Tayyip Erdoğan bugünkü anayasa ile cumhurbaşkanı seçilmeyi ve bugünkü anayasanın verdiği yetkileri kullanarak Çankaya’da olmayı istiyor.
Nitekim anımsanacaktır... TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu AKP iktidara geleli beri "Anayasayı değiştirmeyi" amaçlayan çok demeç verdi ama her defasında engellendi.
Hafızamız bizi yanıltmıyorsa bu öneriler arasında "Cumhurbaşkanının Meclis yerine halk tarafından seçilmesi" hatta "Başkanlık sisteminin getirilmesi" de vardı.
Şimdi bakıyoruz, "Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gerektiğini" sık sık dile getiren Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sözleri Erdoğan’ın tepki göstermesine sebep oluyor. Erdoğan, Demirel’i, kendisi cumhurbaşkanı seçileceği zaman bunu hiç hatırına getirmemekle suçluyor.
Erdoğan’ın gözlemi doğrudur.
Bu anlattıklarımız da bizim politikacıların "doğru"larının o sıradaki çıkarlarına göre nasıl da kolay değişebildiğini göstermektedir.
Gerçekten, sadece Demirel’in değil, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’in sözlerini de ışığın altına getirince, cumhurbaşkanlığı seçiminin, o konuda konuşan kişinin siyasi çıkarına göre istismar edildiği görülmektedir.
Bizim kanaatimize göre de, Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’a seçilmesi "karşı devrimin zaferi" olur. Türkiye’nin imajını çok ağır şekilde zedeler. Keza Atatürk devrimlerini yaşam biçimi olarak benimsemiş kitleler için çok büyük bir darbe teşkil eder.
Ama onu getiren demokrasinin götürme gücü olduğunu da unutmamak gerekir.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2006
ARKADAŞLARIMIZ aylardır "Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmaya niyetli mi değil mi?" sorusuna yanıt bulabilmek için Erdoğan’ı sıkıştırıyorlar ama kendisinden "Bu konu gündemimizde yok" dışında yanıt alamıyorlardı. Erdoğan’ın, Makedonya dönüşünde uçakta ilk defa gazetecilere Cumhurbaşkanı’nda aradığı nitelikleri şöyle sıraladığı bildiriliyor:
"Liderlik, ülkeyi temsil, toplumun tamamını kucaklama, herkese eşit mesafe, gerginlik yaratmama, birlik ve beraberlik zemini hazırlama, koordinasyon."
Bitmedi... Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı’nda aşağıdaki nitelikler de olmalı diye düşünüyormuş:
"Cumhurbaşkanı’nın, Türkiyemizin özellikle temsilde ve ülkemizde barışa, sevgiye, birliğe, beraberliğe, dostluğa zemin hazırlayacak, bu zemini iyi koordine edecek, tabi(i) ki bir lider özelliği olan insan olması (beklenir)..."
Gerçi arkadaşlarımızın, "Söylediklerinizden ’Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olur’ gibi mesaj çıkıyor" şeklindeki sorusuna, "Ben öyle bir mesaj vermedim" karşılığını vermiş ama onu bizim külahımıza anlatsın.
Yukarıdaki tarif düpedüz Başbakan Tayyip Erdoğan’ı gösteriyor. Özellikle "bir lider niteliği olan insan" sözleri, "Bizim partiden, benden başka aday çıkamaz" anlamına gelir.
Bunu şu verilere dayanarak söylüyoruz:
Tayyip Erdoğan biliyorsunuz Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kuruluş aşamasında "siyaset yapması", yargı kararıyla belirli bir süre için yasaklanmış bir kişiydi. O nedenle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Anayasa Mahkemesi -sebebi araştırılmaya değer bir bekleyişten sonra- Erdoğan’ın genel başkanlığının da, parti üyeliğinin de yasaya aykırı olduğuna karar verdi.
Erdoğan bu kararın gereğini, son gün son saatlere kadar geciktirdi. Bir başka deyişle parti genel başkanlığını başkasına bırakmayı ya -kimseye güvenemediğinden- istemedi veya esasen o gradoda kimse yok diye düşündü. Böylece Tayyip Erdoğan’ın değerlendirmesine göre AKP içinde kendisinden başka "lider" nitelikli kimse olmadığı anlaşıldı.
Yeni Cumhurbaşkanı sonuçta Meclis’teki AKP çoğunluğunun oylarıyla seçileceğine ve AKP’li milletvekillerinin başka partiden birine oy vermeyeceği de iki kere ikinin dört ettiği kadar kesin olduğuna göre...
Erdoğan’ın kendisinden başkasını tarif ettiğini söyleyebilir misiniz?
Kaldı ki Cumhurbaşkanı’nda özellikle Anayasa’nın aradığı koşulları, örneğin "Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olmayı" aramayışı da gösteriyor ki, Erdoğan, gazetecilere yaptığı tarifle kendisini gösteriyor.
Durum bu olduğuna göre Sayın Erdoğan’ın;
"Ülkeyi temsil, toplumun tamamını kucaklama, herkese eşit mesafe(de olma), gerginlik yaratmama, birlik ve beraberlik zemini hazırlama" gibi niteliklerden söz ederken aslında kendisini tanımlayıp tanımlamadığına da siz karar verin.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2006
SON haftalarda medya dünyası konferanslarla, kongrelerle dolu... Önceki hafta Edinburgh’da Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI), onun ardından Moskova’da Dünya Gazeteler Derneği’nin (WAN) kongreleri vardı. Bugün İstanbul’da Dünya Basın Konseyleri Birliği’nin (WAPC) Genel Kurulu toplanıyor. Onu 10 Haziran sabahı Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları Abdullah Gül ve Dora Bakoyani’nin açacakları Dördüncü Türk-Yunan Medya Konferansı izleyecek.
Medya dünyası çok hareketli. Çünkü uygarlık ilerledikçe, demokratik eğilimler güçlendikçe basının rolünü daha iyi anlaması ve daha saygı duyması gereken dünya, maalesef tam tersi yönde bir eğilimin etkisi altına girdi:
Gazetecilik hemen her ülkede en tehlikeli meslek sayılır oldu.
Son 5 yıl içinde dünyada 372 gazetecinin öldürüldüğünü, hapse atılanların da 723 olduğunu IPI Kongresi nedeniyle bu sütunda yazmıştık.
Moskova’da da gazetecilik görevini özgürce yapmanın önemi vurgulanmış.
İşte bu kavşakta İstanbul’da toplantıları birkaç açıdan önem kazandı.
Birincisi medya dünyasındaki endişenin Türkiye’deki gazeteciler tarafından da paylaşıldığını bu konferanslar ortaya koyacak.
WAPC Genel Kurulu, gazetecilik pratiğinde etik kurallara saygı isteyen sesleri bir araya getirecek ve henüz üye olmayan Basın Konseyleri ile ilişki kurmanın yollarını arayacak.
Ama asıl öteki yani Türk ve Yunan gazetecilerini dördüncü defa buluşturan konferans işlevsel açıdan Türkiye ve Yunanistan’a -umuyoruz ki- daha fazla katkı sağlayacak.
Konferansı iki ülke kamuoylarının birbirini çarpıtılmış aynalardan değil, gerçeği olduğu gibi yansıtan aynalardan görmelerini isteyen gazeteciler düzenliyor. Yani "dost olalım, aşk yaşayalım" türü bir talep yok. "Gerçek neyse onu görelim, gerçeği çarpıtmayalım. O zaman birbirimizi daha iyi anlarız. İlişkimizi daha sağlıklı zeminde götürürüz" diyen bir anlayış var.
Kısaca ortada, "İşimizi sorumlu gazetecilik ilkeleriyle yaparsak daha iyi olur" diyenleri buluşturma, kaynaştırma ve o anlayıştaki gazetecilerin ilişkilerini devamlı hale getirecek bir örgüt kurma düşüncesi var.
Olacak mı olmayacak mı bakacağız.
İki ülke Dışişleri Bakanları işte bu çabalara destek veriyorlar.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin arkadaşımız Nur Batur’a verdiği mülakattan anlaşıldığına göre, son "it dalaşı" olayı gibi müessif kazalara rağmen Bakoyani geleceğe zaten sıcak bakıyor. Nitekim Batur’a "Yakınlaşma politikasına hep inandım. Devam edeceğiz. Adım adım yakınlaşmayı sürdürelim. Bizi yaklaştıran şeyler çok fazla" dediği bildiriliyor.
Türkiye’nin daha rahat olduğunu bilmeyen yok.
Sanki unu, şekeri ve yağı bir araya getirmişiz gibi görünüyor. Geriye helvayı yapmak kalıyor.
Not: Yukarıda sözünü ettiğim konferanslar nedeniyle yazılarıma bir süre ara vermek zorundayım. Okurlarımdan özür dilerim. O. Ekşi
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2006
ADALET ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yetkili organları, bir milletvekilini partiden ihraç etti. İkincisini de topun ağzına koydu. Bir partide bulunmanın bazı temel kuralları vardır. O partinin programını benimsemiş olmanız sizden beklenir. O partinin yapısını ve işleyişini belirleyen tüzüğüne uymanız istenir.
O iki metinde yazsa da yazmasa da bir parti mensubu olmak, o partiyi iktidara getirmek için çalışmanızı, istenen görevleri yapmanızı gerektirir.
Bunlar sizin partiye olan borcunuz. Bir de partinin topluma borcu var:
Örneğin parti işleyişinin "demokratik esaslara" uygun olması, amacının demokrasiye ve Cumhuriyet’in temel değerlerine aykırı olmaması gerekir.
Öyle ya... Üye eğer tüzüğe uygun hareket ediyorsa, parti programına sadık kalıyorsa, demokratik esaslardan ve Cumhuriyet’in temel değerlerine bağlılıktan ayrılmıyorsa... Buna karşılık o siyasi partiyi yönetenler programda yazılı olanların dışına çıkıyorsa...
Parti tüzüğü, içerideki işleyişi demokratik olmaktan çıkartıp tam bir parti içi dikta rejimi kurmayı amaçlayacak şekilde değiştirilmişse veya öyle uygulanıyorsa...
O zaman, gidişe aykırı görünen "üye"yi mi ihraç etmek gerekir, kendi taahhütlerine aykırı bir doğrultuya giren parti yöneticilerini mi?
Böyle bir durumu yıllar önce Demokrat Parti döneminde yaşamıştık.
Gerçi biz yukarıdaki satırları Hatay Milletvekili Fuat Geçen’in ihracı, Afyonkarahisar Milletvekili Mahmut Koçak’ın da AKP’den ihraç edilmek üzere Disiplin Kurulu’na verilmesi nedeniyle yazıyoruz ama aynı şeylerin CHP’de de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki, siyaset hak ve hukuku korumak için yapılıyor görünse de, onun bulunduğu yerde en az hak ve hukukun sözü geçer. Orada söz kuvvetindir. O nedenle partilerde çoğu kez ihraç edilmesi gerekenler kalır, kalması gerekenler ihraç edilir.
Aksi doğru olsa, AKP’lilerin nüfuz suiistimali yoluyla devletten ihale almasını gündeme getiren Fuat Geçen’in partiden ihraç edilmesi değil, ülkenin her tarafında yaygın hale gelen Ali Dibo türü vurgunculuğu (biliyorsunuz AKP’lilere özgü vurgun tipinin adı artık Ali Dibo oldu) ortaya çıkarttığı için kutlanması gerekirdi.
Fuat Geçen’i ihraç ettiniz...
Peki ama bir süre önce ANAP’ın yarattığı hortumcu zenginler gibi şimdi de AKP iktidarının hormonlu zenginler yarattığını görmemize nasıl engel olacaksınız?
Ali Dibo denince onlar kastedilmiyor mu sanıyorsunuz?
Geçen’i ihraç eden sakat anlayış, Koçak’ı da topun ağzına koydu.
Sebep... Koçak’ın, Başbakan ve Genel Başkan Tayyip Erdoğan’ın "Kasımpaşa kültürüyle yetişmesi her zaman Kasımpaşalı gibi davranmasını gerektirmez" demesi.
Hani "Kasımpaşalı olmakla övünüyor"dunuz. Eğer o doğruysa bu ceza neyin nesi?
Eğer o laf yanlışsa, Koçak’ın uyarısı neden parti suçu olsun?
Yazının Devamını Oku