8 Temmuz 2006
GÖREVE geldiği günden beri, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun, çağımızın değerleriyle çatışan tek cümlesine tanık olmadık.<br><br>Kuran’ı veya Hazreti Muhammed’in sözlerinden oluşan "hadisleri" kaynak gösteren pek çok bilim ve din adamının bildiğini Bardakoğlu bilmiyor mu? Hem onları biliyor, hem de çağımızı.
Nitekim Bardakoğlu, kimsenin itiraz etmediği "başörtüsü" yerine çok kişinin itiraz ettiği "türban"ı hiçbir zaman "İslami inancın vazgeçilmezi" olarak savunmadı. Öyle sanıyoruz ki bunu, türbanın bir inanç sorunu olmaktan çıkartılıp bir "siyasal kavga" aracı yapıldığını gördüğü için yapmadı.
Bardakoğlu biliyorsunuz Hazreti Muhammed’in söylediği ileri sürülen hadislerin hangilerinin doğru, hangilerinin uydurma olduğunu ortaya çıkartacak bir çalışmayı başlatmak gibi cesur bir adım attı. Maksadı özellikle "kadına yönelik şiddeti" Hazreti Muhammed’in de desteklediği anlamına gelen hadislerin gerçeğe uygun olup olmadığını ortaya çıkarmaktı.
O örnekte de görüldüğü gibi Bardakoğlu, "İslami" değerlerle "çağdaş insani değerleri" çatıştırmaya değil, tam tersine bu iki değerler dünyasını barıştırmaya, bağdaştırmaya hep itina etti.
Bardakoğlu’nun dikkate değer kişiliği, arkadaşımız Okan Konuralp’e verdiği son demeçle bir kere daha karşımıza çıkınca, yukarıdaki satırları yazmaktan kendimizi alamadık.
Bardakoğlu dindarları, sırf zevk için avlanmaktan kaçınmaya çağırmış. Sözlerinin çok da sağlam bir mantığı var:
"Avcı dernekleri işlevlerini yeniden gözden geçirmelidir. 21. yüzyılda insanlık zevk için hayvan öldürmeyi terk etmelidir.
(...) Şartları bir kez daha açıklayayım; elinizde son derece gelişmiş silahlarla yaptığınız avcılıkla neyi ispat edeceksiniz? Zaten hayvanların yaşam alanı iyice daraldı, bir de biz avlanarak o dar alanda hayvanlara dünyayı cehennem ediyoruz."
Bardakoğlu bir İslam toplumu olarak bu konulardaki durumumuzu da tüm açıklığıyla ortaya koymuş:
"İslam dünyası çevre bilinci ve hukuku açısından çok iyi bir durumda değil. Bunu kabul etmemiz gerekiyor. (...) Bir zamanlar insanoğlu ile hayvanların şartları daha yakınmış birbirlerine. (...) Öncelikli olarak ihtiyacı olduğu için avcılık yapmıştır insanoğlu. Ama şimdi dakikada yüzlerce mermi atan otomatik tüfeklerle (...) insanoğlunun doğaya çıkıp hayvanların gücüyle yarışmasını anlamak mümkün değil! Eşit şartlarda değilsiniz ki."
Gerçekten "avcı"lar yaptıklarını bir de "etik" açıdan sorgulamalıdır.
Bardakoğlu, "Kurban Bayramı’nda kurban kesilmesinin bir ibadet olduğunu" vurguladıktan sonra, "ancak kurban kesiminin çevre bilinciyle" yapılmasını tavsiye etmiş. Ama "kurban" konusunda da çağdaş bir mesaj vererek:
"Şahısların karşılanması sırasında ya da bina açılışlarında ’kan akıtmak hayırdır’ anlayışıyla kurban kesilmesini tekrar düşünmeliyiz. Kurban keseceğinize, öğrencilere burs verin, fakir doyurun" demiş.
Şimdi lütfen söyleyin, bu adam mı iyi Müslümandır, suratında "sevgi"den eser olmayan sakallı, cüppeli, kirli, poturlu, takkeli yobazlar mı?
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2006
OKULLARDA "din kültürü ve ahlak" adı altında sadece "Sünni İslam"ın öğretiliyor olması vicdan özgürlüğüne aykırı mı değil mi tartışması anlaşılan çabuk bitmeyecek. Nitekim her gün konunun bir başka boyutu ortaya çıkıyor. Bunlardan biri bakanlık yetkililerinin, "Aleviler ben Müslüman değilim diye dilekçe verirlerse çocukları bu dersi almak zorunda olmaz" şeklindeki sözlerinin yarattığı tepki.
Öteki de "uygulamanın neresinin yanlış olduğu" konusu.
Bakanlık yetkililerinin sözlerine ilişkin tepkiyi dile getiren bir okuyucu mektubunu -iznini almadığımız için adını vermiyoruz- özetle aktarıyoruz:
"Ben, Amerika’da yaşayan bir Alevi Türk’üm.
İnancım odur ki, Türkiye’yi bir bunalıma sürüklemek ve bütünlüğünü temelden bozmak için bu beyanattan daha fazlası yapılamazdı.(...)Yetkililerin dediği gibi dilekçe verilecek olursa, Türkiye’de bir anda 25 milyon civarında kayıtlı azınlık olacak. Kayıtlı diyorum, çünkü bu seçimi yapmalarını Türkiye Cumhuriyeti istemiş oluyor.
(...) Eğer Alevi toplumu böyle bir seçime zorlanırsa bu seçimin sadece o alanda kalacağını kim bilebilir?
Şu anda en çok korktuğumuz ve üzerinde tartıştığımız konu bu değil mi?
(...) Şunu da belirtmek isterim ki, bu sözlerle, Batı ülkelerine (Amerika dahil) Türkiye’nin en zayıf olduğu bir noktada, kullanabilecekleri çok önemli bir malzeme verilmiş olmaktadır. Önümüzdeki yıllarda, onların bu malzemeyi nasıl ve ne amaçla kullanacaklarını hep birlikte göreceğiz!"
İkinci uyarı halen İnönü Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mustafa Gündüz’den geldi.
Gündüz, eğitimle ilgili tüm tartışmaların özünde "yetiştirilecek birey tipi"nin yattığını vurguladıktan sonra, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin amacı, Cumhuriyet idealine, laik, demokratik, sosyal ve hukuk devletine ulaşmaktır" diyor. Onun da yanıtını "temel ve ortaöğretim kurumlarında verilen dersler ve bunların içeriğinde aramak gerektiğini" ifade ediyor.
Gündüz’ün buradan -konumuz bağlamında- vardığı sonuç özetle şu:
"Öncelikle ’Din Kültürü’ ile ’Ahlak Bilgisi’ dersi birbirinden ayrılmalıdır. Çünkü ahlak açısından din, ahlakın dayandığı alanlardan yalnızca biridir. Ahlak vicdana, duygulara, olgulara, sonuçlara, otoritelere ve kurallara da dayandırılabilir. Oysa Türkiye’de bu ders aracılığıyla ahlak yalnızca dine dayandırılmakta, üstelik bu da İslam ahlakı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Din Kültürü dersini İlahiyat Fakültesi mezunları, tüm dinleri dikkate alan bir içerikle vermelidir. Ahlak Bilgisi ise, adı ’Ahlak Eğitimi’ olarak değiştirilip devletin amacına uygun duygu, düşünce ve davranışları kazanacak bireyleri yetiştirmek üzere felsefeciler, sosyologlar ve psikologlar tarafından verilmelidir."
Gündüz bu temel gerçekler görülmeden ve gereği yapılmadan Cumhuriyet’in laik değerleri ile donanmış ahlaklı bireyler yetiştirilemeyeceğini söylüyor. Onlar yetiştirilmedikçe de hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğini anımsatıyor.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2006
BELLİ ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği ama henüz resmen açıklanmayan "Türkiye’deki din ve ahlak eğitim ve öğretimi" konulu karar, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını rahatsız etmiş. Bunu hükümet sözcüsü Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in dünkü sözlerinden anlıyoruz. Çiçek, "AİHM kararı Türkiye realitesine uygun mu bilmiyoruz. Sorunu çözmeyebilir" dedikten sonra şunları söyledi:
"Giderek öyle bir hal alıyor ki, İnsan Hakları Mahkemesi, ’Dertlere deva, hastalara şifa, borçlulara eda’ mahkemesi haline getiriliyor. Kanserin çözümü de orada aranır hale getirildi."
Söze devam etmeden, konuyu özetleyelim:
Alevi bir öğrenci velisinin, kızının lisede "İslamiyet’in Sünni" anlayışına uygun bilgileri öğrenmeye mecbur edilmesinin "vicdan özgürlüğüne" aykırı olduğu iddiasıyla AİHM’ye başvurmuştu. Mahkeme bu başvuruyu yerinde buldu. O da dünkü Hürriyet’te yayınlandı. Böylece Anayasa’nın 24’üncü maddesindeki, "Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır" hükmünü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı şekilde uyguladığımız ortaya çıktı.
Şimdi AKP iktidarı bunun sıkıntısını dile getiriyor. Sayın Cemil Çiçek de "İyi ama o karar bakalım Türkiye realitesine uyar mı?" diyor.
Ne demek "Türkiye realitesine uygun olmak veya olmamak?"
Türkiye, AİHM kararlarına uymayı 1987 yılında resmen taahhüt ederken, "Mahkeme kararlarından Türkiye realitesine uygun olmayanlara uymayız" mı demişti? Böyle bir çekince mi koymuştu? Koysa bunu ciddiye alan mı olurdu?
Anımsarsınız... Aynı mahkemenin, "Üniversitelerde türbanın yasaklanması din ve vicdan özgürlüğüne müdahale değildir" anlamındaki kararı da Başbakan Tayyip Erdoğan’ı çok kızdırmıştı. Hatta Erdoğan, "O kararı vermeden önce din ulemasına sormaları gerekirdi" anlamında laflar etmişti. Neyse ki Çiçek bir önceki istasyonda durmayı bilmiş.
Bununla birlikte Çiçek’in bir noktada yerden göğe kadar hakkı olduğunu kabul etmek lazım. O da "Din eğitimi problemi olduğunu biliyoruz. Mücavir alanları da var. Bir güvenlik problemi, bir birlik-bütünlük problemi, bir barış ya da husumet konusu, ayrıştıran bir konu olarak karşımıza çıkıyor" şeklindeki sözleri.
Lakin Sayın Çiçek’in atladığı -veya bilerek görmezden geldiği- nokta "bu problemi çözme" yükümlülüğünün doğruca mensubu bulunduğu parti ve üyesi olduğu hükümete ait olduğudur.
Siz Anayasa’nın yukarıda aktardığımız, "öğrencilere din kültürü ve ahlak dersi verin" anlamındaki hükmünü "öğrencilere İslamiyet’in bir kesim tarafından benimsenmiş şeklini öğretin" şeklinde anlar ve uygularsanız, mahkemeden elbet bu yanıtı alırsınız.
Nitekim Çiçek demecinin bir yerinde, "Kuran kurslarına gidecek öğrencilerin en az 12 yaşında olmasına" ilişkin yasayı eleştiriyor. Sonra da "Niye çocuk İngilizce, keman kursuna gidip, Kuran kursuna gidemez?" diyor.
Yanıtı biz verelim... Bunlar seküler bilgilerdir. Temel fark budur. O nedenle çocuk ileride tercihlere açıktır. Oysa ötekinde çocuğun zihni küçük yaşta verilenle şekillenir. Zaten Çiçek ve aynı görüşte olanlar, çocukları o nedenle küçük yaşta kendi kalıplarına dökmek isterler.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2006
BİR konuda demagoji nasıl yapılır diye örnek aramak zorunda kalırsanız, tavsiye ederiz hiç uğraşmayın. Hemen bir gazete alın ve o gün Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in kendisini ister ilgilendirsin ister ilgilendirmesin, herhangi bir konuda söylediklerini bulun. Demagojinin, yani ilk bakışta mantıklı görünen ama gerçeği saptırıp, yanlış hükme varmanıza yol açan sözlerin alası oradadır. Son örneği dünkü sözlerinde bulduk:
Dünkü Hürriyet’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği bir karara ilişkin haber vardı. Buna göre davacı bir Alevi vatandaşımız, lise öğrencisi kızının "Sünni Müslümanlığını" öğreten "din dersini" almaya mecbur tutulmasının "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesine aykırı" olduğunu iddia etmiş. Mahkeme de öğrencinin babası Hasan Zengin’i haklı bulmuş. Bir başka deyişle öğrenciye istemediği bir din dersini okutmanın "din ve vicdan özgürlüğüne müdahale" anlamına geldiğini karara bağlamış.
Bu karar, artık öğrenciye "Bu ülkedeki insanların yüzde 99’u Müslümandır. Sen de o nedenle çoğunluğun öğrendiğini öğreneceksin" denilemeyeceğini, önce kafaların sonra uygulamanın buna göre değiştirilmesi gerektiğini söylüyor.
Çünkü biz, AİHM kararlarına uymayı 1987’den beri kabul eden bir ülkeyiz.
İşte tam bu noktada Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in söyledikleri karşımıza çıkıyor. Çelik bu kararla ilgili görüşlerini soran gazetecilere:
"Bizim okuttuğumuz Din bilgisi değil, din kültürüdür. Yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde, Müslümanlık kadar Şintoizmi okutacak değiliz. Hırsızlığın, dedikodunun, kötü bir şey olduğunu söylediğimizde karşınızdakinin Müslüman, Hıristiyan, Yahudi olması fark etmez" demiş.
Doğrudur. Bakanlığın görevi tüm ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrencilere "din kültürü ve ahlak" dersi verilmesini sağlamaktır. Bir başka deyişle "Din şöyle bir kavram ve kurumdur. Dünyada şu kadar din vardır. Bunlardan büyük olanların -örneğin Müslümanlığın, Hıristiyanlığın, Museviliğin ve Budizmin- temel öğretileri şunlardır. Peygamberler şunlardır. İnsanlara şu inancı aşılamaya çalışmışlardır. Ahlak ise şu amaçlara dönük bir değerler sistemidir. İnsanlar arasında şu tür ortak ahlaki değerler olduğu gibi şu tür önemli farklılıklar da vardır" diye özetlenebilecek bilgiler sunulması hem Anayasa hem de Milli Eğitim Temel Yasası emridir.
Peki yapılan nedir?
Yapılan aynen AİHM’ye başvuran vatandaşın dediği gibi "Sünni Müslümanlığı"nı öğretmek, öteki din ve inançları ya yok saymak yahut da gözden düşürmektir.
O nedenle Hüseyin Çelik’in söyledikleri gerçeğe taban tabana zıttır. Nitekim bunun böyle olduğunun kanıtı çok. Örneğin dünkü Hürriyet’te ilköğretim okulundaki öğrencilere okulda namaz kılma öğretilirken gösteren fotoğraf vardı. Bakanlık bürokratlarının "Ben Müslüman değilim diye dilekçe veren bu dersten zaten muaf" tuttuklarına ilişkin sözleri de uygulanan psikolojik baskının açık kanıtıydı.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2006
TÜRKİYE Büyük Millet Meclisi’nin "kalitesini" belgeye bağlayacak tören yapılırken, konukların oturduğu sandalyelerden 5’inin kırılması, Tanrı biliyor, içimizden bol bol gülmemize sebep oldu. Bazı ticari işletmelerin biraz da fiyaka uğruna paralar döküp duvara astıkları "ISO 9001 Kalite Belgesi"ni alma fikri, meğer geçen yıl vefat eden AKP Ağrı Milletvekili Mehmet Melik Özmen’e aitmiş.
Hadi merhum bunu önerdi... Kim karar verdi de o belgenin alınmasını sağladıysa... Kusura bakmasın milletin parasını hovardaca harcamış.
Nitekim kalitesiz sandalyeler, alınan belgenin hiçbir anlamı olmadığını oracıkta kanıtlamış.
Söz konusu belgeyi verenler neye bakıp da Meclis’e "aferin" dediler merak ediyoruz. Örneğin, milletvekillerinin TBMM’ye silahla girmelerini önlemeyi amaçlayan denetlemelerin tam ve eksiksiz uygulandığını söyleyebiliyorlar mı?
Belge eğer "Meclis’in yasama faaliyetleri dışında kalan yönetim işlerinin kalitesini" gösterecek idiyse... Sonuç ortada.
Yok o belgeyi veren uzmanlar hadlerini aşıp da "Bu Meclis yasama ve denetleme işlevini ISO 9001 standartlarına uygun düzeyde yapıyor mu, yapmıyor mu?" sorusuna yanıt aradılarsa, yapılacak ilk iş, onlara en yakın çıkış kapısını göstermeyeni kapının önüne koymaktır.
Aslında yapılan işin eskiden beri Meclis’e egemen olan anlayışla uyumlu olduğunu itiraf etmek zorundayız:
Her yasama yılının sonunda basın toplantısı düzenleyip, "Geride kalan yıl boyunca şu kadar yasa çıkardık. Şu kadar yasa önerisi, şu kadar yasa tasarısı Meclis’e sunuldu. Şu kadar soru önergesi yanıtlandı, şu kadar gensoru, şu kadar da Meclis Soruşturması önergesi görüşüldü" diyen başkanlar görmüyor muyuz?
Bu bilgiler verilmemeli demiyoruz. Onları isteyene vermenin doğru olacağını da biliyoruz. Ama Meclis’in övüneceği şeyin bu olmadığını iddia ediyoruz.
Meclis, yaptığı yasaların toplumun sorunlarını çözmeye ne kadar hizmet ettiğini hiç araştırıyor mu? Bu yasalardan yüzde kaçının tam olarak uygulandığını hiç merak ediyor mu? Uygulanmayanların hesabını hiç soruyor mu? Anayasa Mahkemesi kararları ışığında yasaların Anayasa’ya uygunluğunun azalıp azalmadığını araştırıyor mu? Sadece Anayasa’ya uygunluk yönünden değil, yasa yapma tekniği yönünden kendi faaliyetini hiç irdeliyor mu?
TBMM’nin "toplam kalitesi", parayla ISO Belgesi almakla değil, çıkardığı yasalarla, usule gösterilen saygıyla ve milletvekillerinin görüşmeler sırasında nezaket kurallarına itinayla bağlı kalmaları sayesinde yükselir.
Siz hiç bir başka parlamentonun, örneğin tüm modern parlamentoların anası olan İngiliz Parlamentosu’nun Uluslararası Standartlar Örgütü’ne başvurup da "bizim faaliyetimizin kalitesini belgeleyin" dediğini duydunuz mu?
Not: Fırsat bulursam yazmak düşüncesiyle biraz tatil yapacağım. Okuyucularımın bilgisine sunarım. O.E.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2006
YAPTIKLARI duanın tutacağına inansak biz de "Amin!" diyeceğiz ama huyunu suyunu bildiğimiz, bunca yıldır hangi metotlarla siyaset yaptığına tanık olduğumuz insanların şimdi bir yandan "solda", öte yandan "sağda" ittifak kurmaya çalışmasının sonuç vereceğine inanmıyoruz. Ona inanmadığımız gibi "sağı ve solu, Cumhuriyet için ele ele vermeye" çağıran Sayın Rahşan Ecevit’le, káh açık, káh kapalı olarak "bu iktidarın karşısına güçlü bir muhalefet çıkarma" gayretine giren Sayın Süleyman Demirel’in de bir sonuç almasını beklemiyoruz.
Çünkü, dedik ya... "Malımızın huyunu" biliyoruz.
Sayın ki bilemedik... Şimdi káh samimi, káh laf olsun diye "birleşme, bütünleşme" şarkıları söyleyen bu kadronun sicili aynı şeyi göstermiyor mu?
Son günlerde "sağda" bütünleşme daha bir çok konuşulur hale geldi ya... İzninizle oradan başlayalım:
Hepimiz biliyoruz ki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), uzun yıllar, önce Adalet Partisi’ne sonra ANAP’a, ardından kısmen Doğru Yol Partisi’ne (DYP) destek veren kitleleri son seçimde bu partilerin elinden aldı ve merkez sağın partisi konumuna geçti.
O kitleleri AKP’den geri alabilmek için önce DYP ile Anavatan Partisi’nin birleşmesi, -ittifaktan söz etmiyoruz- mümkünse onlara Milliyetçi Hareket Partisi’nin de katılması lazım. Çünkü DYP ile Anavatan Partisi’nin birleşmesi bile artık yetmez. Ama hadi, "yeter" diyelim. Siz sanıyor musunuz ki bu iki partinin liderleri ve önde gelenleri bu birleşmeye "evet" der?
Biz "mümkün değil" diyoruz. Çünkü dün yazdığımız gibi önce liderlerin "ego"ları buna izin vermez. Hadi onlar kendi egolarını yendiler, yanlarındakiler bu birleşme sonunda durumlarının sarsılacağı endişesiyle karşı çıkarlar. Kendi taraftarlarını kandırmak için kullandıkları "Biz güçlüyüz, aslanız" türü laflar var ya... Derhal onları kullanmaya başlarlar ve "Ne gerek var? Zaten iktidara geliyoruz" diyerek engel olurlar. Sonunda da hava alırlar ama dönüp de "Nerede yanlış yaptık?" bile demezler.
Aksi söz konusu olsa, 1990’lı yıllarda Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller anlaşır, merkez sağdaki güçleri birleştirir, kendi seçmenlerini AKP’ye kaptırmazlardı.
Hadi o fırsat kaçtı diyelim... DYP’nin başına Mehmet Ağar geçtikten sonra bu partiyi ANAP’la birleştirmeye çalışanlar başarılı olurdu.
Aynı şey soldaki partiler için de geçerlidir.
Dönüp anımsayalım... 1982 yılında siyasi faaliyete izin verilince Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) kurulmasına en fazla Sayın Ecevit’ler karşı çıkmadı mı? Sosyal demokrat cephe önce o zaman bölünmedi mi?
Onu da unutalım:
CHP’nin yeniden kurulmasını izleyen 1992’de CHP’nin başına Bülent Ecevit’in dönmesine ve CHP ile DSP’nin birleşmesine ramak kaldığı sırada bunu önce Deniz Baykal ve arkadaşlarının önlediğini, Sayın Rahşan Ecevit’in de bunun üzerine daha sert bir tepki göstererek köprülerin atılmasını sağladığını nasıl unutalım?
Geçenlerde Tayyip Erdoğan için kullandığımız deyimi şimdi bunlar için kullanmak zorundayız:
Kırk yıllık "Káni"den "Yani" olur mu?
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2006
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Demokratik Sol Parti’nin Onursal Başkanı Bülent Ecevit için söylediklerini, arkadaşımız Fatih Çekirge’nin kaleminden bugün mutlaka okuyunuz. Çekirge hoş görürse, o ifadeyi buraya da nakledelim de sonra konuşalım.
Bülent Ecevit biliyorsunuz bir ayı aşkın süredir maalesef bilinçsiz bir şekilde Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi hastanesinde yatıyor.
Ecevit’in rahatsızlığı büyük bir duygu patlamasına yol açtı. Nitekim bu temiz siyaset adamına geçmiş olsun dileklerini iletmek için on binlerce insan hastaneye koştu. Onların başında CHP lideri Deniz Baykal da vardı.
İşte bu olayı göz önünde tutan Fatih Çekirge, Baykal’a, "Siz Ecevit’e gittiğiniz zaman duygularınızı yazacak bir defter henüz konmamıştı. Ama acaba olsaydı ne yazardınız?" sorusunu yöneltince Baykal, yazmak istediklerini şöyle ifade etmiş:
"Sayın Genel Başkanım;
Yıllarca beraber olduk. Yıllarca ayrı düştük. Ama şimdi bir kez kucaklaşmadan ayrılmak olmaz. Milletimiz de böyle bir kucaklaşma bekliyor. Ulusumuzun birliği ve bütünlüğü için... Cumhuriyetimizin geleceği ve demokrasimizin esenliği için... Halkımızın dirliği, düzeni için...
Türkiye’nin şerefi ve onuru için...
Sayın Ecevit, Sayın Genel Başkanım, artık ayağa kalkın. Milletçe kucaklaşmak istiyoruz..."
Doğrusu güzel bir mesaj. Duygu yüklü, özlem yüklü...
Lakin insan düşünmeden edemiyor:
A sevgili Baykal... Ecevit’le kucaklaşmayı böylesine içtenlikle istiyor idiyseniz, -tıpkı şarkı sözünde olduğu gibi- "Daha önceleri neredeydiniz?"
Nerede olacak? Ankara’da, parti içi kavgaların ortasında... Kendi hizbinin başında... Ve "Önce ben, sonra parti" sloganının emrindeydi.
Sanmayınız ki bu dediğimiz sadece Deniz Baykal için geçerlidir. Partinin çıkarı için genel başkanlıktan vazgeçen Cezmi Kartay’ı, Hüsamettin Cindoruk’u ve şimdi aklımıza gelmemekle birlikte gösterilebilecek birkaç başka ismi hariç tutarsanız, liderlerin hepsi için aynı şeyi rahatça söyleyebilirsiniz.
Buna Sayın Bülent Ecevit de dahildir.
Genel başkanların bencilliği bizde öylesine güçlüdür ki, Süleyman Demirel, 1980’li yılların ilk yarısında Anavatan Partisi (ANAP) Turgut Özal tarafından kurulunca, önceki yıllarda lideri olduğu Adalet Partisi’nin yerini alabilir diye korktuğu için, seçmenler babasından ona miras kalmış gibi "Tapulu arazime gecekondu kondurtmam" demişti.
Bu dahil pek çok örneği bildiğimiz ve yaşadığımız için şimdi "seçimde ittifak yapalım" diye ortaya çıkanlara; Ecevit evindeyken kendisine koşup "Bizi lütfen siz bir araya getirin" diyenlere sormak gereğini duyuyoruz:
"Madem güçbirliği istiyorsunuz, partinizi neden parçalayıp gittiniz?"
Biz o nedenle iddia ediyoruz:
"Bunlar iyi bir seçmen dayağı yemeden hiçbir şey yapamazlar."
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2006
BİR Ali Dibo olayıdır gidiyor... Nedir Ali Dibo?Ali Dibo olayını ilk olarak arkadaşımız Şükrü Küçükşahin ortaya attı. Küçükşahin, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ileri gelenlerinin Hatay’daki devlet ihalelerini kendi aralarında paylaşıp devlet sırtından servet edindiklerini ortaya çıkartan bir haberde bu deyimi kullanıyordu.
Ali Dibo meğer yörede çok bilinen bir sözmüş. Taa Hatay’ın Fransız yönetimi altında olduğu 1939 öncesinde o yörede Ali Dibo adında biri varmış. Bu zat kamu kaynaklarını böyle usule aykırı yollardan soyup çevresindekileri memnun etmekle tanınırmış. Nitekim öyle şirketlere Ali Dibo şirketi denirmiş.
Şimdi artık siyasi literatürümüzde Ali Dibo var. Kısaca -ve özellikle- AKP’lilerin kamu kaynaklarını siyasi nüfuz kullanarak ele geçirmeleri ve -kılıfına uydurulmuş şekilde- haksız kazanç sağlamaları anlamına geliyor.
Gerçi Ali Dibo’ları kamuoyuna açık açık söylediği için AKP Hatay milletvekili Fuat Geçen partiden ihraç edildi ama o arada o kadar çok Ali Dibo olayı ortaya çıktı ki, hepimiz şaşırdık kaldık.
Örneğin Hakkári’den, Sakarya’dan, Kars’tan, Sinop’tan, Bingöl’den, Karaman’dan birbiri ardından Ali Dibo’lar sökün etti.
Peki ama "yolsuzluklara damardan girdiğini" söyleyen Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olduğu bir ülkede bu Ali Dibo’lar nasıl meydana geliyor?
Bu sorunun yanıtını bulmak için AKP’nin iktidara geldiği günleri anımsamakta yarar var:
Biliyorsunuz AKP’nin ilk hükümeti, kurulur kurulmaz 4737 sayılı Kamu İhale Kanunu’nu değiştirmek istediklerini açıkladı.
Merhum Turgut Özal’ın 1983 Kasım ayında iktidara geldikten hemen sonra "İslami Bankacılık" yasasını çıkartması gibi, AKP de belli ki "seçim öncesinde verdiği gizli vaatlerden birini" yerine getirmek çabasındaydı.
Lakin o sırada Uluslararası Para Fonu ile Dünya Bankası sert bir üslupla Kamu İhalesi Yasası’nın değiştirilmesine karşı olduklarını bildirdi. Çünkü o yasada "ihalelerde eşi dostu kayırıp devlet olanaklarını onların cebine akıtma" yollarını tıkayan hükümler vardı.
AKP iktidarı bu yüzden ilk hamlede sonuç alamadı ama Tayyip Erdoğan Başbakan olunca bir kere daha teşebbüs etti ve Ağustos 2003’te yasayı delmeyi başardı.
Her yasa gibi, bu değişikliklerin de elbet hem "gerekli" olan hem de özel bir amaca hizmet etsin diye konulan hükümleri vardı. Bu ikinci grup hükümlerin özelliği "bu kurumun ihaleleri, 4737 sayılı yasaya tabi değildir" diyen hükümlerle "şu şu şu tür mal ve hizmet alımları 4737 sayılı yasa kapsamı dışındadır" anlamında olmalarıydı.
Bir de yasanın "eşik değer" dediği çizgi yükseltilerek, onun altında kalan rakamlı ihaleleri eşe dosta dağıtma olanağı genişletildi.
Ve böylece ülkemizin her tarafında imanlı, müteşebbis ve AKP’ye yüreğiyle, cebiyle ve inancıyla bağlı Ali Dibo’lar doğdu.
Memlekete millete hayırlı olsunlar...
Yazının Devamını Oku